Buyrun, ben

Buyrun, ben

28 Ekim 2012

Bodrum'dan kısa kısa notlar

Bodrum fena gitmiyor. Kış geldi geliyor, sonbahar kesin geldi. Hava kapalı, ara ara yağmur yağıyor. Hafif serin, akşamları yorganları çıkardık, gündüz hala tişört bazen gömlek, çokça da yelek giyer olduk. Ama şimdilik boğmadı beni kapalı hava. Ne yana dönsek çayır çimen olduğundan olabilir. Bakımlı bahçeler, çiçekler, açık alanlar. Yağmur yağınca kapanmadık eve, belki de ondan.
İstanbul'dan daha sakin, daha huzurlu. Annemle kardeşlerim yanımda diye de lokum tadında gidiyor olabilir. Kocam da yanımda olunca inşallah, tadından yenmez.
Annemin bomba projesi hepimizi heyecanlandırdı, heyecanlandırmaya da devam ediyor. Bayramdan sonra aksiyon zamanı inşallah, sonra da ver elini Bodrum ve tekrar annemlerle aynı şehirde yaşama hayali..

Şu anda oturmakta olduğumuz ve bence meleklerin bize bir armağanı olarak bulduğumuz ev, Yahşi Yalısı'nda.. İşlerimize, okullarımıza ve dahi deniz kıyısına fevkalade yakın.
Herkes kışın pek ıssız olacağından, yalnız bunalacağımızdan ve merkezde oturmanın avantajlarından bahsediyor.. Ve fakat ben bu süreçte kendimi bir kez daha keşfediyor ve sessizlikten, yalnızlıktan ve hatta ıssızlıktan hoşlandığımı farketmiş bulunuyorum. Sonbaharın gelmesi ve yazlıkçıların gitmesiyle, evde gürültü yaparken daha bir huzurluyum, bahçede misafirlerimi ağırlarken çevrede kimselerin olmaması işime geliyor. Yayla evimizi hatırlıyor ve huzurla özlüyorum orayı. Kardeşimle de düşünüyoruz, yazın insanlar gelsin, olsun, kışın bizbize sakin huzurlu. Zaten ben ve çocuklarım haftanın her günü okulda - işteyiz, hafta sonu bazen alışveriş merkezine gideriz, bazen çıkar dolanırız. Antep'te sanki, merkezdeydik de, kaç komşumuzla görüştük iki kış? Evet, sıfır. Çok mu bunaldık, şehir merkezine de pek uzak sayılmayız, dokuz dakika. Evet, dokuz.
Yani kısacası, kış beni basmazsa eğer, benim sanki burada böyle huzurlu, sessiz, yaşamaya devam edesim var.
Saygılar sunarım efendim.

Damla hanımın ağlama krizleri

Son zamanlarda daha doğrusu Bodrum'a taşındıktan sonra yaşam kalitemizi kısıtlayan en önemli unsur, Damla hanımın ağlama krizleri idi.
Nasıl bir krizdi bu: Herhangi bir nedenden (ama ağlama nedeni olmadığı belli bir nedenden, daha doğrusu sudan bir sebepten denebilir), önce bir beş dakka mızıklanma, ama bu değil o değil, öyle değil, böyle hiç değil şeklinde bir söylenme dönemi, arkasından başlıyordu yaygara. Bazen çığlık atma şeklinde, bazen hıçkıra hıçkıra ağlama şeklinde.. Genelde, kırk kırkbeş dakika süren çığlıklar, kulağımın içini delip geçen, sinirimi bozan, muhakeme yeteneğimi yitirmeme neden olan, herkesin gerildiği, asla sakinleşmeyen, kandırılamayan, susturulamayan, en sonunda yarım saatin sonuna doğru daha fazla çığlık atmasın diye ağzının üstüne bir tane vurduğum ve bazen oturup benim de onunla ağladığım krizler.
Bunu bir türlü çözemedim başlarda. Bir yandan yerleşme sorunları, evle ilgili işler güçler, bakıcımızla yaşadığımız duygusal gerilimler, öte yandan Damla hanım'ın sonu gelmek bilmeyen ağlama krizleri.. Başetmekte çok güçlük çektim, hatta başedemedim. Hergün gelen krizler beni ve evdeki herkesi o kadar yıprattı ki, bu olay en sonunda bakıcımızı göndermemize neden oldu (hiç kimse bir başkasının çocuğunun sonsuza kadar bağırıp ağlamasını tolere etmiyor)..
Pedagogla tanıştık bu dönemde, hayatımızda ilk defa... Tüm olayları babamızın uzakta olmasına bağladı. Damla hanımın babasını kaybettiğini düşündüğünü, anneyi de kaybetmekten korktuğu için ayrılma anksiyetesi yaşadığını düşündü ve hep bu yönde çalışmalar yaptık.
Uğraşıyorduk.. O dönem ödevlerimizi yaptık, babayla ilgili dersimize çalıştık, günlerce babayla telefonda konuştuk, mektuplar yazdık, anne kız günleri yaptık... Dere tepe düz gidiyorduk, bir de arkamızı dönüp bakıyorduk ki bir arpa boyu yol gidebilmişiz ancak... Babamız aylık ziyaretine geliyor, onun yanında da bir kriz, hadi adamın iki gün ailesini görme hevesi kursağında kalıyor. Kocaman bir çocuğun sebepsiz ağlaması (ya da çığlık atması) bir ailenin huzurunu nasıl kaçırır, bunu yaşamayan bilemez. Hatta annem kardeşlerim, hepimiz bir sinir yumağı şeklinde...
Damla hanım aslında son derece algıları açık, duyarlı ve hassas bir çocuk. Yaşından önce okula gitti bu sene evet, ama bahsettiğim olaylar okul açılmadan önce başladı. Evet çok stres var üzerinde, yeni bir şehir, yeni bir ev, yeni bir yaşam düzeni, alıştığı arkadaşlarının hiçbiri yok, en mühimi babası yok ortalarda. İlk okul, başlıbaşına bir stres...
Damla bir yandan da çok hareketli bir çocuk, resimde de görülebilir:

Bir kız çocuğu gibi değil, bir erkek çocuğu gibi atlar zıplar, merdiven dururken düz duvardan geçer. Yol dururken ağaca tırmanır.

Sonuç olarak, herşeyin çocuğunu tanımakta bittiğini biraz geç de olsa anladım.
Aletha Solter'in Çocuğunuza Kulak Verin adlı kitabını aldım, okudum. Bu kitap bu aralar pek popüler çünkü yazarı Türkiye'de bir konferans verdi. Ben İstanbul'da olmadığımdan gitmedim, ama blog yazan arkadaşlarımın yorumlarına dayanıp hemen kitabı aldım. Beynimde bir ışığın yanması için kitabın ağlamak konulu ilk bölümünü okumam yeterli oldu. Evet, ağlıyor da bu çocuk neden ağlıyor...
Aletha sağolsun, anlatmış güzel güzel.. Ben burada hepsini tekrarlamayacağım. Sadece, şunu söyleyebilirim ki, çocuklar deşarj olmak için ağlıyorlar ve buna izin verilmeli. Ona sarılıp teskin ederek, kendine ve başkalarına zarar vermesine izin vermeden ağlamasının bitmesini beklemek gerek.
Artık (bir iki haftadır), ağlamanın ne zaman geleceğini hissediyorum. Hatta önceden anlıyorum, Damla hanım çok ajite olduğunda, gerildiğinde (arkadaşlarıyla kavga olabilir, oyunda dışlanabilir), okulda çok yorulduğunda ya da televizyon ya da bilgisayar, ipad gibi dış uyaranlardan çok yüksek doza maruz kaldığında bir deşarj atağının geleceğini hissediyorum. Mümkünse kızımı kucağıma alıyor ve ağlarken ona sarılıyorum. Onu anladığımı, kızgın olmadığını, ağlamasında sakınca olmadığını sessizce kulağına söylüyorum. Mümkünse onunla yalnız kalabileceğimiz bir ortam yaratmaya çalışıyorum, evdeysek boş bir odaya götürme ya da odadakileri dışarı çıkartmak gibi, arabadaysak arabayı kenara çekip onu yanıma ya da kucağıma almak gibi.. Ağlamasından çok gerilen biri varsa (babası olabilir mesela), onu da sakinleştirmeye çalışıyorum ki ağlaması kızgınlık yaratmasın..
Sonra kızım sakinleşene kadar bekliyorum. Dikkatini çelmeye çalışmadan, oyalama ya da kandırma çalışmaları yapmadan.. Sakince bekliyorum.. O da ağlıyor ağlıyor, yargılanmadığını, eleştirilmediğini ve kimseyi kızdırmadığını bilerek.
Bu seansların sonunda tıpkı Aletha'nın dediği gibi, gülerek oyuna dönüyor. Gerçekten de pamuk gibi yumuşacık oluyor, gülüyor ve tüm gerginliği bitmiş oluyor. Bazen uykudan önce geliyor kriz, uykuya dalmadan önce ağlıyor (önceleri onu boğmak isterdim bu durumda), şimdi ise kucağımda ağlayıp bitince de gülümseyerek uykuya dalıyor ve mutlu uyanıyor.
Sonuç ne mi, bir fıkra vardır ya, adamın biri, ishal olmuş, doktora gitmiş. Geldiğinde demiş ki, intaniyeye sıra bulamadım, psikiyatri doktoru boştu ona muayene oldum. Sormuşlar, peki geçti mi ishalin, adam demiş ki, hayır ama artık kafama takmıyorum :)
Bende de durum buna yakın, Damla hanımın ağlama krizleri geçti mi, hayır ama artık kafama takmıyorum:) Aslında tam böyle değil, krizlerimiz gerçekten elle tutulur şekilde azaldı, geldiğinde de idare edebiliyorum artık. Damla hanım daha keyifli, daha uyumlu. Daha çok laf dinliyor.
Büyüyor. Beni de büyüterek.

19 Ekim 2012

Bodrum'dan havadisler

Bodrum günlük güneşlik sayın seyirciler. Söylemesi ayıp olacak ama hala haftasonları denize gidiyoruz. Su ılıcık, hava sıcacık, Bodrum lokum gibi.
Bayramda seyahat etmek isteyenleri bekleriz, biraz daha yüzeyim güneşleneyim, o da olmadı şahane koylarda sokaklarda dolanayım'cıları..
Akşamları serin oluyor biraz, evet. Hırkasız çıkamıyoruz dışarı. Ama yatarken camı kapatınca da sıcak oluyor. Yorgan nasıl birşeydi, bizimki nerdeydi, desem çok abartmış olurum ama hala pike'ciyiz de biz...
Evet, benim adım nispet :) Bu başlığı Aycuş'tan çaldım.
Enerjiler yükseliyor, herşey yoluna giriyor sayın seyirciler.
Son günlerimiz, Aycuş'un projesi ve yeni bloğuyla heyecanlı, benim web sitemin hazırlıklarıyla yoğun. Yakında Milas'ta bir konferans, şimdi onun da hazırlığı var. Yazılar, çiziler, sunular..


Serap Abla'yla taktık ileri vitese, hızlanıyoruz. Pek yakında herşey şahane olacak sayın seyirciler.

www.aybalaakil.com... merak edenler arada baksınlar :)

16 Ekim 2012

İncelikler yüzünden

İnsan kendi kızıyla başedemez mi? Ben edemiyorum. İflas bayrağını çekip atınca ne olucak? Kızımı da mı atıcam? Yok atamam. O zaman başetmem gerek. Ama edemiyorum.
Napıcam ben, çıkmaza çakıldım.
Pedagoğa götürüyorum, dersimi çalışıyorum, verdiği ödevleri yapıyorum. Sabır timsali oluyorum, saatlerce direniyorum sabrediyorum. Ama nereye kadar?
En son ısırıyor beni (5,5 yaşında ama, canımı hakkaten acıtabiliyor), vuruyor, tekmeliyor. Elinde sert birşey varsa onunla vuruyor, ne varsa onu yüzüme gözüme fırlatıyor. Canım acıyor. O da yoksa çığlık atıyor, ama öyle böyle değil. En son dayanamayıp bir tane de ben ona vuruyorum. Bu böyle sürüp gidiyor. Niye vuruyorsun kızım şimdi diyorum, sen de bana vuruyorsun diyor. Demek ki bu krizinin sonunda tokat yiyeceğinin farkında. Bilerek belki isteyerek yapıyor.
Tam kendime ne kadar sabırlıyım, başkası olsa bu kadar sabretmezdi diyorum, birşey oluyor.
Sabah uyanmıyor, servisin gelmesine on dakka kalasıya kapris yapıyor. Yataktan kalkmam uykum var, tuvaletim yok çişe gitmem, oyuncak bebeğimin elbisesi nerde, sonra bir çığlık kıyamet, gitmiycem okula...
Her sabah aynı terane.
Okuldan gelince başka bir terane, birikmiş gerginliğini atsın, sakinleşsin diye sabrediyorum, biraz ağlasın susar diyorum ama yok.. Bitmeyen bir krize daha dönüşüyor.
Ödev saati bambaşka bir terane. Her gün ama her gün, altı üstü bir iki sayfa çizgi çubuk - ki bu onun kapasitesinin çok altında biliyorum- yapmam da yapmam. Yapma kızım sonuçlarına sen katlanırsın sınıfta, bu sefer yapıcam diye ağlıyor. Masaya otur, bir ya da iki saat elinde kalem kağıda bakıyor. Bir çizgiyi bir saatte. Yeni kalemler, kırtasiye malzemeleri, çalışma masası alıyorum özenir belki diye, yok, bana mısın demiyor. Ertesi gün de ben ödevimi bitirmedim diye ağlıyor.
Bir insanın sabırları buna ne kadar dayanabilir ki?
Pedagoglar derslerini ezberlemiş: Babası uzakta ya ondan.
Ya ne babası ne annesi. İnat ediyor işte. Neden, neyin intikamını almaya çalışıyor bunu çözmek gerek. Çocuğun yapısı mı böyle, onu söyle bana. Üstüne mi gitmiyim, yaptırmayım mı ödevini, okulda rezil olunca gelip daha çok ağlıyor ben yıldız alamadım diye. Ben bununla başetmek zorunda mıyım? Sabah kalkmıycam diye çığlık çığlığa ağlarken tamam yat o zaman deyip, dönüp arkamı kendim hazırlanıp okula mı göndermeyeyim? Sonra hergün istemeyince annem göndermiyor nasılsa'yı nasıl değiştiricem? Çünkü çocuk sözlüğünde istisna diye birşey yok. Birkez hasta diye okuldan al, hergün karnım ağrıyor diye bir saat ağlıyor. Bir kez uyusun diye gönderme, ertesi gün nasıl göndereceksin?
En sonunda okuldan mı alayım? Anaokuluna geri mi vereyim? Hatta yuvaya. Canı isterse gitsin istemezse gitmesin.
Akşam uyku saati gelince az oyun oynadım diye kriz. Yok biraz daha oyun oynasaydım, yok biraz daha zıplasaydım, uyumaz, yatır yatırabilirsen. Sabah kalkma saati gelince gene aynı terane.
Sürekli olarak, iş dışında geçen saatlerde sürekli olarak, onun kaprisleriyle - istekleriyle - krizleriyle uğraş.
Ben ne olucam? Benim kendi isteklerim ihtiyaçlarım hayatım vardı bir ara. Saçımı yıkardım, kuaföre giderim. Spor yap diyorlar, ne zaman? Okul çıkışı mı, sabah mı? Eve geliyoruz, iki saat mücadele, sonra uyku. Sabah haldır huldur koş işe, haftada altı gün. Bu kadar zor mu olur bu iş hep böyle?
Hasta mı oluyorum, yorgun muyum, birşeye canım mı sıkılmış, ben de sevgilimi özlemiş olamaz mıyım? Önemi var mı?
Nereye kadar sürer bu böyle?