Buyrun, ben

Buyrun, ben

29 Kasım 2013

Ailelerin çocuklarından akademik beklentileri

Henüz çocuklarımın bir tanesi okula gidiyor, biri ise yuvaya. Kızım ilkokul ikide. Ona ite kaka ödev yaptırmaya çalıştığım bu günlerde, onun yerinde oğlum olsaydı (olduğunda) nasıl davranabileceğimi hayal etmeye çalışıyorum.

Bunu düşünürken, kızımdan akademik beklentimin büyük olduğunu farkediyorum. Geçen sene beş buçuk yaşında, sınıfın en küçüğü olarak okula başlamasına karşın, dersleri oldukça iyi. Ders dışındaki hemen hemen her şeyde, sınıf arkadaşlarından geride olduğunu söyleyebilirim, buna tertip, temizlik, düzen, hız, giyinme soyunma vs dahil. Ama derslerde onlara yakın, bazı konularda daha iyi olabilir.

Bütün bunlarla birlikte, farkettim ki, bir şeyi başaramadığında çıldırıyor. Asla başarısızlığı tolere edemiyor. Mesela, piyanoda bir parçayı çalamadığında inkar ediyor, çalmayı reddediyor (hatta denemelere devam etmek de yok, direk bırakıyor). Başarıyı istiyor ve seviyor. Sanırım yaşı ilerledikçe, başarmak için çok çalışması ve tekrar etmesi gerektiğini de farkedecek. Zamanla.

Deneyip uğraşıp da başaramadığı bir şey yok.

Böylelikle, bizde bir akademik başarı beklentisi oluşturuyor. Nasıl kendisi başarıyı istiyorsa, bizim de istememizi sağlıyor.

Oysa, oğlum için bu söz konusu olduğunda, yani büyüdüğünde, başarıyla falan işi olacağını sanmıyorum (hissetmiyorum). Çocuk kendini belli eder ya, öyle. Sanırım yeteri kadar çalışıp gerisini boşverecek ve bu da umurunda olmayacak. Biz zorladığımızda ise bize de izin vermez gibime geliyor. Böylelikle, bence bizde herhangi bir beklenti yaratmayacak. Onu sa sıkıştırmayacağız bence.

Benim çocukluğum da böyleydi. Başarıyı severdim (hala severim) ve hırslıydım (hala hırslıyım). Böylelikle, ailemde de bu beklentiyi yarattığıma eminim. Ben başarısız olursam onlar da üzülür ve benimle birlikte etkilenirlerdi.

Benim bu konudan çıkardığım sonuç, çocuklar bu okul ve ders meselelerinde ailelerini eğitiyorlar. Gelecekleri hakkında aslında kararı onlar veriyor. Biz neyi ne kadar istesek de onları değiştirmemiz zor.

Kısacası, en doğrusu ve kolayı akışına bırakmak.


25 Kasım 2013

İşinde sorumluluk sahibi olmak

Önce olayı anlatıp sonra yorumlarımı yazacağım.
Anne dün İstanbul'dan Bodrum'a uçtu (İlgililere not: Pegasus havayolları 24 Kasım akşam 20.00 uçağı).
Annem ve iki diğer yolcunun valizi uçaktan çıkmadı. Önce endişelenmedim, üzerinde etiket var ya nasıl olsa, döner dolaşır bize ulaşır diye düşündüm. Sonra, annemi aldıktan sonra öğreniyorum ki, annem check-in yaptırdığında abla bagaj etiketinin bir kopyasını anneme vermiş fakat diğer kopyasını valize yapıştırmayı unutmuş. Bu arada vazili de kayan banta koyup yollamış. Annem uyarınca da, "aa hakkaten unuttum" diyerek, oradaki çocuğa "al bu etkiketleri en son giden valizi bulup ona yapıştır" demiş. Annem de uçağa binmiş.
Sonra valiz çıkmayınca tekrar araştırdık ki, kayan bantın arkasından gidip bantları yapıştırması önerilen arkadaş valizi bulup da etiketleri yapıştıramamış meğer. Bu bilgiyi de kendine saklamış.
Annem hatırladıktan sonra bunu sorduk, öğrendik. Çözüm: "Bilmiyoruz, araştıracağız, bulunca haber veririz."
Olay söyle sonuçlandı: Sabiha Gökçen Havalimanı'nda çalışan (ve şans eseri dün gece nöbetçi olan) kuzenim, tüm havalimanını birbirine kattı ve "ETİKETSİZ VE KİMİN OLDUĞU BELLİ OLMAYAN" annemin valizini DIŞ HATLAR terminalinden buldu. Bu arada içindeki eşyalardan teşhis edilebilmesi için açıldı, didiklendi, karıştırıldı. Bugün valiz geliyor - inşallah.
Şimdi,
Bu olayın neresinden tutsam elimde kalıyor. Şikayetçi olmak için araştırsam da ne check in yapan ne de o etiketleri yapıştırmak için valizi -bulamayan- görevlinin adını öğrenemiyorum. İnsanlar ne işlerinin ne de isimlerinin arkasında duruyor.
En çok sinirlendiğim, iş bitirici olmasıyla övünen biri olarak, insanların nasıl olup da bir işi yarım bırakıp sonra rahat uyudukları. Sen madem valize etiket yapıştırmayı unuttun (bak buna kızmıyorum, insandır, kalabalık yoğunluk, unutabilir), neden arkasını aramıyorsun? Neden sormuyorsun, ne oldu demiyorsun? Ya da sen, bir valizin sahipsiz olduğunu biliyorsun, elinde etiketler, neden geri dönüp de görevliye valizi bulamadım yapıştıramadım demiyorsun? O valiz etiketsiz ve sahipsiz, kimbilir nereye gidecek, yolcunun ya ilacı maması sunumu acil bişeysi varsa valizde? Kuzen yetişmeseydi belki başka bir ülkeye gidecek, bilinmedik bir havayollarının kayıp eşya bankosunda bekleyip duracaktı...
Sorumluluk sahibi olmakla olmamak, bence hayattaki başarının sırlarından biri. Sorumluluk sahibi kişi zaten her işi başarır, her meslekte başarılı olur. Olmayan birinin de zaten umurunda olmaz!
Gelelim, Pegasus'un Sabiha Gökçen yer hizmetlerini satın aldığını düşündüğüm Çelebi AŞ'ye (yanlışsa düzeltin). Daha önce de Çelebi'nin keyfi, saygısız hatta umursamaz davranışları ile karşılaşmış, hatta blogda yazmıştım. Umursamazlıklarının nedenini anlayamıyorum. Yolcularla dalaşabiliyor, çözümsüz ortamlarda yüzgöz edebiliyorlar. Temsil ettikleri kurumu da umursadıklarını sanmıyorum. Ayrıca belirteyim, Pegasus'la sıkça yolculuk yaparım, kendi çalışanları olsa bu kadar saygısız olmazdı.
Kısacası, Çelebi AŞ, bizimle değilsin.

23 Kasım 2013

Mutluluğu hep uzaklarda aramak

Daha lise yıllarında falandım. Her gün, o günü mutlu mu geçirdiğimi mutsuz mu geçirdiğimi yazdığım bir defterim vardı. Hatırladığım kadarıyla, genelde mutsuz bir yüz çizerdim defterime.
Daima, mutluluğum bir şarta bağlı olurdu. O gün kötü bir şey olduysa, birşeylere üzüldüysem, kırıldıysam, o gün mutsuzum demekti. İstediğim bir şey olduysa, birşeye sevindiysem, o gün mutlu bir gün oluyordu.
Yani mutluluğum bir şarta bağlıydı: Beni mutsuz edecek bir şey olmamış olması ve ayrıca da beni mutlu edecek bir sebep olması şartına.
Yani mutluluğu içimde değil dışarıda arıyordum. Bulamıyordum.
Gün sonunda, sağlıklı olduğum ve ailemin varlığı ve sağlıklı olması, güzel bir okulda okumam, güzel bir şehirde yaşamam ve sevdiğim şeyleri yapabiliyor olmam, sevdiğim mesleği seçmiş olmam gibi şeyler -PEK ÇOK İNSANI OLDUĞU GİBİ- beni de mutlu etmeye yetmiyordu.
Ben, bu gerçeğe taa 35 yaşımda uyandım. Yüzlerce kitap okuyarak, kardeşimin desteğiyle ve Esra'nın ittirmesiyle.
Öğrenciyken mutluluğu arama denemelerimde kendimi depresyonda sanırken gittiğim bir psikiyatrist abim, demişti ki, "ben şimdi senin psikiyatrın olursam kendini hasta sanırsın, değilsin. Oğlak burcusun, ben de öyleyim, 35 yaşına kadar dalgalanıp sonra durulacaksın" (belki de bu beni erteledi, olabilir).
En sonunda nihayet, uyandım. Aslında şu klişenin içindeki gerçeklik payını farkettim:
"Mutluluğu uzaklarda arama, kendinde ara."
Uzun çalışmalar yaptım, kitaplar okudum, Esra'yla bitmek bilmeyen, sonu gelmeyen seanslar yaptım. Enerji alanımı değiştirmeye uğraştım.
Bir sene sonra toplamaya başladım nihayet bunun meyvelerini. Önceden hep ilk tanıştığım insanlar negatif enerji aldıklarını söylerdi, geçen hafta biri benden güzel bir pozitif enerji aldığını söyledi.. Çalışma arkadaşlarım, ailem, eşim, son bir yıldır daha mutlu, daha güleryüzlü, daha sakin, ... olduğumu söylüyor.
Bu benim en büyük ödülüm. Kalbimin ortasındaki o ağırlık, o "şarta bağlılık" kalktı. Üzücü bir şey yaşadığımda dahi artık yüreğim ağırlaşıp suratımı astırmıyor, hayatımı karartmıyor. Mutluluğumu durdurmuyor. Dün farkettim ki, savunma kalkanlarımmış beni mutsuz eden, nihayet onlardan kurtulabilmişim. Sürekli bir mağdur duygusu içimdeymiş, hep ezilen, haksızlığa uğrayan sanıyormuşum kendimi, bu yüzdenmiş sürekli tırnaklarım dışarıda gezişim.
Yok artık. Artık açığım.
Ve çok şükür ki mutluyum.
Evet, olsaydı daha iyi olurdu'larım hala var, bu da böyle olsaydı'larım da var, ama çok şükür çok şükür, sahip olduklarımın da farkındayım.

5 Kasım 2013

Leuven şehrinde hissettiklerim..


Hissettiklerimi unutmamak için, bu satırları size Belçika’nın Leuven şehrindeki otel odasında yazıyorum. Leuven’e bir kurs için geldim. Kurs çok yoğun olduğundan mağazalarını, müzelerini gezecek, kafelerde oturup bira içecek ya da alışveriş yapacak fırsatım yok. Ben de, bunun yerine sabahları dersten önce ya da akşamları ders çıkışı geziyorum şehrin sokaklarını…

Herhangi bir geziyazısı okumuş olabilirsiniz Leuven ile ilgili. Ya da gitmiş olabilirsiniz. Bu bir gezi yazısı değil, bir his yazısı olacak. Ben size hissettiklerimi anlatacağım.

 


 
Seyahatim, İstanbul Atatürk Havaalanında pasaport kuyruğunda bekleyen binlerce insanın arkasında biraz da söylenerek sıraya geçmemle başladı. Bir yandan bekliyorum bir yandan da kuyruğun kalabalıklığı hakkında saydırıyorum. Sonra farkettim ki, Türk Vatandaşları dışındaki kişiler için ayrılmış olan kuyrukta bekliyorum. Tekrar söylenerek tüm o kalabalığı yara yara bizim bölüme gittim, sadece beş kişi bekliyordu. Sonra kendime kızdım tabii.. Havaalanlarında Avrupa’da Avrupa Birliği dışındaki ülkeler için ayrılan yerlerdeki kötü muameleye o kadar alışmışım ki, tabelalara bakmadan kalabalık nerdeyse oraya durmuşum. Önce kendimiz değerli olduğumuza inanmazsak nasıl değerimiz artacak ki?
 

Uzun bir yolculuktan sonra geldim nihayet.. Küçük bir şehir burası. Bir uçtan bir uca yarım saatte yürüyebilirsiniz. Ama herşey var. Gerçekten herşey var. Üniversite bile. Benim algımın almadığı, ülkemde olduğu gibi, şehirlerin büyüdükçe modernleşeceği, ya da gelişeceği fikrinin yanlış olduğu. Öyle gördüm ama ülkemde. Bir yer ya küçüktür ya büyük. Ya gelişmiştir, ya köy. Bu ülkelerde, sanırım bu yüzden ezberim şaşıyor. Bu ülkenin tamamı İstanbul kadar bile değil ama Avrupa Birliği’nin merkezi burda. Şu anda içinde bulunduğum kasabanın tamamı Bodrum kadar değil, ama üniversitesi, devasa kiliseleri (dışarıdan gördüğüm kadarı ile), alışveriş için bütün markaların mağazaları, kafeleri, restoranları, barları.. Her şey varoğlu var.
Anlayamadığım bu işte. Kompakt, yoğun.
Akşam yürüyüşe çıktım, bomboş sokaklarda korkayım mı diye düşündüm önce. Sonra baktım ki sokaklar boş değil. Pazar akşamıydı ve sanırım başka şehirlerden okumaya gelen öğrencilerin dönüş saatiydi. Tren istasyonundan başlayıp tüm şehre yayılan bir tıkırtı.. Ne mi? Tümü Arnavut kaldırımlı olan cadde ve kaldırımlarda tekerlekli valiz çekilme sesi. Yüzlerce valiz, yüzlerce tıkırtı bana eşlik etti yürüyüşimde..
Yağmurlu, ıslak sokaklarında yürürken değişik hissediyorum. Yaya geçidinden karşıya geçmek için bekliyorum kaldırımda, uzaktaki bir araba gelsin geçsin de ben öyle caddeye ineyim diye. Araba da gelip önümde durup, önce benim karşıya geçmemi bekliyor. Her seferinde şaşırıyorum. Bu sefer de.. Üç kez yaptım aynı şeyi, arabalara yol verdim. Saçma hissettim sonra, burada ben öncelikliyim ya, onlar bana yol verir. Bir çöp kamyonu mesela (resmini çekecektim olmadı), ön camının içi oyuncak ayılarla dolu, bildiğin sevimli bir çöp kamyonuydu, durdu, yaya geçidinden geçeyim diye.
 
 



Sokaklara ve caddelere bakan apartmanlar var, aslında İstanbul’daki gibi ama değil. Tam cadde üzerindeki dairelerde oturan aileler var. Bizde bu daireler daha ucuzdur , hem de yol üzeri diye pek kimse oturmak istemez. Burada hep aileler var bu dairelerde. Pencerelerde perde yok, yarı seviyesine kadar –yoldan içerisi görünmeyecek kadar – beyaza boyamışlar camları, akşam geçtim önlerinden, sıcak yemek kokusu geliyordu hepsinden. Kimisinde ocak başındaki annenin saçlarını gördüm, çoğunda televizyonun ışıkları görünüyordu. Yaşıyordu yani bu evler, sokaklara bakan daireler.  Hatta çoğunun içerisi görünüyordu, nedense bakmak istedi canım. Bebelerine yemek yediren babalar (gördüğüm kadarıyla hepsinin birden çok, hatta ikiden de çok çocuğu var) ..



Bodrum’da yaşayan bir Belçika’lı arkadaşım hep üzülür, benim ülkemde çocuklar mutlu, burada çok baskı altında der. İşin gerçeği onu biraz anladım sanırım. Sabahları okula giden bisikletli çocuklar sağımdan solumdan geçtikçe, konuşmaları, gülüşmeleri, pedala asılmaları bana da aynı şeyi düşündürdü. Yüzlerce, binlerce çocuk bisikletle okula gidiyor. Bizim gibi sabahın karanlığında servise binmek yerine, arkadaşlarıyla bisikletle.. Çocuklardan sonra bi nebze büyüklerin sırası geldi.. Onlar da gittikten sonra, ya üniversitede okuyan ya da kurs gibi birşeylere giden ara bir yaş grubu vardı – üzülerek söylüyorum- büyük gruplar halinde sigara içen. Dersi beklerken sigara içmek için toplanmış gibilerdi okulun dışında. Anlamadığım, madem mutlu çocuklardı, neden bu kadar çok sigara içen genç vardı? Özgürlüklerini bu yönde mi değerlendiriyorlardı?

Carrefour’a bir girdim dolandım. Gördüğüm kadarıyla meyve sebze çok pahalı. Nedenini anlayamadım ama taze meyve alayım dedim, 5 euroya bir kilo muzu görünce vazgeçtim. Tarım yapmadıkları için mi acaba?

Bir Avrupa kentine her gelişimde, burada yaşamanın nasıl olduğunu hayal ediyorum. Birey olarak saygı duyulduğum, ciddiye alındığım, haklarımın olduğu bir yaşam. Ulaşımın, eğitimin kolay olduğu, okulların aynı kalitede ve ücretsiz olduğu, üniversiteye girmek için kıçını yırtmadan insan gibi çalışmakla girebildiğin.

Aslında bir yanım bunu deneyimlemiş olmayı istiyor. Bir yanım da diyor ki, dört mevsim güneş görmeyen, yazın en sıcak günleri bizim baharımız kadar sıcak olan bir yerde mutlu olamayacağımı biliyor. Ben güneş insanıyım, gölgede mutlu olamam. Eminim.

Ama gene de, keşke diyorum, vizyonum biraz daha geniş olsaymış da, en azından üniversitede okurken, ya da sonrasında, bir süreliğine gelseymişim. Bir Avrupa şehrinde bir süre yaşasaymışım. İstermişim evet. Belki çocuklarım yapacak bunu, onların peşinden geleceğim, kim bilir?