Buyrun, ben

Buyrun, ben

26 Aralık 2011

Güzel bir haftasonu

Çok uzak olmasa da güzel bir otelde, tüm dertlerden uzak, güzel bir haftasonuydu. Nuni'nin bronşitini bile götürmemiştik yanımızda. (Gerçi nebül makinesini götürdük ama kutusundan çıkartmadık).. Bebeklerimizle başbaşa, uzun süredir yapmadığımız birşey yaptık... Güzeldi, tadı damağımda kaldı.
Sevgili arkadaşlarla olunca daha da güzel mi ne? Çocuğu olmadığı halde benim çocuklarımı sevdiğini hissettiğim çok arkadaşım olmamıştı da şimdiye dek :) Öpüp sevilme manyağı oldu bebeklerim..
Hiç fotoğraf çekmediğimiz için otelin web sayfasından çaldığım resimleri koyuyorum (gerçi yanılmayın, kapatmışlar resim çekerken, termal havuz hiç bu kadar boş olmuyordu)..
Fotoğraf makinesini arabadan almaya üşendiğimiz için cep telefonu ile çektiğimiz kötü resimler de burda:Güzel yanları da vardı, sıkıntılı yanları da.. Yağmuru seyrederek sıcak suya girmek nefisti.. Çay saatinde restorandaki çocuk oyun alanı o kadar iyiydi ki, tüm haftasonunu orada geçirebilirdim. Yemekler ve tatlılar şahaneydi (ki artık otellerin ihtişamından ve mutfağından etkilenmiyorum, hatta sıkılıyorum, ama Antakya yöresine ait yemek ve tatlılar hakkaten güzeldi). Yedim ben de. Hatta yıllardır o kadar yemiyordum diyebilirim :) Yalnız çok kalabalıktı. En sevmediğim şeydir, mıç mıç bisürü insan. Demek ki salı ya da çarşamba gidilmeli, kimsecikler yokken tadını çıkarmalı.

Gidip görmek isteyenler için otel burada.
Hayatımda ilk defa bir otelin lobisinde evimde oturma odamda gibi oturup sohbet ettim. Nuniş ilk defa havuza (ya da hatta suya) girdi. Damla melek kendi kendine battı çıktı, yüzdü, eğlendi. Çocuklarımızla aile olduk, yedik, içtik.
Sonra Antakya'ya uğradık, eski yurduma. Eski mahallemden geçtik, uzun süredir hastanede yatan bir dostu ziyaret ettik (o da ayrı bir hikaye, Van deprem bölgesine gönüllü gidip trafik kazasında belini kıran bir doktor arkadaşım :( ). Sonra Anadolu restoranda şahaaane bir yemek yedik. Ne yalan söyliyeyim, Antakya, özlemişim yemeklerini.
Oh işte anlattım rahatladım. Hep başkalarının yediklerini okuyodum :)))

Neyse, bu da böyle bir yazı olsun.
Bu arada not: Pınar, arabamı sizin evin oraya koymuşum polis ceza yazmış rüyamda, Ertuğrul da bize kızıyodu, hayırdır inşallah...

18 Aralık 2011

İki resim arasındaki büyük fark.

Bi ara....
Yoğun bakım kokan Ayça. Temas izolasyonu. Çok şükür Ayça. Canı kebap istedi diye sevinç gözyaşları. Üzüntülü günler sona erdi, hayata geri geldik, döndük, şükür be Ayça. Aliihsan da geldi, ne iyi etti. Sen de biraz bizimle kal, birlikte iyileşelim Ayça. Bebeklerim seni çok özlediler, ya biz Ayça? Bi daha uzaklara gitme e mi Ayça...

Şimdi.....
Mis kokan Ayça. Kendi evinde, özünde. Ayçayı sevenler Ayçayı güzelleştiriyor. Gülen Ayça, çişini kendi yapan Ayça, ayakta duran Ayça. Çok şükür Ayça. Her baktığımda sevinç gözyaşları Ayça. İşten gelince seni çok özledim abla diyen Ayça. Tekrar kahkaha atan Ayça. Ne sandın Ayça. Seni çok seviyorum Ayça, kalbim kardeşim. Canım kardeşim.
İyi ki varsın kardeşim.
Buyrun: Gerçek Ayça.

Tek başına seyahat

ANKARA'DA, evimden uzakta üç günlük bir kurstayken yazdım, kağıda kalemle. Şimdi huzurlarınızda...


Tek başına seyahate çıkmak ihtiyaç mı, mecburiyet mi? Fırsat mı, yük mü?
Kendi kalemden, evimden uzağım. Dayanacak omuzum, kokusunu içine çekerek başımı dayayabileceğim kimsem yok. Gül kokulu bebeklerim yanımda değiller. Annem, kardeşim yok. Kimse yok.
Ankara’yı da sevmem zaten. Kimsem yok burda. (Hep kışın mı geldim, nedir?) Hep gri bu kent, hep cazibesiz, hep kapalı hava, karanlık. Su da yok, doku da yok bana göre. Hep sınav için geldiğimden midir, hep mecburen geldiğimden midir? Yıllarca kazanamadığım / girmediğim Tıpta Uzmanlık Sınavı’nın burada olmasından mı sevmeyişim? En sonunda, hem de istediğim bölümü kazansam bile, hatta geçen kış çok da yolunda giden bir işimin Sağlık Bakanlığı’nda hallolmasına rağmen, sev-mi-yo-rum. Kanımda İstanbul dolaştığından da olabilir, İstanbul ve Ankara’nın aynı cümlede olabilmesi zor zaten.
Zorunlu seyahatten girdim, nerelerden çıktım. Aslında bugünlerde başka bir yerlerdeyim. Sanki Antep’te uzun süre yaşayasımız var gibi olduk biz. Alıştık mı, bulaştık mı Antep’e?
İstanbul, neden bıraktın çağırmayı beni?

8 Aralık 2011

Ah İstanbul...

Ah benim içinden ışık geçen, güneş kokan eski evim... Seni nasıl özledim bilsen...
Ah evimin salonunda, bahçenin içinde gibi duran kocaman masam... Sabahları herkes uyurken, ışığından gözüm kamaşa kamaşa oturup kahvemi içerdim sende.
Bahçeme baka baka karşılardım sabahı.. Yağmurunu da severdim, güneşini de. Kedilerini bile severdim çiçeklerimi ezseler de.. Yalandan kışt derdim camı açıp, mis gibi bahçe havasını da çaktırmadan içime çekip..
Şimdi tam üç tane kocaman masam var biliyor musun, ama hepsi de topraktan çook uzak.. Kocaman bir balkonum var, içinde kocamaan masası ve kanepesi bile olan, ama kediler girmiyor gizlice içine, bebeklerim bahçeye çıkamıyor balkondan zıplayıp, bahçeden geçen komşularla sohbet edemiyorum, çünkü topraktan çook uzak artık balkonum.
Kocaman şahane bir evim var, çoook metrekareli, ama İstanbul'daki küçücük ama sıcacık evim kadar ışıkla güneşle çiçekle toprakla dolu değil.
Ah be İstanbul, özlüyorum uzaktan seni. Özlüyorum sende olma fikrini (evden dışarı çıkamasam bile durmayı öylece).
Kocaman salonumun perdelerini kocaman açıp, bahçeye toprağa meyve ağaçlarına baka baka televizyon izlemeyi, yemek yemeyi, bebeklerimle oyun oynamayı özlüyorum. Mutfağımın kapısından çıkıp anneme gitmeyi, bahçede çay içmeyi, arka mahallede yürüyüşe çıkmayı ve hangi bahçeli evi satın alsak daha keyifli olacağı konusunda kocamla sohbet etmeyi özlüyorum.
Bunları hatırlamamın nedeni, iki yıl önceki video kayıtlarını izlememdi.


Resim: Eski, ışıklı evimin güzel bahçesi. Süper annemle melek kızım, en sevdiklerim. Mutfak kapısından çıkmış (nereye?) gidiyorlar...

Belki de herşeyi kayıt altına almak aslında o kadar da iyi değil.. Belki, herşeyi zamanında bırakıp günü yaşamak gerek, geçmişi çok da özlemeden. Bazen çünkü, eskiyi özlemekten yeninin tadını çıkaramıyoruz.
Ama bana öyle geliyor ki İstanbul, kocaman ışıklı salonu olan bahçeli bir evim olsa, bu Şehr-i Antep daha mı keyifli olurdu ne?


Notlar.
1. Ah meleğim, nasıl büyümüşsün öyle... Farkettim resme bakınca.
2. Merak edenler için, süper annemle canım kardeşim Ayçaada, bizdeler. Ne keyifliyim onlarla (kısa bir süre bile olsa) birlikte yaşadığımız için ve ben bu kadar yoğun çalışırken bebeklerim emin ellerde olduğu için.
3. Herşey yolunda çok şükür, merak edip mail atanlara teşekkür ederim. Sadece çok çalışıyorum, bu yüzden yazamıyorum.
4. Sevgi kelebeği gibiyim bu ara, herkesi - herşeyi seviyorum.
5. Şu an nöbetteyim ve birazdan yeni gün başlayınca biçok ameliyata giricem.
6. Herkese sevgiler.

3 Kasım 2011

Bugünlerde bana bi sürü kişi..

Yorgun görünüyorsun diyor. Napiyim, yorgunum ama şikayetçi değilim.
Napiyim, kış geliyor. Evin en sevdiğim köşesi olan kocaman mutfak masasında bilgisayarıma bakarken güneş gözüme girmiyor. Sabahları işe karanlıkta gidip akşam karanlıkta geliyorum. Hastane soğuk, donuyorum. Lahana giyinmeyi sevmiyorum, gene kısa kollu giyiniyorum, ama donuyorum. Akşam işten kaçtım üşüyüp. E soğuk da sevmiyorum. Karanlık da sevmiyorum.
Herkes, yorgun musun, mutsuz musun diyor.
Demeyin. Üzerime mutsuzluğu yorgunluğu çekmeyin.
Mutsuz değilim hayır.
Her aldığım nefesle şükrediyorum. Baktığım her güzel yüzle şükrediyorum. Eve geldiğimde çocuklarım var diye, bi de Aycuş var diye şükrediyorum.
Annem mutlu yıllar. Yeni bir yaşa daha girdin diye şükrediyorum.
Yorgunum evet, ama geçer. Yorgunluk göreceli. Antalya'da nasıl dinlendim yazın, 40 gün kıpırdamadan, ister miyim gene öyle dinlenmek?
Yogaya başladım tekrar, geçer yorgunluk, nedir ki.
Keyfim yerinde.
Bi gün bakıyorum piyangodan Şebnem çıkıyor, iki laf ediyoruz (latte beyaz çikolatanın yerini tutmasa da :)), seviniyorum. Bir gün Pınar mesaj atıp seni özledim diyor, seviniyorum. Bir gün bi mail alıyorum, arkadaşım nasılsın, keşke yakında olsan ama yakında olmasan da yakınımdasın diyor Nihan, seviniyorum.
Artık keşke yakınlarında olsam demiyorum, üzülmüyorum uzaktayım diye.
Bunun böyle yaşanması gerekiyordu diyorum.
Şu arabayı alamadık, şu tatile gidemedik, şu kaplıcada sıcak suya giremedik diye üzülmek saçma geliyor artık. Bazen kendi kendime diyorum ama en azından artık sesli demiyorum.
Hayat da nasıl hızla akıp gidiyor. Geçsin diyeceğim bişey yok.
Mutlulukla geçsin.
Onu yapamadım bunu yapamadım diye ağlamıyorum. Çok çalışıyorum evet ama benim seçimim. Yapım böyle. Napayım. İçimden başka türlü gelmiyor. Duramıyorum.
Sonra da yoruluyorum.
Önceki posta güncelleme: Kimse benim kadar heyecanlanmadıği için fikrimi bir başka bahara braktım. Bi de şu an Sezen Aksu, Ne ağlarsın benim zülf-ü siyahım'ı söylüyor. Çok güzel değil mi?

22 Ekim 2011

Bir fikirle heyecanlıyım

Dur bakalım. Du bi üstüne yatalım uyuyalım...
Bi fikirle heyecanlıyım. Bugün arabada giderken, bi fikir gelicek bi an, nasıl bi fikir olucak, bilmiyorum ama bıraktım bana gelmesini bekliyorum diye düşündüm.
Geldi. Zamanından beri, Antep'te şu yok bak, olanlar da çok sakil dediğim bir fikir, gerçek bir iş projesi olarak geri geldi bana.
Olur mu olur...
Ekip iyi olursa.. (Fikir yeterince iyi bence)
Tasarımcı Ayça kabul ederse, benimle çalışmayı.
Begüm beni ara, sana ulaşamadım, benimle heyecanlan, sana ihtiyacım var.
Anne, Cico, Şebnem the Ünlü Mimar :) Size ihtiyacım var.
Bu fikir kendi geldi, bakalım nereye gidecek.....

18 Ekim 2011

Hayal alanımda hayal kırıklığı

Hayatın sayfaları arasında dolaşırken, bazı sayfaları uzun uzun okumak istediğimi, ama vakit bulamadığımı farkedip nasıl üzülüyorum. Beni alt eden yorgunluk mu? Aslında biraz spor yapabilsem, yogaya başlayabilsem, yürüyebilsem, vücudum yorgunluğu da yenecek. Ama ya işten geç çıkıyorum, ya da iş çıkışı hemenm eve gelmek zorunda hissediyorum kendimi. Çünkü iki minik çocuğum var ve onların yakınında olmak istiyorum.
Ama öte yandan onlara da kaliteli zaman ayıramıyorum. Onların evcilik oynama ya da öğretmencilik oynama çabalarını yorgunluğumdan savuşturuyorum.
İş yerinde kendimi fazla yormasam? O zaman da işimi yapamam.
Çocuklarım da benim en önemli işim değil mi?
Hep kızdığım şeydir, birisi birşeye zaman bulamadığını söylüyorsa, plansız bir insandır derim. Aslında ben çok da planlıyımdır, herşeyin bir zamanı vardır. Hiç vaktim olmadıysa sabah beş buçukta, altıda yaparım birşeyi, üşenmem.
Hatta şimdi karar verdim, yoga, spor. Hemen bugün. Yürüyüş.

10 Ekim 2011

Komplikasyon yapmak suç mu?

Uzman olduktan sonra ilk komplikasyonumu yaptığımda, bir abim demişti ki: "Komplikasyon yapmıyorsan ameliyat da yapmıyorsun demektir."
Bu içimi rahatlatmıştı. Ben isteyerek komplikasyon yapmıyorum ki.. Pasta yaparken bile yanmayacağının garantisini verebilir misin? Basit bir örnek oldu belki ama, durum bu. İyi niyetle, insanlar şifa bulsun diye, endikasyonlu ameliyat yaptıktan sonra, komplikasyon olur. Kitaplarda da yazar bu.

Ama öte yandan.. Hasta doğum yaparken, diyelim ki, epizyotomi endikasyonu vermedin, multipardı ve yırtıldı. Hem de oldukça ileri bir yırtıktı. Hemen ameliyathaneye alıp diktin (ya da meslektaşın senden yardım istedi, onunla birlikte ameliyata girdin), onardın, çiçek gibi eve yolladın. Derken.. Hastanın yakınları kliniği bastı, seni tehdit ettiler, "sen bizim yakınımızın makatını nasıl yırtarsın bu devirde, hele bir de bıçak attıysan da yırtıldıysa yaktık çıranı" diye ortalığı birbirine kattılar.. Sen saatlerce komplikasyondur, olur, ama biz en güzel şekilde onardık diye dil döktün, insanlar üzülmesin, meslektaşını da üzüp şikayet etmesinler diye. Sen istediğin kadar anlat.. Olay içinde iz bırakır. Sanki kötü niyetle yırttın. Sanki yırtılsın istedin. Sanki yırtılmasın diye ya da dikmek için elinden geleni yapmadın..

Daha da kötü ne olabilir?
İki hafta sonra hastan, dikişlerin atması nedeniyle, fistül olup gelebilir. Bu sefer nasıl anlatacaksın? Bu da komplikasyondur olur mu diyeceksin? (Ki öyle) Temiz tutsaydın da mikrop kaptırmasaydın, ya da ıkınıp dikişini attırmasaydın mı diyeceksin? (Ki öyle)

Bi de hasta yakınları, legal ya da illegal tüm yollardan sizin ananızı ağlatacağız diye tehdit edip giderse...

Nasıl atacağız bu olayın tozunu üzerimizden? Bu olaylar böyle birikip durursa? En iyisi kimseyi ameliyat etmemek mi, doğurtmamak mı? En iyisi evde pasta pişirmek mi?

8 Ekim 2011

Grip, Reiki, pozitif enerji ve bakış açısı

Geçen kış hiç hasta (grip / nezle / soğuk algınlığı) olmadım. Bunu geçen kışımı renklendiren Yoga'ya borçlu olduğumu düşünüyorum.
Bu yaz Reiki ile tanıştım. Reiki öğrendim. Felsefesi ve evrensel şifa enerjisi ile ilgili vaktim olduğunda bol bol yazacağım. Ama bu kış da reiki sayesinde hasta olmayacağımı düşünüyordum. Ama nedense, ev halkı sırayla grip nehirlerinde yüzerken, içimi bir korku aldı. Ya bu kez atlatamazsam gripsiz, bedenim de ruhum da yorgun bu aralar, deyip durdum.

Herkes size de "sen gene iyi atlattın, iyi dayanıyorsun, nasıl dayanıyorsun, bu kadar strese rağmen fena görünmüyorsun" gibi şeyler söylese sürekli, siz de bir süre sonra "eh, stres altındayım, iyi dayanıyorum" diyorsunuz. Sonra da, "iyi dayanıyor muyum acaba, yıkılır mıyım acaba" diyor ve bir süre sonra "zavallı ben, nasıl dayanıyorum ben bunca şeye" aşamasına geçiyorsunuz.

Neye? Stres dediğin nedir ki? Bir bakış açısı sadece.

Bir de baktım ki, bakış açımı kaybetmek üzereyim. Geçen kış kriptik tonsillit olduğumda "ben bunu bu gece uykumda hallederim" diye düşünüp sabaha iyi olarak uyanmışken, dün gece boğazım karıncalanmaya ve burnum tıkanmaya başladığında bir de baktım "hah, tamam işte vücudum zayıf düştü bu defa grip oldum" diye düşünürken yakaladım kendimi.

Eyvah! Bakış açımı kaybediyor muyum? "Ben bu sefil nezle başlangıcını atlatırım ne var ki" demeliydim oysa ki.
Hemen kendime 10 dakika reiki yolladım. Bakış açımı geri çağırdım.
"Evet biraz yorulduğum doğru ama hepsi geçecek. Gribi yapan iki üç mesnetsiz virüs benden daha mı güçlü, yenerim ben onları.
İlaçsız hem de.
Evrensel şifa enerjisi benim yanımda...
Grip de neymiş?"

Bu yazının finali pek yakında.. Ben de sizin kadar merak ediyorum (ama ben finali biliyorum: Tabii ki ben kazanıcam hehe :))

5 Ekim 2011

10. evlilik yıldönümü

Pınar'ın 10. yıl ve Roma yazıdizisi üzerine ben de 10. evlilik yıldönümümüz hakkında yazmaya kadar verdim.

Hayallerim şunlardı: Sevgilimle 10. yıldönümümüzde oğluşumuza bir sünnet düğünü yapacak, ailemizi, dostlarımızı, sevdiklerimizi bir araya toplayacak, hem eğlenecek hem kutlayacaktık. Beyaz bir elbise giyecektim, tıpkı gelinlik gibi. Oğlumu da damat gibi ve kızımı da gelin gibi giydirecek süsleyecektim. Her anına şükredecektim sevgilimle geçirdiğimiz 10 yılın, eğlenecektim. Hiçbir masraftan kaçınmayacak, düğünümde içimde kalan ne varsa yapacaktım. Elbiseme bir gelinlik parası harcayacaktım. Saçlarımı aynı gelinmişim gibi yaptıracaktım.
Sonra sevgilimle kimseleri yanımıza almadan başbaşa biryerlere kaçacak, saklanacak, balayı yapacaktık.

Şöyle oldu: Ben bir hastanenin bahçesinde, sevgilimden ve bebeklerimden çok uzakta, canımın yarısının iyileşmesi için dua ediyordum. Sevgilimin izni bitmişti, işe dönmek zorunda kalmıştı beni orada bırakıp. Bebeklerim uzaktaydı, Ciconun yanında. Üzerimde ne olduğunu bile hatırlamıyorum, muhtemelen Antep'ten fırlayıp yola çıktığım kıyafetlerim olan kot şort ya da (ne alakaysa) çantaya atıp yanıma aldığım sünepe penye eteğim, ayağımda flip flop ev terliklerim vardı. Saçlarımın boyası gelmiş, yaklaşık bir aydır şekillendirilmediklerinden kendilerini kaybetmiş ve fakat kız öğrenci yurdunda bir odada yıkandıkları ve temiz oldukları için şükreder haldeydiler. Dua etmekle, şükretmekle, kendimizi de bebeğimizle birlikte iyileştirmeye çalışmakla o kadar meşguldüm ki ne takvimin ne de yıldönümünün farkındaydım.

Ama, ne güzel bir gündü. Günüm (ve hastane bahçesindeki masamız) sevgilimin gönderdiği koca bir vazo dolusu kırmızı gülle şenlendi çünkü.
Adres: Üniversite B Blok Önündeki Masa.
Alıcı: Sevgilim, seni seviyorum.

Ben de seni seviyorum, iyi ki varsın be aşkım. Ne güzel bi adamsın sen.

3 Ekim 2011

AUTOSHOW ve AUDI Q8

Haftasonu, sevgilimle kızımızı da alıp AUTOSHOW'a gittik. Gittik de ne oldu, AUDI Q8'le tanıştık. Tanıştık da ne oldu, evrene mesajımı yolladım:
Bak evren, beni iyi dinle. Nasıl olacağını bilmiyorum (ilgilenmiyorum da, zira bu senin sorunun) ama bana bir AUDIQ8 yolla. Olmadı PEUGEOT 5008 de olur. Aslında ikincisi daha iyi olur.
Çünkü ben bu 7 koltuklu nefis arabaya bayıldııımmm....

Şimdi basit bir pejoya mı bayıldın demesinler diye de bu yazımı audi kisvesi arkasına sakladım. Kendimi bu arabada seyahatte gördüm bile, sevgilim ve çocuklarımla. Uzun yolda. Ege'de. Avrupa'da. Arka koltuktakiler kulaklıkla film izlerken. Ön koltuktakiler şarkı söylerken.
Evren sana söylüyorum, sevgilim sen anla.

Bize acilen bir PEUGEOT 5008!

1 Ekim 2011

Günlerin tortusu

Bazen, bazı günler, günlerin tortusu üzerine yapışıp kalır insanın. Biçok şey, üstüste gelir, aynı anda olur. Birine üzülmemeyi başarırsın, diğerini kafana takmazsın, bişeyin üzerinde durmazsın, güne devam edersin, çalışmaya, alışverişe, işe, ama yıldızın düşer, yüzün asılır. Sorarlarsa bişey yok dersin, önemsemeden.
Ama gün dönüp de evine gittiğinde bi bakarsın ki yüreğinde bir ağırlık. Kocaman bir taş midende.
Ne olmuştu ki dersin.
Bişey olmadı ki... Bi meslektaşımla (ikimizin de haklı olduğumuz bir konuda) tartıştık, kavga bile ettik ama ben o olayın üzerinde durmadım ki... Bi hastamın ağrısı geçmiyor, ikide bir ağrım var diye arıyor, ama ben gerekli bütün tedaviyi uyguladım... Yakın bir arkadaşım, artık ona sürekli yakınmamdan sıkıldığı bir konuda kızdı, azarladı beni, ben de telefonu suratına kapattım, ama benim iyiliğimi istiyordu biliyorum. Sever beni o. Önemsemez. Karnım ağrıyor çok ama geçer, geçecek. Kızımı baleye verdim, ama saatleri benim çalışma saatlerimle çakışıyor. Kim götürecek onu? Bir türlü organize olamıyorum, ama göndermemezlik edemiyorum, çok eğleniyor, çok istiyor, annesinin çalışıyor olmasının acısını ezikliğinini daha yuvadayken yaşamaya başlamasını istemiyorum. Ama kaç seferdir okul çıkış saatine yetişemiyorum, yavrumu arkadaşlarının anneleri alıp götürüyor baleye, ben ondan daha kötü hissediyorum. O eğlenerek gidip geliyor, ben içim ağlayarak koşuyorum okula. Bi yedeğim olsa mıydı?
Hangisini taktım acaba kafama? Uyandığımda hangisini düşünüyordum?

Sevgili egom, biliçaltım, çıkın aradan, arının, temizlenin, beni sabah sabah üzmeyin.
TM hocamın bir lafı vardı, "grileşmiş bir mendili bir yıkamada bembeyaz olmaz, defalarca yıkadıktan sonra anca beyazlar. Yıkayın, yıkayın bıkmadan.." derdi.
Ben de aynen öyle, böyle günlerin tortusunu atmak için üzerimden, ne yapmalıyım? Yıkansam defalarca? Meditasyon, reiki, yoga? Ne?
Kaçsam gitsem nereye?
Sabah uyandığımda tertemiz, taze, yeni hissetmek için ne yağsam?
Kendimden kaçamadıktan sonra, kendimi temizlesem daha kolay olmayacak mı?

29 Eylül 2011

İyi şeyler yazısı

İlk defa bu ay, premennstrüel depresyonumu ilaçsız / kazasız belasız / hasarsız atlattım, sabah akşam meditasyon yaparak.
İlk defa geçen ay dismenoremi ve menorajimi ilaçsız (bu önemli bir kavram, önceden günde beş - altı macicik içtiğimi düşününce) atlattım, reiki yaparak.
Geçen gün anneme mutluyum dedim, niye dedi (tipik Türk sorusu - kuantum düşmanı: Mutluluk için sebep gerekmemeli, mutsuzluk için (?) gerekebilir). Dedim ki bir solukta: Ailem yanımda anamla kardeşlerim, bebeklerim var, kocamı seviyorum, işimi seviyorum, para kazanıyorum, evim güzel, Antep güzel... On tane olunca bıraktım saymayı. Şükür dedim.
Sevdiğim bir işi yaparak para kazanıyorum, işim kendimi ifade etme biçimim, daha da iyi olacam işimde, hep daha iyi.
Bugün daha sık gülümseyebildim, tırnağımdaki gülen bebek yüzüne daha sık baktım, daha az gerildim, kızgın hasta yakınlarını sakinleştirdim, önceden birkaç kez başaramadığım için hep gerildiğim, hep ötelediğim ya da başkalarından yardım istediğim bir girişimi zorlanmadan kolayca güzellikle başardım, hem de bir başkası benden bunun için yardım istedi. Başardım.
Bu Şehr-i Antep'te ilk yayınımız yayınlandı, Kadın Doğum'un önemli bir yurtiçi dergisinde, önemli kısmını benim yazdığım bir makale. Arkadaşları da yolda.
Başarılı güzel ameliyatlar yaptım, hastalarımı şifayla taburcu ettim, ameliyatın ertes sabahı gülerek bana bakan yüzlerini görüp laparaskopi yapmayı öğrendiğim için sevinç duydum.
Ayça gitgide daha iyileşiyor (ne sandın).
Güzel şeyler oldu, oluyor. Ben çağırdıkça geliyor.
Bu kuantum iyi birşey, bu felsefe güzel.
İyi şeyleri hakediyoruz insan nesli olarak, neden çağırmayalım, neden gelmesin?


Okuma kitabı: R. Şansal - Kuantum olumlamaları (her sabah aç karna bir kuple okuyunuz).
Sevgiler, saygılar, hoşluklar dilerim.

Gülümseme egzersizi: Yorum

Zor oluyor. Yüz kasları kasılmışken ve surat asmaya programlanmışken onları çalıştırmak hakkaten zormuş. Hele de kalpten yüze giden uzuuuun yola (arada beyne de uğrayan patikalar olduğundan) gülümseme komutu vermek zor oluyor hakkaten.
Ama oluyor.
Hem de güzel oluyor.
Sabah bebeklerimle başparmağımıza ojeyle gülümseyen bebekler çizdik, çizerken çok eğlendik. Çalışırken de, tırnağımdan bana bakan gülümseyen bebişi her gördüğümde (ki bu sık sık oluyor ister istemez) bebeklerim aklıma gelip gülümsedim.
İşe yaradı.
Bugün de deneyelim bakalım ne olacak :)

27 Eylül 2011

Gülümseme egzersizi

Bugün yapmayı deneyeceğim şeyin adı bu. Ben uydurdum.
Gülümsemenin önemini falan anlatacak değilim. En çok kas kullanılan hareketmiş de, bir kahkaha bir kilo pirzolaya denkmiş de.. bla bla bla. Bunları zaten herkes biliyor.
Benim bildiğim, gülümsemenin çok zor olduğu.
Dün polikliniğime gelen bir tanıdık dedi ki, o kadar o kadar kötü, yorgun, mutsuz görünüyormuşum ki benim için üzülmüş.
İşte ben de bana sinir oldum bu yüzden. Çünkü fiziksel enerjim bittiğinde, ben de tıpkı tükenmiş piknik tüpü gibi görünüyorum. Kardeşim bir gülümsesene.. Ama olmaz. Sanki gülümsersem yorgunluğuma ihanet etmiş gibi geliyor. Gerçi gene de hastalara karşı agresif davranmıyorum ne kadar yorgun olsam da, ama kendime agresifim.
Halbuki sen giyin, süslen, saçını fönlet, makyaj yap, ama en önemli aksesuarını, gülümsemeni alma yanına.
İşte bu yüzden, bugün bu yazı her aklıma geldiğinde gülümsemeye çalışacağım.
Yorumlar akşama, bakalım nasıl olacak..

26 Eylül 2011

25 Eylül 2011

Yeni bir kış. Yeni bir başlangıç.

Herkesin hayatında yeni bir başlangıca ihtiyacı vardır. Hepimizin olur ara ara...
Ben de yeni hayatıma, bu kışla birlikte yeni bir başlangıç yapıyorum.
Yeni "ben"le.
Yok mu artıran?

14 Eylül 2011

Ne sandın

Herkes zor günler yaşar, yaşamıştır. Herkesin zor günü kendine zor. Kendine en zor.
Bu zorlukları aralayıp, "ne sandın" diye gülümseyerek farklı bir açıdan baktık biz. Çok kolay olmadı, ama zor da olmadı. Çünkü inanmaktan vazgeçmedik birşey olmayacağına. Çoğulduk evet. Kardeşim, ortağım, yoldaşım vardı. Annem vardı. Sevgilim, bebeklerim, sevenlerimiz vardı. Teyzelerim, kuzenlerim, amcalarım, halam vardı.
Melis vardı. Dilara ve Serdar vardı. Onur, Fadik, Emir, Emirin annesi vardı.
Kardeşimin arkadaşları vardı. Bilal, Aliihsan, Neval, Özlemler, Egemen, Nursev, Pınarsita, İrem, Hale, bebek kedilerimiz Zekeriya ve Beyaz, Hülya, Gökçe (belki unuttuklarım da) vardı. Begüm'ün de arkadaşları vardı. Didem, Begüm, Charlotte vardı. Damla ve yağmur vardı, benim arkadaşlarım. Şebnemin teyzesi, Aliihsan'ın kuzeni, annemin kuzenleri, kuzenimin yengesi, eniştemin arkadaşı vardı.
Bizi besleyen, masa sandalyeden tutup lambamıza kadar getiren, amcamın arkadaşları, Hasan abi ve kardeşleri vardı.
Komşu hastayakınları vardı, Vanlı aşiret, öbür Vanlılar, yaşlı amcanın gelini, çocukcağızın babası, damarlarında Begüşün kanının dolaştığı hasta bebişin babası, Boğaziçili çocukcağızın dayısı, sinirli teyzenin eniştesi, Adem'in annesi, orda bir ay bahçede birlikte yaşadığımız başka bisürü hasta yakını vardı. Duş almaya - arada uyumaya gitmemiz için kız yurdunda bize oda veren yurt idarecileri vardı.
Kan vermek için koşup gelen onlarca kişi vardı. Plajdan kalkıp mayolarıyla yüzünde güneş kremleriyle gelenler, bir saatlik yoldan arabaya atlayıp gelenler.. çok iyi insanlar vardı.
Yalnız değildik kısacası. Türkiye'nin, hatta dünyanın her yerinden dua edenler vardı. Şifa gönderenler vardı. Enerji yollayanlar vardı. Reiki hocamız vardı. Bizi bir aydır çıkmadığımız hastane ortamından kaçırıp nefes alalım diye deniz kıyısında kahvaltıya götüren şirin mi şirin doktorumuz vardı (onun sayesinde Antalya'nın deniz kıyısında olduğunu öğrendik :) )
"Ne sandın holding" vardı sonra.. Gülümseyebilmemizi sağlaması için kurduğumuz, bence işe de yarayan, kirli işlerden para kazanmayı hedeflediğimiz (ama sıfır lira cirosu olan) holdingimiz.

Her lafın sonu"ne sandın"dı.
"Hey dostum, hemoglobin düşmüyor"
"Ne sandın"
"İç kanama durdu"
"Ne sandın"
"Sarılık düzeldi"
"Ne sandın"
"Ameliyat başarılı geçti, kötü bişey olmadı"
"Ne sandın"
"52 ünite kan oldu, 30 istemişlerdi, daha da geliyorlar kan bankasında işler kontrolden çıktı"
"Ne sandın"
"Rebul lavanta kolonyası sever bizimki, kokulu uyaran versek, Antalya'da bulamıyoruz ama"
"Bugün Markafoni'de satışta, ne sandın"
"Ne sandın........"

Neymiş uzuun lafın kısası, iyi düşün iyi olsun.
Ne sandın?

13 Eylül 2011

Yeni bir başlangıç.

Hayatıma yeni bir başlangıç yaptığım bu günlerde, bloğuma da yeni bir başlangıç yaptım.
"Taze bismillah".. Bir gün bu lafın hikayesini de anlatırım. Şimdilik canım babama rahmet yollamakla yetineyim.

Kelimelerimden, sözlerimden ayrı geçirdiğim aylar boyunca çok şeyler oldu bitti. Ben yürüdüm, durmadım, geliştim büyüdüm.. ama .. daha önemli şeyler de var.
Mesela kardeşim ölmedi.

İnsan hayata yeni bir başlangıç yapmak için daha büyük bir neden bulabilir mi? Kardeşim ölmedi. Mücadele etti ve kazandı.
Bir hikayem var artk, aldığım her nefese şükrediyorsam, bir nedeni var.
Çok şükür Allah'ım, nefes alabiliyorum.
Çok şükür.
Çok şükür kardeşim ölmedi.
Hikayemi anlatacağım yavaş yavaş, kendimi hazır hissettikçe. Hayatımı değiştiren bir buçuk ayı, yoğun bakımın kapısında yaşadığım haftaları.
Sevdiklerimi daha çok sevmemi sağlayan, üzüldüğüm şeyleri ciddiye almamamı öğreten, daha biçok şey öğreten günleri anlatacağım. Hatta bir kitap yazacağım, yoğun bakım kapısında ağlayanların umudunu kesmemesine, dua ve şükür etmeyi bırakmamasına, pozitif enerjilerini düşürmemelerine yardım eder belki diye.
Şimdilik bu kadar hoşbulduk olsun.
Siz neler yaptınız ben yokken? Afiyette misiniz?

10 Mayıs 2011

Benim güzel oğlum

Büyüyorsun .
Sen büyüdükçe ben unutuyorum minicik olduğun günleri. Sanki hep böyleydin gibime geliyor.
Her bir dişin için uykusuz bir gece geçirdiğimizi, anne dediğin için sevinçten zıpladığımı, minicik giysilerin sana bol geldiğini, bir numara bez kullandığımızı, meme emdiğin günleri, bunları artık flu birer anı gibi hatırlıyorum.
Unutmak istemiyorum. Eski fotoğraflar bir tuhaf geliyor, sanki hep şu anki halinle vardın gibi sanıyorum.
Bebeğim, büyüyorsun.
Hergün biraz daha "adam" oluyorsun.
Büyüyorsun. Büyüdükçe tatlanıyorsun.
Tadına doyamıyorum, seninle geçirdiğim saatlerin tadı damağımdan gitmiyor.
Hele ablan var ya, ablanın günden güne bir genç kıza dönüşmesini hayranlıkla, heyecanla, mutlulukla izliyorum.
Sen büyüdükçe serseri bir şekerpare oluyorsun ya o ayrı.
Bu yazıyı, ilk uzun cümleni kurduğun için yazıyorum.
Ablan ilk "ördek kaka yapmış" demişti, biraz da taklitle ve plansız, istemeden. Sense gayet de bilinçli şekilde, "ben su döktüm" dedin.
Dün beni karşılarken "annem geldi" dediğinde nasıl heyecanlandım biliyor musun? Aslında Damla konuşup, hatta şiir okuyup şarkı söyleyince, o ablaydı ya hani, şaşırmıyorduk sanki. Sense minik bebeğimizsin ya bizim, her yeniliğin heyecanlandırıyor bizi.
Senin de büyümen için minik bir kardeş mi gerek yoksa bize???

1 Mayıs 2011

Halı çılgınlığı

Antep'e taşınırken, birçok eşyam gibi bazı halılarımı da yeni aldım. Sanki Antep'te halı satılmıyor.. Hem de bunun için epeyce enerji harcayıp, Modoko'ya falan kaç kez gittim.
Amma velakin, meğer aklınıza gelebilecek bütün halılar Antep'te üretilirmiş: Royal.. Merinos.. Kaşmir.. Art halı... Sırma... Pierre Cardin... gibi. Ayrıca da sağda solda gördüğünüz bütün büyük fabrikalar halı fabrikası imiş.
Bunu farkedişim, bazı odalarımdaki halıları değiştirmek istememle aynı zamana rastlar.
Sonracığıma,
Aşkım salondaki halılar gıcığıma gidiyor.
Mutfaktaki kilim iyi hoş da, çocuklar üşümesin hep bunun üzerinde oynuyorlar.
Damla'nın odasındaki halı küçük geliyor, betona oturuyor çocuklar (oda 20 metrekare olunca!).
Yolluğa da ihtiyacımız var sanki.
Yatak odamdaki halının rengi yatak örtüme uymuyor.
Vesaire.
lafları havada uçuşuyor bizim evde!

Hadi o da tamam da..
Ben bi sadeci, bi minimalist, bi süsü püsü sevmeyen, simden puldan hoşlanmayan biri olarak, arkadaşım simli halı aldım evime yahu! Var mı daha ötesi, bildiğin simli işte. Hatta çocuklar üstünde yuvarlandıkça her taraf sim oluyor...
Ama asıl sorun şu ki, ben simden süsten boncuktan hoşlanmaya başladım. Kanımda mı dolaşıyor bu şehir nedir? Ben gittim evime çekmece kulpları taşlı boncuklu dolap beğendim falan.
Oluyorum ben sanırım :))))
Anneme not: Anne sen hala Anteplileştiremediklerimizden misin? Sana yolladığım halı var yaaa.. Açınca şok olma diye söylüyorum: Simliiiiiiiiiiii

27 Nisan 2011

Önemli biri

Sardunya, ne güzel der, hep derim, o demeseymiş ben dermişim belki de.
Bu sefer de alıntılamış, o alıntı yapmasaymış ben yaparmışım:

“Aslında o kadar da önemli biri olmadığımızı anladığımızda neden üzülüyoruz ki?” diye sormuştu o gece. “Bunun temel bir aydınlanma anı olması gerekmez mi? Hepimizi önemli insanlar olduğumuza inandırdılar. Sonra da çekip gittiler.”

Bu sözleri yazan da ne güzel yazmış. Şimdi (nerden alıntıladığını bilemediğim bulamadığım) bu sözleri yazmakla yetiniyorum, yakında yorumlamak da isterim.
Mesela büyüdüğümde, o kadar da önemli olmadığımı artık öğrendiğimde, yazmak isterim bununla ilgili.

25 Nisan 2011

Satır aralarımı okuyan var mı

Bu başlığa başka yazı yazdım demin. Ne alaka diyen olabilir, ben dedim mesela.
Önce karışık kafamla düşünürken bu başlığa karar verip, sonra simli güzellerimle ilgili yazayım deyince hatlar karıştı tabii.

Yok yok. Ben karıştım.

Bu aralar ben ne diyorum, satır aralarımda neler yazıyor ondan bahsedecektim.
Sonra baktım, biri okumaya başladı, kaçtım. Çok ipucu verirsem çok açık edersem, iyi mi kötü mü? Anlaşılamıyorum deyip sonra da anlaşılmaktan korkarsam, iyi mi kötü mü?
Baktım biri ipuçlarını birleştirip çözmeye başladı, dedim ki:
Kızım kaçma vaktidir. Topla pılını pırtını, bak açık veriyorsun, bak kaç.
Anlayanım yok dinleyenim yok diye üzülme ağlama. Sen kimi dinliyor, kimi anlamaya çalışıyorsun? Kime enerji, kime mesai harcıyorsun?
Kimsin kimlesin?
Kimden kaçıyorsun, kim senden kaçıyor? Seni anlamıyorlar diye ağlıyorsun ama sen kimi anlıyorsun? Hiç kimseyi anlamaya çalışıyor musun? Gerek görüyor musun?
Hiç kimseyi dinledin mi son zamanlarda?
Hiç kimseyi sevdin mi yeni? Hiç kimseye üzüldün mü, sevindin mi, hiç kimseyi özledin mi?

Sen ne diyorsun? Ne yapıyorsun? Ne kadar bencilsin ne kadar fedakarsın?
Bak neler anlatıyorsun, satır aralarını okuyanın var mı? Peki sen hiç kimsenin satır aralarını okuyor / anlıyor musun? Peki okuduklarını yanlış anlıyor olabileceğini hiç düşünüyor musun?

Kimseleri seviyor musun yenice, karşılıksız? En azından seni anlaması karşılığında, dinlemesi karşılığında değil mi sevgilerin bile artık? Böyle mi olur karşılıksız sevgi?
Otur düşün bir. Kendine yet. Yet canım artık. Üf.

Satır aralarımı okuyan yok mu?

Halı aldım. Amma velakin aldığım halıyı ilk evde gördüm. Halı şahane.. Rengi bahane.
Uymadı odamaaa :(( ühühüü ühüüü
Önce iki tane beyaz kocaman halı aldım. Salonuma koydum. Bir Antep geleneğini yıkıp oturma odası yapmayı reddeden biri olarak, salonuma kocaman bir kütüphane kurdum (yıllardır hayal ettiğim gibi). İkea'dan alınmış masif ahşap siyah kitaplıklarımla. İstanbul'dan ayrılmadan yaptığım son alışverişler.
Bir de beyaz kanepem. Kocaman. Tüüm salonu dolduran u şeklindeki kanepem. Üzerinde otur yat kıvrıl sarıl dolan yuvarlan misafir ağırla. o kadar kocaman.
Bu ikisi birleşinde Antiantep bir dekorasyon oluyor haliyle. Salonda L kanepe olmazmış, oturma odasında olurmuş. Peh.
Salonda kitaplığın ne işi varmış. Peh.

Ama ama şimdi aldığım halı tam Antep işi: Simli. Ühüüü.
Ama
Ama
ben bu simli halıyı çok sevdim. Ben de mi artık Antepliyim?
Böyle parlak, simli, kocaman çiçekleri olan halılarımı okşayıp sevmek istiyorum.
Sırf onlara uysun diye yeni bir koltuk takımı masa vs. alıp yeniden salon döşemek istiyorum.
Ben galiba benlikten çıkıyorum.
Hemen silkinip kendime geliyorum, bembeyaz halılarımı tekrar odama seriyorum, simli güzellerimi ikinci bir emre kadar üzülerek topluyor ve depoya koyuyorum :(( Ühühüüühü.

Kimse okumazsa ben okurum*

*Tüm yazılarını okuduğum yazar Ayşe Arman'ın kitabı.

Bu yazıya böyle başlamamın nedeni, artık bloğumun tamamen bir günlük havasına bürünüp, benim iç seslerimin iç hesaplaşmalarını paylaşma arenası haline gelmiş olması oldu.
Eskiden, ben gençkene, insanlara yararı olacak şeyler yazardım, okur faydalanırlardı. Bebelerini uyutmayı, büyütmeyi, ne bileyim bebeleriyle gidebilecekleri yerleri falan öğrenirlerdi. Ama cicim, artık, ben benden geçtim, yaza yaza yaz geldi, ama güneş doğmadı gitti, benim depresyonum da geçmedi gitti.
Agnucaston'u da bırakıyorum, hiiiiç bi faydası olmadı PMS'ime, hatta ağlama krizim o kadar şiddetli idi ki, kendini materyalist olarak tanıtan arkadaşım bile, saçımı okşayıp burnumu silmem için mendil verdi. İşte sevgili okur, o kadar kötü görünüyordum sen anla.
Sonracıma, gene to do list'Ler hazırladım, gene kararlar verdim, sanki 20 yıldır uygulayabilmişim gibi (hatta daha uzundur) gene uygulayacağımdan emin olarak.
Hem de hiç şüphem olmadan.
Ayda bir mi desem, iki ayda bir mi desem, yaparım ben bu listeleri:
Yogaya dön
Artık diyete başla
Kararlı ol, X'i arama. O seni arayana kadar arama
...
Bıt bıt bıt yapma, bıt bıt bıtı yap.
Spora başla
Ders çalış
Yarım makalelerini bitir.


Şöyle de birşey var, bu to do list nerdeyse yıllardır aynı. yıllardır hep aynı şeyleri planlayıp aynı şeyleri yapamamışım. Ne komik. Her yıl sadece birini bile yapsam olurmuş aslında.
Beş yıl önce yüzüncü kez yazmaya başlayıp ikinci sayfada bıraktığım günlüğüm dün elime geçti, gene aynı şeyleri yazmışım.
Ne sıkıcı tekdüze hayatım var sanki. Dolap beygiri gibi, dön dur.
Kararlar ver, planlar yap. To do listeni yaz, görebileceğin bi yere as.
Böyle biri ol. Şöyle biri olma.
Şunlarla görüşme.
Şunları arama.

Yok yok. Ben anladım. Can çıkar huy çıkmaz kardeşim, buysa bu.

Bu arada not: Cizre ya da Şırnak yerine Antep'e gelmiş olmamızın bana verdiği sınırsız coşku ve haz geçti (demek ki ömrü 6 aymış), öforim yerini hüzne, gülümseyerek sevgi kelebeği şeklinde dolaşmalarım yerini asık surata bıraktı, doink doink çanları çaldı. Evet, varsa eğer sevenlerime duyrulur. İstanbul'u istiyorum gözlerim kapalı.

24 Nisan 2011

Böyle iyiyim çocuk istemiyorum

Evet haklısınız, çocuğu kim ne yapsın? Çocuk insana yük. Ayağına bağ. Bak mutfak masasına aldığım yeni örtü yeşil boya olmuş, oyun hamuru mu parmak boyası mı ne?
Bu güzel haftasonunda da, çocuklar üşümesin diye eve hapsolduk. Oysa sevgilimle çıksak gezsek, alışveriş yapsak, sinemaya falan gitsek ne iyi olmaz mıydı hakkaten?
Kızımı buz patenine götürmek için o kalabalığın içine gireceğime alışveriş merkezine, çıkıp alışveriş yapardım. Onu eğlendireceğime kendim eğlenirdim.
Değil mi?
Yemek yapmayı sevmediğim halde yorgun argın yemek yapmakla uğraşacağıma bi pizza söylerdik, ooh, televizyonun karşısında keyfimize bakardık, değil mi? Çocuk kanallarını izleyeceğimize romantik bi film açar karşısında gerine gerine izlerdik..

Haklısın dün bana ben çocuk istemiyorum böyle iyiyim diyen arkadaş.
Pes etmekte de haklısın. Çocuk da neymiş ki? Üstelik olmuyor diye uğraş dur.. Biz hiç uğraşmadık, seviştik oldu.
Yaa..
Pes etmek kolay di mi? Ne çok neden var çocuk yapmamak için hem de bak. Düzenini boz, yaşamını altüst et, bisürü de masraf ne gerek var?
İki kere tüp bebek yaptırdın tutmadı diye pes et.

Biz hiç uğraşmadık ne de olsa.

Ama şunu da unutma:
O minik, minicik bebeğin büyüyüp de ayağa kalkıp da,
annesini ne kadar seviyor diye sorduğunda
kollarını kocaman iki yana uzatıp sonra da koşup koşup kucağına atlayınca

Sonra dört yaşındaki minik kalbin
bigün sana bakıp
durduk yerde, öylesine
"iyi ki varsın annecim, iyi ki benim annemsin" deyince,
biliyor musun arkadaşım, zaman durur. Herşey geçer. Uykusuz geceler de, kulağından gitmeyen ağlama sesleri de, masraflar da, yaşadığın zorluklar da,
hepsi geçer unutulur.
O minicik eller sana sarılınca
Sadece aşk kalır biliyor musun, hem de gerçek, saf, berrak aşk. Ömrü üç yıl değil, bir ömür süren aşk.
Bunu da başka biryerden bulamazsın, bilesin.

22 Nisan 2011

Depresyon dozu fazla gelebilir, hazır değilseniz okumayınız

Aslında sorun şu ki.. Ben hayatımı arkadaş biriktirmeye adamış birisi olarak..
Geride bıraktıklarımı çok arıyorum. Gerçekten.
Materyalist biri olduğumu söyleyemem. Sevgi üzerine kurmaya çalışırım ilişkilerimi. Mesela, Mine ve Hasniye, rüyamda sizi gördüm sabaha karşı. Hasniye'nin minicik scooter'ında üçümüz işe gitmeye çalışıyorduk. Aynı yerdeki işimize.
Aynı yerde.
İnsan sevdiği, anlaştığı, akşam çatkapı evine gittiği, çocuklarını alıp parka gittiği, doğumgünlerini birlikte kutladığı, iş çıkışı alışveriş merkezine gittiği çalışma arkadaşlarına ihtiyaç duymaz mı?
Ya da yaşam arkadaşlarına, evi uzak diye seyrek görüşebilse bile?
Burada sorun şu ki, herkes geçici. Herkes gidici.
Benim kafama uyan herkes biryerlere kapağı atma peşinde. Herkes mecburen gelmiş (mecburi hizmet) ve gün sayıyor bitsin diye. Şehir olmasa bile hastane değiştiriyorlar, özele gidiyorlar. Yedi aydır kime alışsam gidiyor. Kiminle kafam uyuşsa ayrılıyor.
En son dün beraber iş çıkışı paten kaydığımız, kahve içip sonra bowling oynadığımız, içimden neyse nihayet birileriyle uyuşuyoruz burda dediğim arkadaşlarımızın da tayin istediğini öğrendim.
Buradaki taktiğin böyle olduğunu söyledi sonra Özlem. Kimseye bağlanma. Kimseyle takılma fazla. Kocanla çocuklarınla gün doldur, bitince de çek git dedi.
O da en çok çatkapı arkadaşlarını özlüyormuş.
Yalnız olmadığımı bilmek neden(se) yalnızlığımı hafifletmiyor..
Evet gene premensim. Evet ne olmuş yani.. Bloğum bir depresyon günlüğüne döndü.
İstanbul'da depresyon yaşamadığımdan mı? Ayın iki günü, kendimi böyle hissettiğimde elimden tutacak kimselerim olduğundan mı orda böyle gelmezdi.
Dün hastanede saçma sapan şeylere ağlarken, bana bi peçete uzatan arkadaşımın da hastaneden ayrılmasına sadece iki hafta kaldığını düşünüp biraz da ona ağladım.

Dün üç kişi bana antidepresan başlamamı söyledi. İkisi doktor biri arkadaşım olarak. Hayır başlamayacağım. Geçecek bunlar biliyorum. Herşey bu sürecin bir parçası.

35 senemi kendimi tanımaya adadım ben, tanıyorum evet, bunlar da geçer. Hayır uyku sorunum falan yok, sabahları 4te uyanmıyorum. Hayır daha yoğun yerlerde de çalıştım, toparlarım. Hepsi geçer.

Artık çocuklarımın ikisini de alıp alışveriş merkezine gidebiliyorum, yakında Hico bize taşınıyor, hastanede işler yoluna girecek elbet, hep böyle karışık olmayacak ya.
Kafam da hep böyle karışık olmayacak ya. Hep böyle yorgun olmayacağım ya.


Bunları bana kimse söylemiyor madem ben söylerim napayım.

18 Nisan 2011

Evimde sabah kahvesi

Ohh nefis.
Kendi evimde kendi fincanımla kendi istediğim saatte.
Evimde.

İnsana neresi ev, neresi yuva? Ben anladım, çocuklarının yanı yuva.
Dün yaşadığım güzel haftasonu endorfin depolarımı doldurdu. Sabah bebeklerimle uzuun kahvaltı, öğlene kadar evde tembellik, ohh miss gibi banyo, temiz bebekler, öğlen Damla hanımla buzpateni, ardından termosta harika çayla çocuk parkında mola. Kumlarda yuvarlana yuvarlana oyun. Sohbet.

Akşam yemeği evde, nefis. Bebeklerim uyuduktan sonra gelen dostlarla gece yarısına kadar kahve çay kahkaha sohbet nefis.

Sevgilim sen eksiktin ama aslında içimizdeydin, çabuk dön, çok özledik. Her anlamda çok özledik. Hem yanımızda olmanı hem evimizde olmanı hem burada olmanı.

Bi de bişey var ki..
Olursa nefis olur (tereddütlerimi atana kadar yazmayacağım da, acabalarım geçince - iyi mi ettim kötü mü, az mı çok mu'larım geçince -)
nefis olucak, nefis...
Oh oh miss. Maşallah. Aa, şimdi farkettim, Damla dün hiç ağlama krizi geçirmedi. Aaa, ne iyi. Ona da maşallah.

8 Nisan 2011

İstanbul'da misafir olmak

İstanbul... Boğaz manzaralı otel odamda, sabah uyandığım an gözümü açtığımda ilk gördüğüm şey bir vapur.. Başımı yataktan doğrultmadan bile. Biraz kalkınca bütün boğaz ayaklarımın altında, karşımda Topkapı Sarayı, ağaçlar martılar ve göz alabildiğine su.
İstanbul'un en konforlu yataklarından birinde uyuyorum. Elimin altında aradığım (ve aramadığım) her şey hazır. Kahvemi içerken İstanbul'a, Boğaz'a, Dolmabahçe sarayına bakıyorum. Acıkınca bi taksiye atlayıp Taksim'e gidiyorum iki dakikada, Sofyalı senin Otto benim.
Bu mu yaşam? Bu benim bir iş seyahati için kurduğum sanal yaşam. Burada yaşadığım on sene boyunca kaç kere Boğaz'a nazır sabaha kahvesi içmişliğim var? On kez?
Bu şehirden beni okuyanlar, söyler misiniz kaçınız bu şehri böyle yaşıyor? Kaçınız benim eskiden yaşadığım gibi kaçarak yorularak bıkarak yaşıyor?

Bir de şu var ki, şart da değil diyebilirsiniz.. Bu lükse kaçıyor, illa deniz kıyısında mı yaşamalı, ben de kendime soruyorum, yıllarca sordum. Düşününce, Antep'ten fazlası ne ki bu şehrin suyu dışında?

Arada bir alışverişe, tarih-kültür turuna, gezmeye gelsek.. Onun dışında uzaktaki sevgili gibi özlesek İstanbul'u, gelince daha çok sevinsek.. Her evden çıktığımızda trafiğe, kalabalığa söylenmeden işimize gideceğimiz, daha ucuza alışveriş edeceğimiz, herşeyin bedelinin yüksek olmadığı, stresin daha az olduğu küçük şehrimizde daha sakin daha stabil bir yaşam sürsek.. Of çok uzak orası şimdi dediğimiz en uzak yere on dakikada gidebilmenin keyfini çıkarsak.
Yoksa küçük şehir bizim ufkumuzu daraltıyor, görüş açımızı kısıtlıyor, önümüzü görmemizi mi engelliyor....

Ben kendimi kandırıyorum di mi. Ben İstanbul'dan başka yerde yaşayamam di mi.
Ben gene kaşınıyorum di mi.

6 Nisan 2011

Küçüğüm daha çok küçüğüm

Küçüğüm daha çok küçüğüm
Bu yüzden bütün hatalarım
Öğünmem bu yüzden
Bu yüzden kendimi
Özel önemli zannetmem.

Bir arkadaşım (şimdi yabancım) demişti ki, "kendini ve yaptıklarını çok önemseme." O zaman aldırmamıştım, önemliyim sanmıştım.
Büyüdükçe anlıyorum ne kadar küçük olduğumu, ne çok hata yaptığımı, çoook uzun bir cümlenin sonunda başında ya da ortasında yer almamın (benden başka) hiçkimse için aslında çok da önemli olmadığını.
Sezen Aksu da tahminen benim yaşlarımda farketmiştir, bu şarkıyı yazmıştır.
Şimdi her dinleyişimde, ben yazmışım ben demişim bunları sanıyorum.
Dinlesenize bir,


Küçüğüm daha çok küçüğüm
Bu yüzden bütün saçmalamam
Yenilmem bu yüzden
Bu yüzden kendime hala güvensizliğim.

Öyle. Çevremde kendime olan güveniyle meşhur ben, aslında bir baktım da, ne kadar az güveniyormuşum kendime. Kendi başıma kaldığımda fark ettim. Kendimi dinleyince sorunca sorgulayınca anladım. Neredeyim dedim, cümlenin neresinde? Cümlemin neresinde?

Ne kadar az yol almışım
Ne kadar az
Yolun başındaymışım meğer

Başında... keşke öyle olsa. Yolu ortalayıp biyere gidememiş olduğumu düşünme modundayım desem daha doğru olacak. Parmağımdaki minik taşlı pırlanta yüzük gibi mesela.. Ha 350 dolara alınmış olsun ha 3500 dolara. Satmak istesem 150 dolar veren çıkacak mı? Minik taşlı neye göre minik? Kocaman mı? Neye göre kocaman?

Yaptıklarımıza göre mi büyüğüz? Başardıklarımıza göre mi? Neyi başardık.. ne yaptık.. neredeyiz? Hala hatalar yapmıyor muyuz? Hala övünmüyor muyuz, lüzumsuz? Gurur yapmıyor muyuz? Ben yapıyorum, pişman olacağım şeyler de yapıyorum, üzüleceğim şeyler de.

Kim imza atmaz Sezen'in cümlelerine?
Küçüğüm daha çok küçüğüm
Bu yüzden bütün korkularım
Gururum bu yüzden
Bu yüzden çocuk gibi korunmasızlığım
Küçüğüm daha çok küçüğüm
Bu yüzden sonsuz endişem
Savunmam bu yüzden
Bu yüzden bir küçük iz bırakmak için didinmem..

NOT: Bütün bu ruh haline girmemin nedeni gerçekten kilo vermeye çalışırken 2 kilo alışım olabilir mi? Ya da premenstrüel sendromumu geçirsin diye kullanmaya başladığım Agnucaston beni bir ay süren kesintisiz bir premenstrüel sendroma mı soktu? Var mı bir bildiği olan, bi çaresi? İmdat.
NOT2: İstanbul yolcusu kalmasın.

4 Nisan 2011

Yalnızlık nedir nerededir?

İnsanın içindedir. Ara ara çıkıp ortaya, boğar, basar. Yalnızlık basar, evet.

Mesela, fiziksel olarak 150 kişilik bir kalabalığın ortasında olabilirsiniz, ya da evde tek başınıza. Kocaman bir alışveriş merkezinde ya da bomboş bir hastane odasında olabilirsiniz. İçinizdeki yalnızlık canavarı günündeyse, gelir sinsice, çıkar kutusundan, basar. Gelir kalbinizin ortasına çökelek peyniri gibi oturur. Başlar kalbinize elindeki buz aküsüyle basmaya. Aslında ben genelde sıcak bir taş gibi oturur sanırdım, ama okuduğum bir kitapta yazan bir cümle üzerine farkettim ki, soğuk soğuk basıyor yalnızlık.

Mesela, gelmesin diye ses istersiniz çevrenizde, walkman takar, arabanın radyosunu sonuna kadar açar ya da bilgisayarınızdan bi müzik kanalı bulursunuz. Farketmez, müzik daha da bastırır, kapatırsınız..

Sizi kurcalar yalnızlık böceği, eski defterleri açtırır, daha önce atlattığınız iç sıkıntılarını, pişmanlıkları, çoktan af dilediğiniz, ya da çoktan tövbe ettiğiniz hatalarınızı günahlarınızı ısıtıp ısıtıp önünüze koyar. Ben buna doymuştum deseniz de, bi bakarsınız sıcacık. Sanki dün yaşamış daha henüz pişman olmuşsunuz gibi. Yeniden üzülmek istersiniz, sanki bu olaya üzülüp bitirmemişsiniz gibi. Kaşımak istersiniz, ama ben bunları daha yeni küllendirmiştim diyekalırsınız.

Gerçekten yalnızsınızdır ya da, bunun tadını çıkarmak isterken, yalnızlık böceği gelir bu sefer saçlarınızın arasında dolaşır, kaşır kaşır kafanızı.. Neden yalnızsın, sevenlerin nerede, sevdiklerin nerde, neden telefonun hiç çalmıyor, bu koca şehirde kimsen yok mu, neden kimse arayıp sormuyor seni, neredeler? Yalnızsın işte yalnız, diye ensenizde boza pişirir. Aslında yalnız olmayı ben seçmiştim, çalışmalıyım biraz zamana ve sessizliğe ihtiyacım var demek istersiniz. Diyemezsiniz, yalnızlık böceklerinin tıkırdamasından kafanız karışır. Yoksa istemiyor muyum tek başına olmayı diye sorarsınız.

Bazen kuvvetle karşılarız bütün bu olanları da, bazen, hormonların mı etkisiyle, neyin etkisiyle, karşılayacak gücümüz olmaz. Bazen hayatı bile yaşayacak taşıyacak gücümüz olmaz. Sadece durmak uyumak isteriz. Bu günlerde daha da gelir yalnızlık, girer içimize, gezinir derimizin altında kaşıya kaşıya. Bak işte, gördün mü, tam da seni anlayacak birilerine ihtiyacın varken nerdeler diye sorar da sorar.

Benim bitek bana ihtiyacım var, önce kendimi affetmeliyim, kendimle olmalı, kendimi sevmeli, kendimle kalmalıyım demek istersiniz, sesiniz duyulmasın diye davul çalar kafanızın içinde.
İşte, bazen, yalnızlık sizi hiç anlamaz. Size sormaz. Ben geldim, sen beni istememelisin, ben burda fazlayım ama senin kaderinim ve gitmeye niyetim yok der.
Bişey diyemezsiniz.

Öyle olmaz mı?

31 Mart 2011

Memleket neresi?

Memleket neresi?
Doğduğun yer mi? Doyduğun yer mi?

Benim memleketim neresi? Mesela, doğduğum, annemin de doğduğu, çocuklarımın da doğduğu yer mi? 10 sene yaşadığım yer mi? Yaşayamadan önce onlarca sene orada yaşamanın hayalini kurduğum yer mi? Gelin gittiğim, evlendiğim, ilk evim, ilk göz ağrımın olduğu, parasızlığı zenginliği, hastalığı doğumu, acıları tatlıları yaşadığım, trafiğe küfrettiğim, suyuna aşık olduğum, her uyandığım sabahına şükrettiğim, sonra kaçarcasına ayrıldığım yer mi? Annemi kardeşlerimi arkamda bırakıp ayrıldığım yer... Hayallerimin şehr-i İstanbul'u mu?

Mesela, büyüdüğüm, on sene yaşadığım, okuduğum, liseyi üniversiteyi bitirdiğim, sokaklarında yürüdüğüm, gençlik acılarını çektiğim,sonra aşık olup evlenmeye karar verdiğim yer mi? Adana mı?

Mesela, artık nice sonra bir hayat kurmaya karar verdiğimizde, bize artık acı çektiren sevgiliden, İstanbul'dan kaçma günü geldiğinde, devletin zorla gönderdiği, pılımızı pırtımızı toplayıp çoluğumuzu çocuğumuzu alıp göçtüğümüz, hiç kimseyi tanımadan hiçbir sokağını bilmeden, daha evvel hiç suyunu içmeden ekmeğini yemeden, daha evvel görmeden evimizi barkımızı alıp geldiğimiz yer mi? Hiç arkadaşımızın olmadığı, anlayanımızın dinleyenimizin eşimizin dostumuzun olmadığı, bebeklerimizi güveneceğimiz kimsenin olmadığı, dert ortağımız, karagün dostumuz, sevenimiz özleyenimiz hiç kimsenin olmadığı Antep mi? Gizlice yalnızlık çektiğimiz, gizlice üzüldüğümüz, buralarda iki başımıza kaldık diye hayıflandığımız ama kimse üzülmesin diye belli etmediğimiz, eğlenir gibi yaptığımız, annemizi evimizi özlemez gibi yaptığımız, bazen sinirlenip hırçınlaştığımız, ama yalnızlığı da içimize sindirmiş gibi göründüğümüz, hep gülümseyip "Burası çok güzelmiş nasılsa alışırız" dediğimiz yer mi?

Bunları, Adana'da, bir aylık bir kurs için geldiğim Adana'da, bugün 10 yıldır görmediğim bir arkadaşımla karşılaştığımdan beri düşünüyorum. Ankara'dan Adana'ya neden geri taşındıklarını anlatırken dediklerini düşünürken.. "Herkes buradaydı, evimiz barkımız arkadaşlarımız, geçmişimiz çevremiz buradaydı, annem babam buradaydı, memleket gibisi yoktu, toparlanıp döndük biz de..." deyince o...
Düşündüm de... Benim de buradaydı "herkes"im... Annem babam kardeşlerim, arkadaşlarım, evim okulum.. Hepsi buradaydı on yıl önce... Sonra sıfırdan yeni bir hayat kurduk, başka bir şehirde... Ailem de geldi, bizimle, evimizi sattık, yeni arkadaşlar biriktirdik orada. Oldu ama, biriktirdik. Baktık ki orası daha memleket oldu bize, teyzelerim kuzenlerim, arkadaşlarım, ailem çocuklarım, on yılda bir tek gün yalnızlık çekmedim. Bir tek gün nerden de geldik buraya demedim. Suyu gördükçe su gibi aktı gitti dertlerim tasalarım İstanbul'da.
Sonra geldim, dolandım durdum geçmişimi aradım Adana sokaklarında, izlerini bile bulamadım, unutmuşum.
Sokaklarım değişmiş, insanlarım değişmiş, bir Berna'm aynı kalmış evini açan bana, ama diyorlar ki ben değişmemişim, sonra bakıyorum ki ne çok kişi biriktirmişim burda da, bir hemşire "hatırladın mı beni", bir ameliyathane personeli "doktor hanım tanıdın mı beni sen öğrenciyken ben kantincinizdim", bir hocam "seni nasıl unuturum, nerelerdesin bir gün gel çayımı iç", eski arkadaşlarım "hiç değişmemişsin"....
Değişmemiş miyim? Hiç mi? Hiç.

Hoşgeldin geçmişim. Geçmemiş miydin sen? Çoktan?
Yahu hiç mi değişmemişim, yaşadım yılları, sevdim evlendim sen görmeyeli, çocuklar doğurdum, acılar ölümler tattım, kilolar aldım verdim, işler değiştirdim, uzman oldum.. Yaşadım yaşlandım.
Yok hiç değişmemişsin.
İşte bunu bulduğum Adana değil mi benim memleketim? Peki çocuklarımın memleketi neresi?
Peki benim? Geçmişimin yanı mı? Sevdiklerimin - sevenlerimin yanı mı? (Ben nasıl bir sevgi arsızıyım, hele bu aralar daha da nasıl, sevenim var mı hala, nerde varsa? Memleketimde mi?)
Benim memleketim neresi? Nerde yaşayacağım, nerde yaşlanacağım daha?

21 Mart 2011

Evrenle aramdaki mesajlaşma

Dün akşam facebook'a (herhangi bir zamanda ilk kez olmak üzere) bloğumun artık olmamasından duyduğum üzüntümü yazmışken..
Birşeyler yazmaya, söylemeye ihtiyacım varken..
Sabah kendime bir wp blog adresi almış (hayalalani.wordpress.com) ve dışa aktarmak için bloğumu açmışken..
bir de ne göreyim..
blogger açılmış.
Eh.
Gerçi gene kapanır bu, da, şimdilik taşınmayalım bakalım.
Vardır bunda da bir hayır.

3 Mart 2011

Bir çocuğa aşı

Birgün bu bloğu yazmaya başladığımda bu kadar büyük bir dünyanın bir parçası olacağımı ummazdım.
Zaman zaman beni çok duygulandıran çok gözlerimi dolduran şeyler yaşadım yazdıklarım sayesinde.
Bazen kendi yazdıklarıma kendim ağladığım da oldu.
Bu kez, ağlamadım ama hoşuma gitti. Aslında bir sosyal sorumluluk projesi (severim ben bu kavramı). Prima çocuk bezi var ya (anti parantez, ben kullanıyorum evet, 4 yıldır hergün :) ama bu konuyla hiç ilgisi yok, bence bu proje reklamı haketmiş), bana bir mail attılar, bloğumdan bana ulaşmışlar ve bir mektup yolladılar.
Benim adıma bir çocuğa tetanos aşısı bağışlamışlar.
En az TEMA vakfının fidan bağışı kadar beğendim. Zira tetanostan ölen hastayı gözümle gördüm, kimsenin ömür boyu görmesini istemediğim bir tablo.
Hala dünyanın bazı yerlerinde yenidoğan tetanosundan ölen bebekler olduğunu bilmek acı hakkaten.
Hastalığı merak eden varsa araştırıp okuyabilir, konumuzla ilgisi yok da, tek söyleyeceğim, tetanosa yakalanınca tedavisi yok. Direk kasıla kasıla nefes alamayarak ölüyor hasta / bebek... Nefes kasları da kasıldığından birşey yapamıyorsun. Bildiğin boğuluyor. Çok çok fena kimsenin hayal edemeyeceği kadar kötü. Çok fakir ülkelerde göbek kordonu kötü şartlarda kesildiğinde bebeklere bulaşıyor ve ölüyorlar.
Önemli not: Aşı %100 koruyucu.
Süper değil mi? Şimdi benim sayemde bir çocuk kurtuldu :)
Unicef'le Prima'nın işbirliği ile, eğer http://www.facebook.com/PrimaDunyasi#!/PrimaDunyasi?v=app_10339498918 sayfasını beğenirseniz sizin adınıza bir çocuğun aşı bedeli de Prima tarafından Unicef'e bağışlanacak.
Prima bence bu fikirle bu kadar reklamı da haketmiş zaten.
Sevgiler Sağlıklar...

20 Şubat 2011

Bu haftasonum

Hatırlayan var mıdır bilmem, vakt-i zamanında bir postum vardı (linkini koyamıyorum çünkü vınnnnn denen şey o kadar yavaş ki bloğumda dolaşamıyorum :( )
Bu eski postta bir günümün nasıl geçtiğini anlatmıştım, ben anlatırken, okuyanlar da okurken yorulmuştu.
Şimdi de bu haftasonumun nasıl geçtiğini, neler yaptığımı anlatıyorum:
Bu haftasonu şuuuunları yaptım:
DURDUM.
EDIT: Sabah herkes uyurken, VINN bana kalmışken, bakın buldum o yazımı:
http://hayalalani.blogspot.com/2009/12/bir-gunum-kac-saat.html

14 Şubat 2011

20 yıl sonra yeniden Antakya

Biz sevgilimle evden kaçtık :) Çocuk sponsorumuz annem ve haftasonu kalmayı kabul eden bakıcımız sayesinde :))

İnsan büyüdüğü sokaklarda 20 yıl sonra dolaşırken ne hisseder? İnsan nerde büyümüştür, ilkokulu okuduğu yerde mi, ortaokulu mu yoksa liseyi okuduğu yerde mi?
İnsan 20 yıl önce 5 yıl gibi uzun bir süre yaşadığı, oynadığı, öğrendiği, belki ilk kez aşık olduğunu sandığı sokaklarda yürürken ne hisseder, hatırlar mı?
20 yıl dile kolay değil mi?
İşte Antakya.

İşte her gün okula yürüdüğüm yollar (ne kadar uzakmış), işte 19 Mayıs gösterisine çıktığımız stad (şu an gibi gözümde, mor penye etek, saçımda aynı renkten bant, provadayız), Levent gıda pazarı kapanmış, Mina kırtasiye 20 yıldır açık mı vay be, İpek apartmanı hiç yaşlanmamış (o zaman da aynıydı, belki zaten yaşlıydı), evimiz devlet dairesi olmuş, İşbankası lojmanı boşalmış metruk bir bina olmuş, vay be horoz oynayıp neşeli çocuk çığlıkları attığımız bahçeyi otlar bürümüş.
Kardeşimi aradığımda ilk sorduğu boş arsamız, otoyıkamacı olmuş. Küçük park duruyor, Otağ düğün salonu mobilya galerisi ile internet kafe arasında bölüşülmüş. (Begüş, baktım da, oraya onbinlerce çocuk sığarmış be ablacım, siz benle yıllarca alay ettiniz gerçi :) )
İşte Asi nehri, okulda maketini yaptığımız eski meclis.. Kültür merkezi olmuş.
Açılışını hatırladığım (97'deymiş) Büyük Antakya Oteli, ne kadar ulaşılmazdın, büyüktün, lüks ve pahalıydın. O kadar da değilmişsin :) Mesela bize akşam bir meyve sepeti yolladın ki, takdirimi kazandın, aferin :)


Müzenin önü, Uzunçarşı, Ferah künefecisi, Sultan Sofrası, bu sokaklar, en çok da bu sokaklar..
Sevgilim, bana ne güzel bir sevgililer günü hediyesi verdin bilemezsin. Teşekkür ederim. Geçmişimden bir sayfa verdin bana.

9 Şubat 2011

Aşk tesadüfleri mi sever

Aşk tesadüfleri mi sever? Acıları mı?
Aşk acı mı yoksa acı bir tesadüf mü?
Bu aşk ne acı birşey, acı birşey mi?

Bu filme gittik gördük ya, bebek sponsorumuz annem sayesinde, eh dedi, ben gördüm siz de gidin bu akşam dedi.
Ama annecim dedim bak mutlu son değilse gitmeyelim dedim, benim aşka inancım gerek, mutlu sonu göresim gerek dedim. Demedi. Mutlu son demedi, herkes ağlayarak çıktı sinemadan dedi. Ne bileyim gene de düşünmedim, mutluluktan belki ağlamışlardır dedim.
Eh, ben Babam ve Oğlum'u da, Issız Adam'ı da bu nedenle seyretmemiş değil miydim? Hayatta bi sürü gıcık şey oluyor bi de sinemada neden ağlayayım dedim...
Ama şiştim dün gece gözümde akmayan yaşlarla aşkı -aşkın sonunu - sorgularken.

Eh söyle bakalım sevgili okuyucu.. Neydi bu aşk?
Nasıldı?
Tesadüfleri mi severdi?
Öldürür müydü güldürür müydü?
Sevmek yeter miydi, almak şart mıydı, ölmek gerekli miydi?

Aşk acı mıydı, acı bir tesadüf müydü?
Aşk hep mi yanlış zamanda gelirdi -hep mi geç kalırdı?

8 Şubat 2011

Keep


*Teşekkürler Sardunya, hatırlattığın için.

7 Şubat 2011

Ne güzelsin sen..


Ne güzel geldin, ne güzellikler getirdin bize.

Ne kadar masumsun.

Ne kadar büyük bir mucizesin bir bilsen..

Mucize olduğumuzun farkına varacak kadar büyüdüğümüzde o kadar kirlenmiş oluyoruz ki, unutuveriyoruz bunu.

Ama bir bakınca sana, sen o ilahi güzelliğin aynasısın, yansımasısın.. Bu hiç aklından çıkmamalı insanın.. Büyüyünce de, yaşlanınca da, kirlenince bile.

Varlığın, masumluğun, küçüklüğün, nefes alışın bile bir mucize.

Hoşgeldin bebek.

Ne iyi ettin de geldin.

2 Şubat 2011

Bizi uçağa yetiştiren o kadın

Biliyorum internet tuhaf bir mecra.. Buradan tanıdığım nice insanlarla yolda karşılaştım.. burada yazdıklarımı okuyup nice insanlar bana ulaştı. Ummadığım kişiler beni tanıdı, beklemediğim kişilerle dost oldum...
Bu nedenle..
Biliyorum, size de bu yazdıklarım bir şekilde ulaşacak. O da olmadı iyi dileklerim burada yazılı kalacak, evren bu mesajı er geç size iletecek.
Çünkü dün teşekkür edemedim.
1 Şubat akşam sekiz Pegasus uçağıyla Gaziantep'e gitmek için E10 ekspres otobüsüne bindiniz. Sonra benim uçak saatimi yanlış hatırladığımı farkettiğim telefon konuşmama tanık oldunuz. Sonraki çırpınışlarıma da.. Hayır, check in bitmişti ve bizim için birşey yapılamazdı zaten daha otobüsteydik. Hayır Pegasus'un başka uçuşu yoktu. Hayır biletimi iade ya da açık bilet yapamazlardı. Hayır başka havayolunun Antep uçağı yoktu.
Bebeğim kucağımda uyuyordu, iki valizim varıd ve kar yağıyordu.
Çevremdeki herkes bana acır ve cık cık der yoluna giderken...
Siz beni kendime getirdiniz (ben otobüsten inmeden geri dönmeyi düşünüyordum galiba, tam hatırlamıyorum), "bir denemelisin, bebeğin var belki alırlar, belki check in kapanmamıştır, hadi.." ...
koca valizimi kapıp önümden terminale doğru koşmaya başladınız. Ben arkadan ağlayarak gelirken siz, "hadi hadi" diye beni acele ettirdiniz. Onlarca kişilik güvenlik kontrolünün en önüne beni ve valizlerimi atıp hadi dene dediniz.
Siz oydunuz. Dün gece karşıma çıkması gereken melektiniz.
Bunu okuyorsanız, hadi canım ne yaptım ki diyebilirsiniz. Demeyin.
Merak ediyorsanız şöyle bitti gece:
Uçağa bindik sonunda.
Güvenlik kontrolünden 3 saniyede uçarak geçtik. Check in kontuarına uçarak girdik. Görevliye baktım ve Antep, lütfen dedim.
Arkaya dönüp Antep alayım mı dedi.
Aldı.
Ben ağlamaya başladım. Kimlikleri bile uzatamadım heyecandan.
Sonra koşarak uçağa bindim.
Ve inene dek size dua ettim. Çok dua ettim. Çok şükrettim.
Allah size, bu yaptığınız iyiliği çocuğunuzdan çoluğunuzdan hayırlarla döndürsün inşallah dedim.

Belki çok büyük birşey değildi, ama işte sayenizde o uçağa bindim. Belki gene de binecektim.. belki de karda kışta gecenin yarısı bebeğimle rezil olacak, eve dönecek (bir buçuk saatte), ertesi güne uçak arayacak, sabahki ameliyatlarıma yetişemeyecek, biletleri kaybedecek ve dahası moralimi ve yaptığım hatadan dolayı kendime saygımı yitiecektim.
İşte buradayım.
Karşıma çıktınız, hayatıma dokundunuz. İçiçe geçen halkalardan oluşan evrenimizde bir halkayı tamamladınız.
Bense size teşekkür bile edemedim, dönüp geriye bakamadım bile.
Ama eminim bu satırlarım sizi bulacak. Sizin halkalarınızdan birini mesela birgün ben tamamlayacağım.
Teşekkür ederim, çok hem de.

1 Şubat 2011

Bir insan evladı ne ister?

Bebeğinin ameliyat sonrası anestezinin etkisiyle uyuduğu uzun ve derin uykudan uyanırken şöyle demesini bence:
"Anne çok güzel bir rüya gördüm. Rüyamda bi peri vardı ve seni çok güzel bir prensese çevirdi.. yani anneyi..."
Çok şükür Allah'ım sana.. İyi ki vermişsin bana bu periyi, iyi ki doğurmuşum.
Çok şükür, sağ salim geçti ameliyatımız, kızım iyi şimdi, kuduruk viteste hayata devam etmekte.
Şükür.

27 Ocak 2011

Hayat sana teşekkür ederim...

Şarkı söylemek geliyor içimden..
En çok Sezen Aksu şarkıları dolanıyor dilimde...
Hayat sana teşekkür ederim...
Bir de ...
Yine mi güzeliz yine mi çiçek...

Bu sabah yağmur var İstanbul'da da olur, Mazhar'dan dinlesem ne iyi olur.
Çoktandır müzik dinlemediğimi farkeden var mı? Mesela bi sürü güzel şarkıyı yüklesem mp3 çalarıma, sonra da dinlesem, söylesem, yürüsem sokaklarda falan?
Mesela, yarın gidince İstanbul'uma, yürürken ıslak sokaklarında,
Mazhar'ı dinleye dinleye söylesem,

Bu sabah yağmur var İstanbul'daaaa.... desem..
İstanbul'uma kavuştuğum için utanmadan bağıra bağıra söylesem, herkes bana dönse baksa, ben de ne bakıyosun desem içimden.

Sonra..
Hayat sana teşekkür ederim... gene geldim kavuştum bu sokaklara desem.
kardeşlerimi gördüm ne güzelleştim desem.

acılarım oldu herkes gibi elbet
herkese kısmet olmayan sevinçlerim
unutulmayı da göze aldım evet
hayat sana teşekkür ederim

Sonra bir arkadaşım arasa, bu gece için Sezen Aksu konserine iki biletim var, gidelim mi dese.
(Evren al mesajımı hahhaayt :))
Olur desem.
Sonra
Başka bi arkadaşım arasa, bu gece hadi İstiklal'e gidelim dese
Yine mi güzeliz yine mi çiçek... desek beraber.

Saçmalama kontenjanımdan yazdım. Yoga meditasyon üstüne neskafe.. Kafam kıyak kısacası :)

23 Ocak 2011

Benim gibi balık pişirmekten korkanlar için

Ben yemek yapmayı sevmiyorum. Evrenle olan mesajlaşmalarım esnasında da bunu bolca belirtirim, farkındayım.
Beceremiyorum dedikçe de hakkaten beceremem.
Hele balık..
Oy oy oy.
On kere beceremem der dururum.
Ama, arada da, yapasım gelir, bak mesela bugün.. Vallahi de süper oldu. Niye olmasın ki? Yahu süper anne değil miyim ben? Bu kategorilerin içinde güzel yemek yapmak da yok muydu?

Aldım bugün kocayı koluma, gittik Metro Cash & Carry'ye, aldık kız gibi çipuraları, bir tarif (böyle kıytırık yerlerden de ne tarifler çıkar bu arada), metro broşüründen aldım tarifi.
Ahan da şöyle:
Kızları Borcam'a diz,
sırtlarını çiz
aralarına ve üstlerine limonları yatır,
bir tabakta şunları karıştır: domates, biber, soğanlar halka halka, sarımsaklar diş diş, maydanoz, tuz karabiber,
bunları kızların üzerine ser.
Azar terayağ, bolca zeytinyağı üzerine dök.
At 180 derece ısıtılmış fırına
Yarım saat pişir.

Vallahi de nefis oldu, keşke aklıma gelip fotoğrafını çekseydim :) Bi de mantar olsaydı, kalmamış evde. Olsun mantarsız da oldu.

Bebeklerim de bi sevdiler bi sevdiler.
Koca kişisinin ısrarına dayanamayıp üstüne gidip bi de künefe aldım (hasta ya kıyamıyorum) ama ben de yedim, oohhh kebap.
Balık üstü künefe. Maşşallah.

Ay ne açgözlü bi yazı oldu yahu.

22 Ocak 2011

Yazamıyorum çünkü...

Gerçekten vaktim olmuyor. Bahane değil biliyorum ama şu aralar sağlıktan yola çıktık gidiyoruz, hayırlısı ile.
Önce sevgilim apendektomi oldu.
Sonra kızımın kulağına tüp takılacaktı, ateşi o kadar yüksek ki iki gündür, ameliyat ertelenmekle kalmadı, ateşini de düşüremiyoruz. Bu duruma da ailecek sinir oluyoruz.
Annem koştu yetişti sevgilim ameliyat olmadan, hızlıca bizi kanatları altına aldı. Mesela sevgilime moral olsun bana da iyi gelsin diye bizi sinemaya gönderdi.. Eyyvah eyvah dedik dedik durduk :) Sevgilim dikişleri ağrımasın diye gülmemeye çalıştı pek ama benim kahkahalarımı da susturamadı diyebilirim. Gerçi bu son yılların en iyi komedisinde tek ağlayan da ben olmuşumdur sanırım, gözyaşlarım hazır beklediğinden sanırım, aşk meşk ne güzel şey diye diye ağladım :)
Aylardır ihmal ettiğimiz mutfak masasını aldık nihayet.. İstediğimiz gibi banklı (en büyük derdim buymuş gibi sanki).. Baktığım masalar da inci boncuklu camlı ferforjeliydi bu arada, Anteplileşiyor muyuuuummmm yoksaaa :) silkinip kendime gelip ahşap seçtim bir tane.
Yeni bakıcımız işe başladı bugün, hayırlısı bakalım, herşey olacağına varır, su akar yolunu bulur diye kapatıyorum bu yazıyı.
Bu arada yazıyorum da, okuyan oluyor mu hakkaten merak etmiyor değilim. Ey ahali duyduysan gel bana :)

20 Ocak 2011

İLAN VE TEŞEKKÜR

Sevgilimi önce ameliyat olmaya ikna eden !! sonra da başarılı bir operasyonla sağlığına kavuşturan, günlerdir ağrıdan kıvrandıran melun apendiksini alan sevgili arkadaşım,
Genel Cerrahi Uzmanı
Op Dr DENİZ GÜLHAN'a,

ayrıca Op Dr OZAN ZARALI'ya,

onu başarıyla uyutup uyandıran ve ağrısız bir gece geçirmesini sağlayan,
Anesteziyoloji ve Reanimasyon Uzmanı
Dr DAMLA SARIGÜNEY'e,

Koşarak ülkenin her yanından gelip bebeciklerimi emniyete alan, aklımın evde kalmamasını sağlayan, onlar olmasaydı olamayacağımız,
ANNEME ve sevgilimin ANNESİNE ve BABASINA,

Her türlü olumsuz şartlara (yorgunluk ve uykusuzluğuna) rağmen beni bırakmayan ve sevgilimin ameliyatına girerek içeriden bana casusluk yapan sevgili çalışma arkadaşım, meslektaşım,
Op Dr ABDULLAH TÜTEN'e,

ayrıca bu stresli gecemde beni yalnız bırakmayan sevgili çalışma arkadaşım, meslektaşım
Op Dr GÜLAY GENÇ ve eşi (kızımın doktoru) sevgili
Op Dr UMUT GENÇ'e,

Şefkatle ve sabırla eşimin tedavisini yapan ve bana destek olan hemşire arkadaşlarıma,

Beni yıllar sonra bir yakınımı devlet hastanesinde ameliyat etmeye ikna eden bu güzel hastaneyi yapan, yöneten ve burada şevkle çalışan herkese,

Çok teşekkür ederim.
Kendime ve sevgilime de geçmiş olsun.

13 Ocak 2011

Çocukları anlamak

Ben anne oldum olalı, anlayamadım desem yeridir.
Küçük kütüphanemde en önemli grubu bebek bakım - artık çocuk eğitim kitapları oluşturuyor. Ama okuduklarımdan öğrendiğim birşey varsa, o da çocukları anlamak zor.
Aslında, Tracy'nin, Ferber'in, Karp'ın bana öğrettiklerini hayata geçirebilmemi kim öğretecek onu bilmiyorum işte.
Bir de ben sabırlı mıyım onu bilmiyorum..
Bazen, evet ben olmuşum, Hz Eyyub'un suyundan içtiğim belli oluyor diyorum.. Bazense, yok yok yooook, benden anne manne olmaz diyorum...
Ama ne zaman okuduğum birşeyi uygulayabilsem, oldu bu iş diyorum.

Bir örnekle bağlayayım:
Damla hanım gece yatarken, birkaç zamandır üstünü örtmek konusunda sorun çıkarıyordu. Yorganını tamamen yere atana kadar uyumuyor, hatta bağıra bağıra ağlıyordu. Artık ben de, gene mi aynı terane diye sinirleniyordum ve bu böyle sürüp gidiyordu.
En son dün, aklıma geldi, onu anladığımı anlasın tırınınısı yapayım dedim.
Gene yorganı tekmeleyip ağlamaya başlayınca,
"Hımmm.. yorganını hiç sevmiyorsun" dedim.
Ağlaya zırlaya "evet" dedi.
dedim ki, "Ama ben onu senin için almıştım. Hani üzerinde minik minik bisürü kalp olan, hem de rengarenk olan, senin için özel olarak aldığım yorganını sevmiyor musun yani, neden acaba çok merak ettim" dedim.
Kitaplarda örnek vaka olarak verdikleri hikayeler genelde bu noktada çözülür.. Ben pek umutlu değildim ama Damla burnunu çeke çeke şöyle dedi:
"Çünkü ben kalp çizmeyi bilmiyorum ühüüüü ühüüüü"
"Aaaa" dedim. "Ondan kolay ne var" Hemen kalktık, ışığı açtık, odasındaki kara tahtanın önüne geçtik, ona kalp çizmeyi öğrettim. Öğrendi mi, iyi kötü öğrendi valla.
Sonra sevine sevine yatağına girdi, üzerini örttü ve uyudu.
Sabah uyandığında koşarak tahtasına gitti ve kalpler çizdi.
Bugün yatağa girince hemen yorganını istedi.
Dedim ki, ah kuzum bu muymuş.. Çektiğim onca eziyet bundan mıymış?

Bu yazının özeti: Bunlar içerden çıkarken yanında kulanma kılavuzu da gelse mesela, biz onları anlasak hemen, bu b..ktan şeylerden ağlamasalar.. Biz de üzülmesek..
Eh peki bu olmayacağına göre, biz (ya da genellemeyeyeim ben diyeyim) daha sabırlı olsam da çocuklarımı anlamak için daha çok çaba gösterebilsem. Ne iyi olmaz mıydı?

12 Ocak 2011

Annemle ben

Anne bak sana üzerinde bunlar yazan bisürü magnetten oluşan bi hediye aldım (beni doğurma hediyen :) )
Hadi gel de veriyim sana:

Tanrı her yerde olamazdı, bu yüzden anneleri yarattı
Annem koruyucu meleğim
Canım annem
annem & ben
Biricik annem
Anneler çiçek olsaydı ben seni seçerdim
hep yanımda
iyi ki varsın
sen birtanesin
ne zaman beni heyecanlandıran bir şey görsem içimden hep "anne bak" demek gelir
(Anne bak bu hakkaten doğru ya)

Yahu bu magnetleri yoksa ben mi yazıp piyasaya sürdüm? Sanki D&R'a ben bunları satmışım gibi di mi.

11 Ocak 2011

İyi ki

İyi ki doğdum
Gördün mü bak 35 oldum
:)

7 Ocak 2011

Önce

Önce sağlık.
Çocuklarım sağlıklı olsun
kocam da sağlıklı olsun
Ben annem kardeşlerim de.
Bir bakıcı
Ama öyle böyle değil bize annem gibi baksın
Tatmin.
Tatmin olalım elimizdekilerden yaşamımızdan
Sonsuz boşluk duygusu tatminsizliğin en yakın arkadaşı
Para
Ben secret yapayım sevgilim kazansın çok paramız olursa daha rahat gezeriz
Seyahat
Şu içerde uyuyan Faslı adaşımdan bana seyahat virüsü bulaşsın ülkeler göreyim
Şehirler göreyim
Başarı
lı olayım işimde çok. Güzel güzel ameliyatlar yapayım.
Güzel olayım. (Bu kendimi güzel hissedeyim'le de değiştirilebilir)
Endorfin
istiyorum, sevgilim saçlarımı okşasın bana bol bol çukulata yedirsin endorfinim artsın seviyorum çünkü buı duyguyu
Hiç PMS yaşamayayım çünkü PMS istemiyorum (aman bu dua şöyle olmasın, mesela gebeyken de PMS yaşamıyorum ya, düzelteyim: Gebe olmayayım bu yıl, PMS de yaşamayayım)
Yoga
ya devam edeyim de ruh sağlığımla beden sağlığım güzel güzel gitsin elele.
Bu yaşım bana bunları getirsin
E mi
Yeniyaşakaçkaldı
bi de çılgınlar gibi zıpzıp dansettiğim bi doğumgünü partisi istiyorum ama bunun için önce bebelerime bakıcak birini ve birlikte eğleneceğim arkadaşlarımı istiyorum. İlkini bugün ikincisini de salıya istiyorum. Biraz acelem var.
Ben hemen bilgisayarı kapatıp secret yapmaya gidiyorum.

6 Ocak 2011

Yeniyaşakaçkaldı

Buseneyaşotuzbeşyolunyarısıederisöylerkeniçimebihüzünmüdolucak
Yaşotuzbeşhakkatenyolunyarısımı
Öbüryarısıdahaeğlenceliyararlıakıllıdüzenlikolaymıgeçicek
Amabuyarısıbanabisevgiliikiminikmucizafalanverdiya
Hiçbiryarıömrümünbuyarısınınelinesudökemez
Yokspacetuşumbozulmadıiçimdenböylegeldidüşüncelerimbukadarhızlıakıyor
Amafenaalışmışımyazarkenspace'ebasıyorumarada,sonrasiliyorum
Hayatıdaboşluksuzyaşıyoruzfarkındaolanvarmı
Annemgeldibizeesverdirdiüçgünamaoaradadaherkeshastaoldufalan.
Benboşluksuzçokzoryazıyorumsizokuyabiliyormusunuz?
Buyazınınözüşuydu:
Doğumgünümegünlerkaldı,buseferkorkuyorumherkestarafındanunutulmaktan,bunedenlekendimebirsürprizpartivermekistiyorum
Amabusürprizdenhaberimolmazdapartimikaçırırımdiyedekorkuyorum.
Hemnedenkimsebanayolumunyarısındasürprizpartivermiyor?
DostlarımnerdehemAntep'teyoklarnedenbaridoğumgünümdeuçağaatlayıpgelmiyorlar
Yoksayoklarmı
Yoksaotuzbeşyolunyarısımı
Bilmiyoruzkibunu
MeselaCahitSıtkı46yaşındaölmüş,yanionunyolununyarısı23müş
Oldumuşimdihıı

5 Ocak 2011

Yeni yıl


.... annem geldi, çocuklara baktı, bizi süsledi püsledi, Antep'te geleneksel olduğu üzre (!) bir yılbaşı eğlencesine yolladı, ki İstanbul'da geçirdiğimiz 10 yıl boyunca bunu yapmamış idik :)

Hopladık zıpladık eğlendik söyledik.

Yemekler kötüydü, şarkı(cı)lar vasattı, mekan berbattı hahahahayt

Biz güzeldik, çiçektik, nefistik... Oynadık söyledik eğlendik.. Yeni yıla güzel insanlarla el ele zıplayarak girdik.. Dansettik şarkı söyledik.. Ardından nefis bir kahve içtik.

Güzel annem, geldin bizi de güzelleştirdin. Ne iyi ettin de geldin... Teşekkürler..

Ardından da koca kişisine bonus kriptik tonsillit, 39 derece ateş, 2 serum, 10 iğne popodan :(

Bana da bonus progesteron etkisi. Yeni yıla da progesteron etkisinde girdim ne fena.
Bu da bize kapak oldu, sen misin gidip eğlenen :))

2 Ocak 2011

2 Ocak 2011

2 Ocak 2011
Kızımın artık MAMİ demediği gün
MAVİ dediği gün.
Benim buna üzüldüğümü farkettiğim gün.
Hiçbir zaman düzeltmedim mami deyişini. Hep sevdim.
Artık kendi kendine düzeltmiş :(
Adını yazmayı da kendi kendine öğrenmiş, benden değil, belki okuldan...
Hayatı öğreniyor. Büyüyor.
Mamiye artık mavi diyor.