Buyrun, ben

Buyrun, ben

28 Aralık 2012

Yeni yıl yazısı

Hiç yapmadım şimdiye kadar. Ama bu yıl, tam da bu gün (28 Aralık günü), bir yeni yıl yazısı yazmak istedim. Hani şu hayallerim, aşkım ve ben şeklinde olanlardan.. İstediklerimi, planladıklarımı yazayım dedim... Neler istiyorum hayatımda bir toparlayayım, böylelikle de ikibinonüçte ayağımı denk alayım diye...
Şunları buldum istediklerimden:
Bu ikisine sahip olmak isterdim (ki oldum)
 
 
Böyle bir yerde yaşayıp, bu tontik bacaklı bebiyle denizde cup cup eğlenmek isterdim (ki yaptım bunu bu yıl)
 

Şahane insanlarla birlikte çalışıp, onlarla yemeklere gidip, eğlenip, nefis müzikler dinleyip Ege yemeklerini tadayım, şahane akşamlar yaşayayım isterdim... (ki yaptım bunları bu yıl)


Teyzemler bile burda yaşasın, annemle falan haftasonları onun evine gideyim, tıpkı eskisi gibi kendimi teyzemlerin evinde de evimde hissedeyim falan isterdim. Yaşadığım şehirde tek başıma olmayıp, kendi evim gibi hissettiğim başka da evler olsun isterdim (ki burda hakkaten var teyzemler, kuzenim falan.. Annem de taşınıyor hatta.. Yaptım yani bunu bu yıl.)


Haftasonları benden hiçbir beklentisi olmayan ama beni kardeşleri olduğum için koşulsuz seven insanlarla şamata günler geçireyim, eğlenmek isterdim (ki yaptım bunu bu yıl)....

 
Harika kadınların harika bebeklerini doğurtayım, bisürü bisürü bebeğim olsun isterdim... (ki yaptım bunu bu yıl)
 
 
Şöyle kocaman bir bahçesi olan, ne yana dönsem yeşil olan bir evde yaşasam isterdim.. (ki taşındım böyle bir eve bu yıl)


Laparaskopi öğrensem, kurslara gitsem isterdim.... Bazı makaleler yazayım ve bunlar yayınlansın isterdim.... Bir kişisel web sitem olsun, hastalarıma vermek istediğim tıbbi bilgileri orada paylaşayım onlarla isterdim...
Kardeşlerimle her zamankinden çok daha yakın olayım, kardeşim olsunlar, içimden sevgi taşsın, gözlerim dolsun onları düşününce... özleyeyim görmeyince isterdim.
Çok sevdiğim birileri beni arayıp özledik seni desinler isterdim...
Kocam da taşınsın bu güzel yere isterdim..
 
Ki bütün bunlar oldu bu yıl.
 
O zaman ben bir isteklerim yazısı değil de
 
Şükürler olsun yazısı yazmaya karar verdim.
Allah'ım ne güzel bir yıldı bu yıl. Bir sonrakinin daha da güzel olacağını ne güzel işaret etti. Allah'ım çok teşekkür ederim bütün bunlar için. Bize verdiklerinin tümü için.
Vermediklerinden de birşeyler öğrenmemizi sağladığın için. Beş ay sevgilimden ayrı yaşayıp, bağımlı kişilik yapımı bir kenara bırakmamı, ayaklarımın üzerinde durabilmeyi öğrettiğin için, çocuklarımla tek başıma başedebilmeyi ve bundan keyif bile alabilmeyi öğrenmemi sağladığın için... Bütün bu süreçte annemi başımızdan eksik etmediğin için....
Tam, öğrenmem gerekenleri öğrendim bence, artık keşke sevgilim gelse demeye başladığımda onun tayinini yeni yıla yetiştirdiğin için....
Çok şükür.
Eh yeni yılda da bütün bu güzellikler olacağı için şimdiden ona da şükür.
 

20 Aralık 2012

Bakış açısı öğrenilebilir bir şey mi?

Dün akşam, Damla hanımın okul kütüphanesinden getirdiği kitabı okurken, aklıma dünyanın en iyi fikri geldi. Bakış açısı öğrenilebilir bir şeydi ve mutluluk bir seçim'di, biz istersek mutluluğu istersek mutsuzluğu seçerdik. Bunu da bakış açımızı değiştirerek yapabilirdik. Bana bunu hep kardeşim öğretir, Damla hanım ve minik arkadaşlarına ise bu kitap öğretiyordu: Şanslıyım.. Şanssızım.. adlı bir kitaptı. Aynı olaylar, bir tarafında şanslı olduğunu hisseden bir bakış açısıyla, diğer tarafında ise şanssız olduğunu düşünen bir bakış açısıyla anlatılıyor...
 
 
Bu kitap, tam da istediğim bir fırsatı ayağıma getirdi.. Damla hanıma bir oyun oynamak istediğimi, hadi şanslı şanssız yapalım'ı anlattım...
Hemen kavradı. Ben de özellikle onu mutsuz ettiğini, üzdüğünü düşündüğüm söylemlere ağırlık verdim....
Konuşmamız / oyunumuz şu çerçevede devam etti:
Ben: "-Çok şanssızız çünkü kış geldi, dışarısı çok soğuk.."
Damla: "- Çok şanslıyız çünkü evimiz kaloriferli, sıcacık"
Ben: "- Çok şanssızız çünkü babamız hala Antep'te"

Damla: "-Çok şanslıyız çünkü annemiz yanımızda.. Babamız da hayatta"
Ben: "-Çok şanssızız çünkü teyzelerimiz uzakta"
Damla: "-Çok şanslıyız çünkü anneannemiz bizimle kalıyor"
Ben: "-Çok şanssızız çünkü annemiz yemek yapamıyor"
Damla: "-Çok şanslıyız çünkü anneannemiz çok güzel yemek yapıyor"
...
Tam da onlara vermek istediğim hayat dersi işte bu.
Bakış açını değiştir, hayatın değişsin. Sen değiş, dünyan değişsin.


30 Kasım 2012

Kitap haftası: Keşke ben de ilkokulda olsaydım

Bu bloğu takip edenler, şu yazımdan ya da şu yazımdan da hatırlarlar, kitaplara ve kütüphanelere, özellikle de çocuk kütüphanelerine çok düşkünümdür. Çocukluğumu kitaplara gömülmüş bir şekilde bir miktar asosyal geçirdiğimi, en yakın arkadaşlarımdan birinin Kemalettin Tuğcu olduğunu, bir kütüphaneye girdiğimde (bu tuhaf gelmesin lütfen) endorfinimin yükseldiğini, önemli bir sınava çalışmam gerektiğinde kendime hemen bir kütüphane bulduğumu (bkz: uzmanlık bitirme sınavı için: İSAM kütüphanesi gibi)  falan söyleyebilirim. Bu nedenle, Damla hanımın yeni okulundaki (TED Koleji, Bodrum) kütüphanenin büyüklüğü ve kitap koleksiyonunun genişliği çok ama çok hoşuma gidiyor. Kızımın bütün büyük tenefüslerde kütüphaneye gidip orada vakit geçirmesi asosyal mi oluyor diye ara ara endişelendirse de, içten içe annesine çekmiş işte diye de sevindiriyor.

Düşünüyorum da, keşke benim okulumda da kütüphane olsaydı.. Orada bir kütüphane öğretmeni olsa ve kütüphane dersinde bize kitap okusaydı....
 
 
Keşke istediğimiz kitapları ödünç alabilseydik.. biz de boş vakitlerimizi çocuk kitapları arasında geçirseydik..
Kitap haftasında bir gün bir kitap kahramanının kılığında okula gitseydik.. Öğretmenlerimiz, hatta müdür yardımcılarımız da kitap kahramanı gibi gelseydi. Kitapların büyülü dünyasına girmeye teşvik edilseydik, kitap kahramanları bizi ellerimizden tutup hayal alemlerine uçursaydı...
Kitap okumanın önemsiz, saçma değil, çok mühim olduğu bilinçaltımıza böyle oyunlarla eklenseydi..
Keşke benim okulumda da okuduğum çocuk kitaplarının yazarları (belki Kemalettin Tuğcu mesela) gelip bizimle sohbet etseydi, birer yetişkinmişiz gibi onlara istediğimiz şeyleri sorabilseydik, sonra kitaplarımızı yazarlarına imzalatabilseydik.. Kitabın önemli olduğunu taa o yaşta anlasaydık böylece.
Neyse, keşkeleri bir yana bırakalım da, en azından biz çocuklarımızı bu imkanlara sahip bir okula gönderebiliyoruz diye sevinelim.
Son not: TED Bodrum Koleji yetkilileri size sesleniyorum, arada bir kütüphanenize gelip kitap okuyasım var, masal falan, alır mısınız beni?

21 Kasım 2012

Bodrum'da kadın doğum uzmanı gerekirse: www.aybalaakil.com :)

Birkaç aydır kapanmıştım odama, ha babam yaz yaz. Ben olsaydım neleri merak ederdimlerden, sen olsaydın neleri merak ederdin'lere kadar, kendimle beraber yaklaşık 40 :) kadar kişi hep beraber hazırladık..
Önce hayal ettim, neler olmalı nasıl olmalı? Arkadaşlarımın, kardeşlerimin fikirleri, benim uğraşılarım... Sonra, sen olsan nasıl hayal ederdin'cilerimden biri olan Ayça'ya da bulaştı hayalim. Beraber yaptık, oldu.
Bence oldu zira tam benim istediğim gibi oldu.
Hayırlı olsun :)

28 Ekim 2012

Bodrum'dan kısa kısa notlar

Bodrum fena gitmiyor. Kış geldi geliyor, sonbahar kesin geldi. Hava kapalı, ara ara yağmur yağıyor. Hafif serin, akşamları yorganları çıkardık, gündüz hala tişört bazen gömlek, çokça da yelek giyer olduk. Ama şimdilik boğmadı beni kapalı hava. Ne yana dönsek çayır çimen olduğundan olabilir. Bakımlı bahçeler, çiçekler, açık alanlar. Yağmur yağınca kapanmadık eve, belki de ondan.
İstanbul'dan daha sakin, daha huzurlu. Annemle kardeşlerim yanımda diye de lokum tadında gidiyor olabilir. Kocam da yanımda olunca inşallah, tadından yenmez.
Annemin bomba projesi hepimizi heyecanlandırdı, heyecanlandırmaya da devam ediyor. Bayramdan sonra aksiyon zamanı inşallah, sonra da ver elini Bodrum ve tekrar annemlerle aynı şehirde yaşama hayali..

Şu anda oturmakta olduğumuz ve bence meleklerin bize bir armağanı olarak bulduğumuz ev, Yahşi Yalısı'nda.. İşlerimize, okullarımıza ve dahi deniz kıyısına fevkalade yakın.
Herkes kışın pek ıssız olacağından, yalnız bunalacağımızdan ve merkezde oturmanın avantajlarından bahsediyor.. Ve fakat ben bu süreçte kendimi bir kez daha keşfediyor ve sessizlikten, yalnızlıktan ve hatta ıssızlıktan hoşlandığımı farketmiş bulunuyorum. Sonbaharın gelmesi ve yazlıkçıların gitmesiyle, evde gürültü yaparken daha bir huzurluyum, bahçede misafirlerimi ağırlarken çevrede kimselerin olmaması işime geliyor. Yayla evimizi hatırlıyor ve huzurla özlüyorum orayı. Kardeşimle de düşünüyoruz, yazın insanlar gelsin, olsun, kışın bizbize sakin huzurlu. Zaten ben ve çocuklarım haftanın her günü okulda - işteyiz, hafta sonu bazen alışveriş merkezine gideriz, bazen çıkar dolanırız. Antep'te sanki, merkezdeydik de, kaç komşumuzla görüştük iki kış? Evet, sıfır. Çok mu bunaldık, şehir merkezine de pek uzak sayılmayız, dokuz dakika. Evet, dokuz.
Yani kısacası, kış beni basmazsa eğer, benim sanki burada böyle huzurlu, sessiz, yaşamaya devam edesim var.
Saygılar sunarım efendim.

Damla hanımın ağlama krizleri

Son zamanlarda daha doğrusu Bodrum'a taşındıktan sonra yaşam kalitemizi kısıtlayan en önemli unsur, Damla hanımın ağlama krizleri idi.
Nasıl bir krizdi bu: Herhangi bir nedenden (ama ağlama nedeni olmadığı belli bir nedenden, daha doğrusu sudan bir sebepten denebilir), önce bir beş dakka mızıklanma, ama bu değil o değil, öyle değil, böyle hiç değil şeklinde bir söylenme dönemi, arkasından başlıyordu yaygara. Bazen çığlık atma şeklinde, bazen hıçkıra hıçkıra ağlama şeklinde.. Genelde, kırk kırkbeş dakika süren çığlıklar, kulağımın içini delip geçen, sinirimi bozan, muhakeme yeteneğimi yitirmeme neden olan, herkesin gerildiği, asla sakinleşmeyen, kandırılamayan, susturulamayan, en sonunda yarım saatin sonuna doğru daha fazla çığlık atmasın diye ağzının üstüne bir tane vurduğum ve bazen oturup benim de onunla ağladığım krizler.
Bunu bir türlü çözemedim başlarda. Bir yandan yerleşme sorunları, evle ilgili işler güçler, bakıcımızla yaşadığımız duygusal gerilimler, öte yandan Damla hanım'ın sonu gelmek bilmeyen ağlama krizleri.. Başetmekte çok güçlük çektim, hatta başedemedim. Hergün gelen krizler beni ve evdeki herkesi o kadar yıprattı ki, bu olay en sonunda bakıcımızı göndermemize neden oldu (hiç kimse bir başkasının çocuğunun sonsuza kadar bağırıp ağlamasını tolere etmiyor)..
Pedagogla tanıştık bu dönemde, hayatımızda ilk defa... Tüm olayları babamızın uzakta olmasına bağladı. Damla hanımın babasını kaybettiğini düşündüğünü, anneyi de kaybetmekten korktuğu için ayrılma anksiyetesi yaşadığını düşündü ve hep bu yönde çalışmalar yaptık.
Uğraşıyorduk.. O dönem ödevlerimizi yaptık, babayla ilgili dersimize çalıştık, günlerce babayla telefonda konuştuk, mektuplar yazdık, anne kız günleri yaptık... Dere tepe düz gidiyorduk, bir de arkamızı dönüp bakıyorduk ki bir arpa boyu yol gidebilmişiz ancak... Babamız aylık ziyaretine geliyor, onun yanında da bir kriz, hadi adamın iki gün ailesini görme hevesi kursağında kalıyor. Kocaman bir çocuğun sebepsiz ağlaması (ya da çığlık atması) bir ailenin huzurunu nasıl kaçırır, bunu yaşamayan bilemez. Hatta annem kardeşlerim, hepimiz bir sinir yumağı şeklinde...
Damla hanım aslında son derece algıları açık, duyarlı ve hassas bir çocuk. Yaşından önce okula gitti bu sene evet, ama bahsettiğim olaylar okul açılmadan önce başladı. Evet çok stres var üzerinde, yeni bir şehir, yeni bir ev, yeni bir yaşam düzeni, alıştığı arkadaşlarının hiçbiri yok, en mühimi babası yok ortalarda. İlk okul, başlıbaşına bir stres...
Damla bir yandan da çok hareketli bir çocuk, resimde de görülebilir:

Bir kız çocuğu gibi değil, bir erkek çocuğu gibi atlar zıplar, merdiven dururken düz duvardan geçer. Yol dururken ağaca tırmanır.

Sonuç olarak, herşeyin çocuğunu tanımakta bittiğini biraz geç de olsa anladım.
Aletha Solter'in Çocuğunuza Kulak Verin adlı kitabını aldım, okudum. Bu kitap bu aralar pek popüler çünkü yazarı Türkiye'de bir konferans verdi. Ben İstanbul'da olmadığımdan gitmedim, ama blog yazan arkadaşlarımın yorumlarına dayanıp hemen kitabı aldım. Beynimde bir ışığın yanması için kitabın ağlamak konulu ilk bölümünü okumam yeterli oldu. Evet, ağlıyor da bu çocuk neden ağlıyor...
Aletha sağolsun, anlatmış güzel güzel.. Ben burada hepsini tekrarlamayacağım. Sadece, şunu söyleyebilirim ki, çocuklar deşarj olmak için ağlıyorlar ve buna izin verilmeli. Ona sarılıp teskin ederek, kendine ve başkalarına zarar vermesine izin vermeden ağlamasının bitmesini beklemek gerek.
Artık (bir iki haftadır), ağlamanın ne zaman geleceğini hissediyorum. Hatta önceden anlıyorum, Damla hanım çok ajite olduğunda, gerildiğinde (arkadaşlarıyla kavga olabilir, oyunda dışlanabilir), okulda çok yorulduğunda ya da televizyon ya da bilgisayar, ipad gibi dış uyaranlardan çok yüksek doza maruz kaldığında bir deşarj atağının geleceğini hissediyorum. Mümkünse kızımı kucağıma alıyor ve ağlarken ona sarılıyorum. Onu anladığımı, kızgın olmadığını, ağlamasında sakınca olmadığını sessizce kulağına söylüyorum. Mümkünse onunla yalnız kalabileceğimiz bir ortam yaratmaya çalışıyorum, evdeysek boş bir odaya götürme ya da odadakileri dışarı çıkartmak gibi, arabadaysak arabayı kenara çekip onu yanıma ya da kucağıma almak gibi.. Ağlamasından çok gerilen biri varsa (babası olabilir mesela), onu da sakinleştirmeye çalışıyorum ki ağlaması kızgınlık yaratmasın..
Sonra kızım sakinleşene kadar bekliyorum. Dikkatini çelmeye çalışmadan, oyalama ya da kandırma çalışmaları yapmadan.. Sakince bekliyorum.. O da ağlıyor ağlıyor, yargılanmadığını, eleştirilmediğini ve kimseyi kızdırmadığını bilerek.
Bu seansların sonunda tıpkı Aletha'nın dediği gibi, gülerek oyuna dönüyor. Gerçekten de pamuk gibi yumuşacık oluyor, gülüyor ve tüm gerginliği bitmiş oluyor. Bazen uykudan önce geliyor kriz, uykuya dalmadan önce ağlıyor (önceleri onu boğmak isterdim bu durumda), şimdi ise kucağımda ağlayıp bitince de gülümseyerek uykuya dalıyor ve mutlu uyanıyor.
Sonuç ne mi, bir fıkra vardır ya, adamın biri, ishal olmuş, doktora gitmiş. Geldiğinde demiş ki, intaniyeye sıra bulamadım, psikiyatri doktoru boştu ona muayene oldum. Sormuşlar, peki geçti mi ishalin, adam demiş ki, hayır ama artık kafama takmıyorum :)
Bende de durum buna yakın, Damla hanımın ağlama krizleri geçti mi, hayır ama artık kafama takmıyorum:) Aslında tam böyle değil, krizlerimiz gerçekten elle tutulur şekilde azaldı, geldiğinde de idare edebiliyorum artık. Damla hanım daha keyifli, daha uyumlu. Daha çok laf dinliyor.
Büyüyor. Beni de büyüterek.

19 Ekim 2012

Bodrum'dan havadisler

Bodrum günlük güneşlik sayın seyirciler. Söylemesi ayıp olacak ama hala haftasonları denize gidiyoruz. Su ılıcık, hava sıcacık, Bodrum lokum gibi.
Bayramda seyahat etmek isteyenleri bekleriz, biraz daha yüzeyim güneşleneyim, o da olmadı şahane koylarda sokaklarda dolanayım'cıları..
Akşamları serin oluyor biraz, evet. Hırkasız çıkamıyoruz dışarı. Ama yatarken camı kapatınca da sıcak oluyor. Yorgan nasıl birşeydi, bizimki nerdeydi, desem çok abartmış olurum ama hala pike'ciyiz de biz...
Evet, benim adım nispet :) Bu başlığı Aycuş'tan çaldım.
Enerjiler yükseliyor, herşey yoluna giriyor sayın seyirciler.
Son günlerimiz, Aycuş'un projesi ve yeni bloğuyla heyecanlı, benim web sitemin hazırlıklarıyla yoğun. Yakında Milas'ta bir konferans, şimdi onun da hazırlığı var. Yazılar, çiziler, sunular..


Serap Abla'yla taktık ileri vitese, hızlanıyoruz. Pek yakında herşey şahane olacak sayın seyirciler.

www.aybalaakil.com... merak edenler arada baksınlar :)

16 Ekim 2012

İncelikler yüzünden

İnsan kendi kızıyla başedemez mi? Ben edemiyorum. İflas bayrağını çekip atınca ne olucak? Kızımı da mı atıcam? Yok atamam. O zaman başetmem gerek. Ama edemiyorum.
Napıcam ben, çıkmaza çakıldım.
Pedagoğa götürüyorum, dersimi çalışıyorum, verdiği ödevleri yapıyorum. Sabır timsali oluyorum, saatlerce direniyorum sabrediyorum. Ama nereye kadar?
En son ısırıyor beni (5,5 yaşında ama, canımı hakkaten acıtabiliyor), vuruyor, tekmeliyor. Elinde sert birşey varsa onunla vuruyor, ne varsa onu yüzüme gözüme fırlatıyor. Canım acıyor. O da yoksa çığlık atıyor, ama öyle böyle değil. En son dayanamayıp bir tane de ben ona vuruyorum. Bu böyle sürüp gidiyor. Niye vuruyorsun kızım şimdi diyorum, sen de bana vuruyorsun diyor. Demek ki bu krizinin sonunda tokat yiyeceğinin farkında. Bilerek belki isteyerek yapıyor.
Tam kendime ne kadar sabırlıyım, başkası olsa bu kadar sabretmezdi diyorum, birşey oluyor.
Sabah uyanmıyor, servisin gelmesine on dakka kalasıya kapris yapıyor. Yataktan kalkmam uykum var, tuvaletim yok çişe gitmem, oyuncak bebeğimin elbisesi nerde, sonra bir çığlık kıyamet, gitmiycem okula...
Her sabah aynı terane.
Okuldan gelince başka bir terane, birikmiş gerginliğini atsın, sakinleşsin diye sabrediyorum, biraz ağlasın susar diyorum ama yok.. Bitmeyen bir krize daha dönüşüyor.
Ödev saati bambaşka bir terane. Her gün ama her gün, altı üstü bir iki sayfa çizgi çubuk - ki bu onun kapasitesinin çok altında biliyorum- yapmam da yapmam. Yapma kızım sonuçlarına sen katlanırsın sınıfta, bu sefer yapıcam diye ağlıyor. Masaya otur, bir ya da iki saat elinde kalem kağıda bakıyor. Bir çizgiyi bir saatte. Yeni kalemler, kırtasiye malzemeleri, çalışma masası alıyorum özenir belki diye, yok, bana mısın demiyor. Ertesi gün de ben ödevimi bitirmedim diye ağlıyor.
Bir insanın sabırları buna ne kadar dayanabilir ki?
Pedagoglar derslerini ezberlemiş: Babası uzakta ya ondan.
Ya ne babası ne annesi. İnat ediyor işte. Neden, neyin intikamını almaya çalışıyor bunu çözmek gerek. Çocuğun yapısı mı böyle, onu söyle bana. Üstüne mi gitmiyim, yaptırmayım mı ödevini, okulda rezil olunca gelip daha çok ağlıyor ben yıldız alamadım diye. Ben bununla başetmek zorunda mıyım? Sabah kalkmıycam diye çığlık çığlığa ağlarken tamam yat o zaman deyip, dönüp arkamı kendim hazırlanıp okula mı göndermeyeyim? Sonra hergün istemeyince annem göndermiyor nasılsa'yı nasıl değiştiricem? Çünkü çocuk sözlüğünde istisna diye birşey yok. Birkez hasta diye okuldan al, hergün karnım ağrıyor diye bir saat ağlıyor. Bir kez uyusun diye gönderme, ertesi gün nasıl göndereceksin?
En sonunda okuldan mı alayım? Anaokuluna geri mi vereyim? Hatta yuvaya. Canı isterse gitsin istemezse gitmesin.
Akşam uyku saati gelince az oyun oynadım diye kriz. Yok biraz daha oyun oynasaydım, yok biraz daha zıplasaydım, uyumaz, yatır yatırabilirsen. Sabah kalkma saati gelince gene aynı terane.
Sürekli olarak, iş dışında geçen saatlerde sürekli olarak, onun kaprisleriyle - istekleriyle - krizleriyle uğraş.
Ben ne olucam? Benim kendi isteklerim ihtiyaçlarım hayatım vardı bir ara. Saçımı yıkardım, kuaföre giderim. Spor yap diyorlar, ne zaman? Okul çıkışı mı, sabah mı? Eve geliyoruz, iki saat mücadele, sonra uyku. Sabah haldır huldur koş işe, haftada altı gün. Bu kadar zor mu olur bu iş hep böyle?
Hasta mı oluyorum, yorgun muyum, birşeye canım mı sıkılmış, ben de sevgilimi özlemiş olamaz mıyım? Önemi var mı?
Nereye kadar sürer bu böyle?

30 Eylül 2012

Zil, şal ve gül.

Bir zili vardı, sesi çıkmadığından, bizi çağırmak istediğinde çalardı, çıngır mıngır koşardık. İyi ki almıştım o zili.
Bir büfem vardı salonda, çok seve beğene almıştım, baş köşelere koymuştum, zil de onun içinde başköşede dururdu. Artık ihtiyacımız kalmamıştı ne de olsa.
Artık sesi vardı, nefesi de vardı.
Artık büfem yoktu, evime sığmamıştı, bir depoda çürüyordu.
Ama onun nefesi, sesi bizi hayata bağlıyordu. İyi ki vardı.
Ve artık bambaşka birisiydi, artık bizim yaşama sevincimizdi.
Arada aklımıza geliveren zor günler geçivermişti, bak. Hepsi bitmişti şükür.
Hele o deliryum, yoğunbakım sendromu, bir muzlu puding yedirmeye çalışıyorum diye benden nefret edişi, saklanışı. Gözlerini kocaman açışı, bizi korkutuşu. Hepsi gelip geçiciymiş. Bak, gelip geçti.

17 Eylül 2012

Okulumuzun ilk günü ve çocuk hızında yaşamak.

Öyle miydi, böyle miydi, hazır mıydı, değil miydi derken mintacık bebeğim okula başladı. Daha kucağıma sığıyor o benim, ne işi var onun yüzlerce dev (!) çocukla dolu kocaman okulda?
Durum tastamam bu. Çocuğum okula hazır bence ama ben onun okullu olmasına hazır değilim. Hem sabah törene katılmasına gidip bakmayacak ya da okulun ilk günü onu okula kendim bırakmayacak, servise bindirecek kadar umursamazım, bir yandan da okul eteğinin bedeni gelmişse gidip alayım diye okula gidince, sırtının sırılsıklam terli olduğunu görüp bu çocuk daha bebek, kim değiştirecek bunun ıslak tişörtünü diye homurdanıp olay çıkaracak kadar arızayım.
Ben bence daha veli olmaya hazır değilim. Oğlak yanım kabarıyor, oldu bittiye geldi ya, plansız programsız oldu ya, aniden hazırlıksız yakalandık ya, alışmaya çalışırken geçen sürecin tadını çıkaramıyorum. Her an aksayan şeylerden biri beni sorumlu tutacakmış, belki suçlayacakmış gibi gardımı alıyorum. "Amaan nolacak terlediyse, sanki ben 5,5 yaşında ilkokul birdeyken annem mi gelip sırtımı değiştiriyordu, ne oldu yani, üstelik ben devlet okulundaydım ve siyah önlük giyerdim" deyiveremiyorum. Yeterince yedek tişört, etek, ayakkabı aldım mı acaba diye dönenirken, kendimin o yaştayken sadece 1 önlüğümün ve okul ayakkabımın olduğunu unutmuş gibiyim.
Kızım okula hazır bence, değilse de hızla hazırlanıyor.
Yol bile katettik, haftasonu yeni yaşam biçimimize alışmaya çalıştık kızımla. Adı, çocuk hızında yaşamak. Aslında yeterli vakit verildiğinde birçok şeyi yapabildiğini, tuvalete gidip temizlenebildiğini, yemek yiyebildiğini, yatağını toplayabildiğini, yani hayatını idame ettirebildiğini farkettiğimde buna karar verdim. Kızıma da bildirdim: Artık çocuk hızında yaşayacaktık.
İlk başta anlayabildiğini ya da algılayabildiğini sanmadım. Aslında zaten, bu benim eğitim sürecimdi (Etkili Ana Baba Eğitimi kitabından öğrendiklerimden birisi, ayrı bir yazının konusu). Çocuklarımızdan birçok şeyi yetişkin hızında beklediğimizde yapamıyorlar, hadi hadi hadi diyerek onları geriyoruz ve arızaya bağlıyorlar. Bu sefer de onların yavaşlığı bizim kabul edilebilir davranış çerçevemizin dışında kaldığından biz tolere edemiyoruz.
Kızım meğer pek güzel anlamış. Haftasonu ona ne zaman "hadi kızım, acele et kızım" desem, "anne hani benim hızımda yaşayacaktık?" diye beni uyardı. Her seferinde ona beni uyardığı için teşekkür edip, buna alışmamın biraz vakit alacağını söyledim, beni uyarmaya bıkmadan usanmadan devam etmesini rica ettim. Çocuk hızı... Çocuklu hayatın bu sırrını beş buçuk sene boyunca nasıl olup da keşfedememiş olduğuma şaşırıyorum şimdi.
Onlar büyümüyorlar sadece, biz de büyüyüp öğreniyoruz. Gelişiyoruz. Olgunlaşıyoruz - evet 35 yaşından sonra bile.
Herşey çok güzel olacak, biliyorum. Kötü gitmesi için hiç neden yok.
Bugünkü yazımı hayatımda tüm zamanlarda en çok sevdiğim, daha doğrusu en akıllıca yazıldığını ve hep bir insan evladının nasıl olup da bu kadar güzel uyumlu şarkı sözü yazabildiğini düşündüğüm bir şarkının sözleriyle tamamlıyorum:

Daha dün annemizin kollarında yaşarken
Çiçekli bahçemizin yollarında koşarken
Şimdi okullu olduk
Sınıfları doldurduk
Sevinçliyiz hepimiz
Yaşasın okulumuz.

15 Eylül 2012

Bana iyi gelen şeyler.

Biliyor musun Ironman'in annesi, bana iyi geliyorsun. Cumartesi sabahının körü olmasaydı, seni arayıp bunu sana söylerdim. Böyle dandun diye bir giriş oldu ama kafam pek karışık, toparlamaya çalışayım.
Aşağı yukarı seninle son buluştuğumuz günden (bkz. 5 Temmuz muydu?) bu yana, takılmış bir bozuk plak gibi aynı şeyler oluyor. Aslında büyük resim değişiyor habire, yeni ev yeni iş yeni şehir, yeni bir yaşam tarzı. Ama ben sürekli küçük resme bakıp ben yapamıyorum, ben zorlanıyorum diyorum. Böylelikle de işler düzelip yoluna gireceğine sarpa sarıyor. Herşey daha beter oluyor.
Herkese olumlu düşünmenin gücünü anlatan ben, düşünce bulamaçlarımda boğuluyorum.
Ne ara dayanma gücümü yitirdim ben? Biri beni silkeleyip herşeyin yoluna gireceğini neden hatırlatmıyor? (Şebnem, aslında sen sanki bunu yapacak gibiydin :) ama pek görüşemedik, ihmal ettin beni.. Bi de benim zaten bunu bildiğimi, neden uygulamadığımı söyleyince ters tepti belki, bana sadece basitçe gaz versen olurdu sanki... )
Hep herkese herşeyin düzeleceğini ben söylermişim meğer, kimse bunu benim için yapmayınca, kocam da kendi stresinden benimkini farkedemeyince, evet, ben çakıldım kaldım.
PMS'imin de nihayet dün sona ermesiyle bu kadar rahat konuşabiliyorum. Dün herşeyin sonu gibiydi, ruh halim neydi öyle... Senin, Ironman ve Tuna'nın herzamanki gibi şahane bir resmini gördüğümden beri düşünüp duruyorum, ben ne zamandır bebeklerime ve sevgilime sarılıp şöyle gülen bir resim veremiyorum? Ne oldu bana?
Diye diye bugünü buldum.
Evet, sen bana iyi geliyorsun. Keşke daha yakınımda olsan, daha çok konuşsak, hergün konuşsak.. Hep görüşsek.. Yazdıklarımızı okusak. Birlikte hayal kursak, birlikte gezsek. Seninle görüştükten sonra daha olumlu düşünüyorum. Bazen saçma bir anda seni arayasım geliyor. Sanki birlikte yıllar geçirmişiz de şimdi uzaklaşmışız gibi oluyor.
Bu da böyle bir yazı oldu.. Daha çok mektup oldu :) Eh hadi öptüm bari.

12 Eylül 2012

Ben Tuna'nın gittiği eski okuluma gitmek istiyorum anne.

Ben kızımı ilkokula mı anaokuluna mı göndermem gerektiğini tam anlamamışken, kızım kendi kararını verdi bu sabah.
"Ben Tuna'nın gittiği anaokuluna gitmek istiyorum anne".
Bense gitsem mi kalsam mı bilemeden, evden dışarı attım kendimi. Neyse ki annem var evde.
Ya bir başkası olsaydı onun yerinde de, çılgınlar gibi ağlayan kızımı sakinleştirmesi gerekseydi? Nasıl bırakıp da işe gelecektim, ne yapacaktım?
Gene geldik aynı noktaya, ne doğru, ne yanlış?
Kış günü karın ortasında paltosuz kalmak gibi bişeymiş bu bakıcısız, yadrımcısız kalmak. Yarı yolda yaya kalmak gibi. Annemi esir aldım, evine gönderemiyorum. Çaresizlik ilk defa fikir olarak içime geldi, oturdu. Ne yapacağım ben demeye başladım.
Önce karar vermeliyim, yatılı mı gündüzlü mü, bakıcı mı yardımcı mı, temizlikçi mi? İki miniğim okuldan gelince ne yapacaklar? Kim karşılayacak onları? Ne yapacağım?
Nihayet ağladım rahatladım biraz. Artık daha iyi düşünebilirim.

10 Eylül 2012

Şimdi okullu olduk

O veya bu sebepten, öyle veya böyle, bu veya şu şekilde,
şimdi okulluu olduuuuk
sınıflarııı doldurduuuuuk
sevinçliyiz hepimiiiizzzz
yaşasın okulumuuuuuzzzz

8 Eylül 2012

Bakıcısız olmanın dayanılmaz hafifliği

Yıllardır ilk defa bakıcımız yok.
Oh be söyledim gene bi daha hafifledim.
Bakıcı diye gelen kişiler -nedense- bir süre sonra asli görevlerinin çocuklarımla ilgilenmek olduğunu unutup, ev işlerine ya da istirahate kendilerini vermekteydi. Bunu farketmem üç sene aldı aşağı yukarı. Belki de ben ev işlerine hiç katılmadığımdan.. yemek yapmadığımdan, bulaşık yıkamadığımdan, ütüden nefret ettiğimden.
En son bir yıldır bizimle yaşayan sevdiğimiz ablamız, şimdi buraya yazamayacağım nedenlerden gitmenin yolunu çizmeye başlayınca, dedim ki, "hemen git".
Bir ilham geldi bana ve dedim bunu. Kocam daha gelmemiş, ben buralarda tek başıma ne yaparım, çocuklarla ev işleriyle falan nasıl başederim falan demeyi bir anda bırakıp, yüzüne bakıp, "git" dedim.
Bir tek annem olsun bana bişey olmaz (bu kadar cesur bir karar vermemin arkasında annemin bir ay bizde kalmayı vaadetmesi ve halinden pek de şikayetçi görünmemesi olduğunu itiraf edecek değilim).
Anne.
Şimdi ev işlerine yardım eder mi, çocuklarımı servisten karşılayıp ben gelene kadar bir saat idare eder mi (bakınız bakar mı demiyorum, artık bakıcı tutmayacağım çünkü) diye görüşmeyi planladığım birisi var. O da olmazsa başkasını bulurum. Ev işlerine kadın mı yok? Vasıflı olması gerekmez ki, bakıcı değil.
Oh be ne rahat, ne hafif.
Çocuklarıma kendim bakacağım artık. Oh. Ne hafif.
Evimin işini de yaparım gerekirse.
Oh.
Kimsenin kahrını çekemeyeceğim.
Zaten şu an yanımda kıvrılıp duran ve "Anne, dinle şimdi, van tu tyi foy fayf" diyen serseriye siz de olsanız bayıla bayıla bakardınız.
Oh, ne hafif bir yazı oldu.

4+4+4 ve yeni okulumuzdan şahane sürpriz

Bu yasaya yakalandık evet, hem de sadece 4 günle. Yasa çıkmadan evvel Antep'te güzel bir okula kaydımızı yaptırmış, içimiz rahat bir şekilde okul konusunu halletmiştik.
Derken Bodrum işi çıktı. TED koleji açılacaktı bu sene, acaba benim kızıma da yer olur muydu? Malesef TED Bodrum'da anaokulunda yahut ilkokul birde bir kişilik bile yer yoktu, kayıtlar aylar önceden bitmişti, yapılacak birşey de yoktu. Ben acaba işi kabul etmesem mi, ne yapsak diye düşünürken, yeni yasa çıktı. TED bir ilave birinci sınıf açtı, biz de koşarak gelip kayıt yaptırdık. Yasadan ilk bahsedilmeye başladığında okulumuzun yönlendirmesiyle, sorun yoktu, ilkokul bir olsak da asayiş berkemaldi, herşey yoluna girecekti. Minikler için ilave sınıf açılmıştı, onların yaşının henüz ilkokul için ufak olduğunun farkındalardı, anaokulu okumadan geldiklerinin, henüz kişisel temizlik de dahil bisürü şeyi yapamayacaklarının bilincinde idiler. Bizi sonsuz rahatlattılar. Herşey çok güzel olacaktı.
Sonra rapor alıp yeniden anaokuluna dönme seçeneği ortaya çıktı. Ben bu seçeneği hiç düşünmedim, Damla 4 yıldır yuvaya gittiğinden bir yıl anaokulu + seneye bir yıl yumuşatılmış ilkokul bir okuyup iyice sıkılsın istemedim. Zaten neden isteyeyim ki, içim rahattı. Çocuğum yaşıtlarıyla, güvenli bir ortamda, oynayarak, eğlenerek, severek okuyacaktı. Eh, Denver gelişim bilmemnesi testine göre de epeyi iyi durumdaydı, zaten güvenli ellerdeydi. Sorun yoktu.
Ben böylece bu konuyu sorun haline getirmedim, hatta aylardın üzerinde düşünmedim bile anaokulu mu - ilkokul mu - hangi okul. Kısacası şu taşınma döneminde verilmesi gereken kararlar karmaşasına bir de 4+4+4 meselesini sokmadım hiç.
Ama arada TED'e gittiğimde, ya da bir toplantı falan olduğunda, minikler için ayrı sınıf açtınız değil mi, diye hep sordum. En büyük kaygım çünkü çocuğumun kendinden 1 - 1,5 yaş büyüklerle aynı sınıfta olup travma yaşamasıydı. Hep "tabii ki ayrı olacaklar, biz onlar için açtık bu sınıfı" cevabını alıp rahatladım. Bu yüzden özel okula vermemiş miydim kızımı ben?
Sonra dün, okulun açılmasından tam bir gün önce, sınıf listelerinin ve öğretmenlerin belirleneceği toplantıya gittim.
Ve sürpriz... Karma sınıflar. Sınıfın en küçüğü Damla. Ama hakkaten en küçüğü. Aman Allah'ım. Şok. Ne yapacağım ben? Hiç vakit vermediler düşünüp taşınayım, sorgulayayım.
Ne kendimi ne de kızımı hazırladım ben buna. B planım da yok. Başka okul? (Hemen gittim, diğer okulda minik grup 5 kişi sadece, onlara anaokulundan hallice bir müfredat hazırlamışlar, normal birlere ise eski müfredat. Eh bu çocuklar iki ya da üçüncü sınıfta karışacak, dördüncü sınıfta aynı sınava girecekler. Ne olacak o zaman?) Devlet okuluna mı versem?
Öyle mi, böyle mi, yaşadığım anksiyetenin dozu bünyeme fazla geldi akut dönemde. Onu ara, bunu ara, danış. Pedagoğu ara. Herkes karma sınıf olmaz derken, TED'in pedagoğu ve müdürü hatta Damla'nın öğretmeni, olur olur bal gibi olur kıvamındaydı. Bizimle bir görüşme yaptılar, Damla'ya tekrardan bilmemne testleri uyguladılar..
Sonra şöyle dediler:
"Bu çocuk için mi kaygılandınız, neyi tartışıyoruz anlamadık, ezilmesinden korktuğunuz çocuk bu mu, endişeye gerek yok, ilkokula hazır Damla, merak etmeyin.."
Dediler. Bense, inandım. Çünkü şu aşamada, yeni bir kararın stresini tek başıma kaldıramayacağım. Yeni bir okul? Anaokulu? Baştan?
Yok. Ben veremeyeceğim bu kararı. TED'e giden Damla ile beraber 12 minik için ONLARIN verdiği karara katılacağım, seyredip göreceğim. Hergün bu fikrin sahibi olan siyasilere çok da hayırlı olmayan şeyler söyleyerek içimden. Avrupa'dakini taklit etmeyi bile başaramayıp kıçlarından uydurdukları sistemi dayattıkları için. Okula başlama yaşını geriye çekip doğudaki çocukları ilkokul adı altında anaokuluna göndermeyi sağlamak üzerine kurulu yanlış sistemin kurbanı, benim zaten 4 yıldır okula giden çocuğum olmalı mıydı? Ben nasıl güveneyim artık size? Allah bildiği gibi yapsın sizi.
Bize gelince, Allah'ım lütfen doğru yolu göster bize. Kendi de 5,5 yaşında okula başlamış, hem de devletin en vasat okullarından birine gidip, kendinden büyüklerle okumuş, eh fena da olmamış bir anne olarak doğruyu yanlışı bu kadar ayırt edebiliyorum, umarım ve dilerim yanılmıyoruzdur.
Hakkımızda en iyisini, en hayırlısını ver Allah'ım. Mini mini kızımın bu acımasız çocukların kırıcı dünyasında, büyüklerin altında ezip de okuldan soğumasına izin verme.

1 Eylül 2012

Tababet Sanatı

Son günlerde kafamın içinde bu kelimeler dönüp duruyor... Tababet sanatı... Hekimlik sanatı...
Sanat bunun neresinde diye sorulabilir, doğrudur. Ben de yıllardır hasta bakmaya / üzerime düşen işleri yetiştirmeye / fazla mesai saatlerinin yarattığı zihinsel ve bedensel yorgunluğu atmaya.... çalışıp, aşırı yük bağlanmış eşek gibi sağa sola savrularak yürürken unutmuşum tababetin bir sanat olduğunu.
Hastama gülümseyerek hoşgeldin demeyeli o kadar çok olmuş ki, elimi uzatıp hastama dokunmayalı / elini sıkmayalı o kadar çok olmuş ki...
Peki bunda hastaların ne suçu var? Günde 120 hasta bakmakla yükümlü hekimin ne suçu var? Şimdi günde en fazla 20 hasta bakmam mümkünken bu hastaların onlardan ne farkı var?
Uzun zamandır takip ettiğim bir meslektaşımı okudukça hep birgün benim de hastalarımla sohbet etmeye fırsatım olacak mı diye sorardım kendi kendime.. Onlara nasıl olduklarını bile soramadan "ne şikayetin var" lafını şırrak diye ortaya atarken kapıdan girdikleri an...
Birgün sadece nasıl olduklarını sorup bu konuda konuşabilecek fırsatım olacak mı hastalarımla merak ederdim..
Şimdi gülümseyerek /gülümsemeye çalışarak / en azından suratımı asmayarak hoşgeldiniz diyorum onlara kapıdan girerlerken. Elimi uzatıyorum. Nasılsınız, ben Dr. Hayal diyorum.
Aa ne güzel sizin de mi iki çocuğunuz var benim gibi diyorum.. Bodrum'lu musunuz benim gibi diyorum, aa tatile mi geldiniz diyorum, güzel mi Paris'te yaşamak diyorum, benim de eşim bankacı, çok zor bir işiniz var diyorum, haklısınız bu ağrılarla yaşamak zor olmalı, endişelenmeyin beraberce çözeriz diyorum.
Sadece hastalıktan ibaret olmadıklarının farkında olduğumu anlamalarını istiyorum.
Benim tıbbi bilgimi sorgulayacak kadar tıbbi bilgileri olmadığını, ama insanlığımı, güleryüzümü, anlayışımı sorgulayacak kadar insan olduklarının farkındayım.
Sonra da, oturup, basit bir idrar yolu enfeksiyonunu tedavi ettim diye hastane idaresine yazdıkları teşekkür mektubu ile gelen üst yazıyı okuyup seviniyorum: "Sayın doktor, hasta memnuniyetine yaptığınız katkılardan dolayı teşekkür ederiz."
Aslında hastalarımızı memnun etmek çok zor değil - de - biraz güleryüz gösterebilecek kadar geniş "an"lar elde etmek zor bazen. Günde 120 hastaya bakarken mesela.

23 Ağustos 2012

Bodrum'da hayat nasıl gidiyor?

Henüz rayında gitmeyen yanları var tabii, ama yavaş yavaş oturuyor parçalar yerli yerine.
Havalar serinlemeye başladı, gece önce sıcaktan uyanıp balkon kapısını açıp sonra da üşüyüp üstünüze bir pike aldığınız günler geldi Bodrum'da (neyse ki). Gerçi sivrisinekler hız kesmedi, haşat ediyorlar buldukları her yumuşak cildi.
Hastane yeni alışıyor hekimlerine + hastalarına. Odam odaya benzemeye başladı, kahve kokusu ve kan kokusu yavaş yavaş birbirine karışmaya başlayınca. Tek tük başlar tabii hastalar, zamanla artacak, şimdilik sakinliğin tadını çıkarmalı. Masaya bir çerçeve alıp bebeklerin resmini koyunca tam doktor odası olacak, yıllarca hayalini kurduğum.
Ev eve benzemeye başladı, balkonunda salıncak ve ocağında çayıyla. Tabii sevgili gelince bir haftalığına da olsa, bu yüzden ev ev oldu bence. Tabii bir de telefon, internet, hepsi gerekli evi ev yapmak için, değil mi?
Bodrum eğlencede, sabahlara akmada. Gece bebekler uyuduktan sonra sevgiliyle el ele bir denizkıyısı yürüyüşü, tadından yenmez.
Gitmesen sevgilim, ya da hemen geri gelsen?

9 Ağustos 2012

Keşke herşey bazen biraz daha kolay olsaydı.

Bu sefer baştan söyleyeyim de öyle başlayayım: Lütfen bu yazımı okuyan olursa, ah depresyonda mısın, zavallı, bak mutlu olunacak ne çok sebebin var, sağlığın var, falan demeyin. Depresyonda değilim, mutsuz değilim, hergün şükredecek kadar çok şey var hayatımda, farkındayım. Hatta tüm zamanlara göre en çok şimdi farkındayım ve mutluyum çok şükür.
Ama...
Keşke, bazen, herşey bir parça daha kolay olsaydı.
Keşke, aslında tahmin bile etmediğimiz kadar yalnız olmasaydık. Keşke aslında kendi kurguladığımızı sandığımız hayatımız başkalarınınkiyle bu kadar örülü olmasaydı da bir parça daha yalnız olabilseydik.
Hayatımızın anlamı çocuklarımız, terrible two, four, five olmayıp, biliyorum sen beni hiç sevmiyorsun, hiç bir zaman da sevmedin anne demeseydi.
Keşke canımızın içi bebeklerimiz, gel deyince gelseydi, ye deyince yeseydi, hadi deyince kıpırdasaydı.
Keşke stres faktörleri - ya da zorluklar - teker teker gelseydi. Mesela taşındığımızda yeni bir işe başlama stresiyle de uğraşmamız gerekmeseydi. Ya da çocukların da tastamam aynı anda yeni bir okula başlaması gerekmeseydi. Ya da keşke eşimiz de yanımızda gelebilip bütün bu zor sürecin yükünü paylaşabilseydi.
Ya da yanımızda bize destek olsun diye getirdiğimiz kişilerin bu kadar çok geri gidesi olmasaydı da, stresin birazını onlara aktarabilseydik, yükümüzü hafiftelebilip daha kolay katlansaydık.
Keşke ramazan, oruç ve 37 derecelere varan sıcaklar da bunların üzerine eklenmeseydi de herşey bu kadar katlanılamaz bir hal almasaydı (tok açın halinden anlamaz).
Herkes keşke sırf kendi açısından bakmak yerine biraz da başkalarının açısından bakmaya çalışsaydı. Karşındakinin ayakkabısını giyip yürümek bu kadar da zor olmasaydı.
Bazen de hayatımızın odağı kendimiz olabilseydik. Sadece kendimiz için yaşayabilseydik, sadece kendimizi düşünebildiğimiz günlerimiz ve sabahlarımız olabilseydi. Uyanınca işe gitmek için rahatça giyinip süslenebileydik, bazen uyuyakalabilseydik, işe sadece uyuyakaldığımız ya da keyif kahvaltısı ettiğimiz için geç kalsaydık - mesela çocuğumuz kahvaltı etmeyi ya da üstünü giyinmeyi reddettiği için değil.
Keşke çocuklarımız sinir krizine girdiklerinde onlarla başetmesi gereken tek kişi biz olmasaydık. Bir başka kişi, x birisi - hiç farketmez kim olduğu- bizim kadar sevgiyle, şefkatle onları sakinleştirmeye çalışsaydı da bizden başka herkes, öff ne beter çocuk, annesi ilgilensin, bana ne deyip çevreden yok olmasaydı. Bazense biz bunaldığımızda, çığlık atmak ya da bağırarak kaçmaya ihtiyaç duyduğumuzda bunu yapabilseydik.
Keşke herşey bazen, sadece bizim limitlerimiz dolduğunda, toleransımız azaldığında, gücümüz kalmadığında, biraz daha kolay olabilseydi.

2 Ağustos 2012

Bodrum.. Bodrum...

Hoşbulduk Bodrum.... İyiyiz çok şükür, ya sen nasılsın?Yıllardır deyip durduk da sonunda geldik sana. Güzelmişsin, güzel şehirmişsin derlerdi. Evet ben de beğendim seni. Her köşende bir sürpriz saklı senin de Antep gibi, henüz pek azını keşfedebilmiş olsam da. Her virajı dönünce şahane bir koy, şahane sular bekliyor insanı.
Evet evimiz şahane bir sitede, ne yana dönsen nefis yemyeşil çimenler. Kişiselleştiremedik henüz, sadece çocukların kaydırağıyla masası, havuzu var bahçede. Ama eminim en kısa zamanda benim salıncağım, masam, mangalım da yerini alacak.
Evet kötü karşıladın bizi, hatırlamak bile istemiyorum şu an, tuttuğumuz evin sahibi bize vermekten eşyalarımız gelmek üzereyken vazgeçti evini, ama her işte bir hayır varmış Bodrum, bahçesi yoktu oranın, içimden ite ite bu sonu hazırlamıştım. Yukarıdan bizim için ayrılmış ev ise kocaman bahçesi ve boş odasının birinde yerde duran tüyle (bkz: meleklerle yaşamak, beti erikli) bizi bekliyordu. İki aydır ev arayıp da bulamamıza rağmen bizim evi yarım saatte bulmamız bunu göstermiyor mu?
Eşyalarımız sığmadı evet, ama arındık hafifledik. Antep halılarını, Antep mobilyalarını, parlak süslü tabak bardakları verdim diye hiç üzülmedim Bodrum. Yıllardır hiç kullanmıyordum inan çoğunu. Kalabalık mı iyidir sadelik mi?
Nefis bir hastane hazırlamışsın benim için Bodrum. Hep hayal ettiğim gibi, tertemiz, şık, güzel insanlarla dolu. Sekreterimin adı Gamze, bana güzellikleri çağrıştırıyor ismiyle (özledim Gamzemi ondan mıdır?).... Odam var, evet, hani yıllardır hayal ettiğim gibi. Yakında çocuklarımın resimlerini koyacağım, şu anda sevgilimin ve kardeşlerimin yolladığı çiçeklerin süslediği bir masam..
Güzel insanlar karşıladı beni burda... Dilaram, ilk gün olmayan vaktini bana ayırıp kendimi evimde hissetmemi sağlayarak gözyaşlarımı hafifletti... Teyzem, kuzenim, İnanç - beni tanımadığı halde kara gün dostum oldu, ne güzel - ve koşup gelip elimden tutan, her zamanki gibi, evimi yerleştiren canım annem.
Çocuklarım harika bir okuldalar şu an, Patika'da, tavşan horoz tavuk balıklarla oynayıp koşup kirlenip yüzüp geliyorlar akşam eve. Damla hanım ilkokula hazırlanıyor, bakalım nasıl olacak, Tuna Bey'se keyfi yerinde, güle oynaya gidiyor. Gerçek tavuk yumurtası yiyorlar artık Bodrum, komşunun paçalı tavuğunun yumurtasını, bir de evde yapılmış yoğurt. Gerçek otla beslenen komşu ineğin sütünden yapılmış. Okul çıkışı denize gidiyorlar, kumda debelenip serin sularda yüzüp güneşi çekiyorlar içlerine.
Evet geldik Bodrum. Şimdilik bir eksikle, en kısa sürede tamamlanacağız dua ediyoruz.
Bunlar için Allah'ım sana çok şükür, açtığın kapılardan geçtik, umarım hayırlara vesile olur hepsi.

16 Temmuz 2012

Korkuyorum biraz.. Evet..

Bu sefer biraz korkuyorum. Sanırım sabah içimde hissettiğim, ne olduğunu da tam anlayamadığım duygu buydu. Sıcaktan mı dedim, havadan mı dedim, açlıktan mı dedim. Kendi kendime sordum da sordum.
Yok korku bu, basbayağı korku. Hani, benim sen aslansın, sen yaparsın, sana bişey olmaz diyen arkadaşlarım nerdesiniz?
Ben bu imzayı gidip de atmaktan, benden paso sevgili devletim, on yıllık hizmet yeter sana, yeşil pasaportumu da aldım, artık gidiyorum demekten, istifayı basıp çıkmaktan, sonra burda iki yılda biriktirdiğim herşeyle, canım hastanemle, hastalarımla, beni eğiten, sevdiğim şeyleri öğreten ameliyathanemle, arkadaşlarımla, tek tük de olsa dostlarımla, Antep'le vedalaşmaktan korkuyorum.
Otuzaltı yaş yeniden başlamak için geç midir?
Gideceğim yeni şehir, mandalina bahçesinin içindeki küçük ev, çalışacağım yeni hastane de Antep kadar kucak açacak mı bana?
Artık ilkokula giden bir çocuk annesi olacak kadar büyüdüm mü ben bir yandan da?
Hazır mıyım? Burada sereserpe yaydığım, birçoğunu yeni aldığım eşyalarımı paketlemeye kolilemeye hazır mıyım? Antep'e bir daha gelemeyeceğimi bile bile gitmeye hazır mıyım? Terkediyor muyum burayı yoksa başka bir yeniden başlangıç için ayrılıyor muyum?
Neden gerginim, korkuyorum ondan mı?
Hepsi bir yana, içimdeki his teşekkür etmek bu yazının sonunda. İki güzel sene için, zor yanları kötü günleri oldu ama en çok da güzel günleri oldu, güzel şeyler yaptım, güzel bir yerde çalıştım.
Asla kötü hatırlamayacağım bu mecburi hizmeti.
Ve çok şükür Allah'ım beni ve ailemi mecburi hizmete bu güzel şehre, güzel insanların arasına yolladığın, sonra da hayalini kurduğum kapıları araladığın ve geçmemize izin verdiğin için.

16 Haziran 2012

İkinci çocuğun tuvalet eğitimi çıkmazı

Damla hanım doğmadan önce saydım da, tam 23 çocuk bakımı kitabı okumuşum. İçlerinde Türkiye'de olmadığı için Amerika'dan getirttiklerim, ödünç aldıklarım, satın aldıklarım var. Ezberlediklerim var. Tuvalet eğitimi ile ilgili olanları var.
Damla hanımda tüm enerjimi ayırdığım, üzerinde uğraştığım, emek verdiğim, bütün bunların sonucunda da çok erken dönemde halledip üzerini kapattığımız bir konuydu tuvalet eğitimi. İki yaş civarlarında bezi attık, bitti. Hem gece hem gündüz. Gece yatınca ve sabaha karşı çişe götürüyorduk, uyurken de yapmazdı. Yolda sokakta tatilde misafirlikte bir daha da bağlamadık.
Tuna beyde ise, yarım enerji, yarım zaman, yarım emek, yarım konsantrasyon. Rakibi var ne de olsa... Yarım anne olunca, tuvalet eğitimi de yarım oldu. Ayrıca benim işlerim de yoğunlaştı, çocuğumu daha az görür oldum. Geçen yaz altını açtık, başlarda herşey güzeldi. İlgilenince çiçek bile açıyor değil mi? Bir ara gün içinde sürekli kaçırır oldu, bir buçuk gün üzerine düştüm, daha da kaçırmadı. Sonra gece yapmaya başladı, sanırım biz gece kaldırmaya üşendiğimizden (hatırlıyorum da Damla'yı her gece en az iki üç kez tuvalete götürürdük, sanırım evdeki herkes yoruldu ya da kimsenin umurunda değil).. Baktık her gece altına yapıyor, yatak yorgan çiş oluyor, kış da geldi, üşütecek diye bahane ederek Cico önce çaktırmadan (bana ve Tuna'ya) gizlice gece yattıktan sonra altını bağlamaya başladı. Baktı ki ben de sesimi çıkaramadım (yoğunluktan ne yalan söyliyim, geceleri genelde baygın gidiyordum yatağa), açıktan açığa bağlamaya başladı. Çocuk da farketti tabii sonunda. Eh, artık üç yaşında. Her gece ama her gece altına yapıyor, yani beze.
Evde benden başka kimse önemsemiyor bunu. Yahu üç yaşında diyorum. Gündüz açık gece bezli olmaz. İlgilen o zaman di mi kızım... Gece yattığında bir gibi ve sabah beş buçuk gibi yapıyor çişini, bu saatlerden önce işetmek gerek, farkettim.
Sonunda isyan ettim, bağlanmayacak artık dedim, işerse işesin. Dün gece bağlamadık (ama bayılmışım ben gene, son iki gündür gösteri maratonu Damla'dan çok beni perişan etti), sabah baktım gene her taraf çiş gölü.
Şimdi uyanmasını bekliyorum Tuna'nın. Konuşacağım. Artık bezin olmadığını kavratmalıyım. Ama bana daha büyük iş düşüyor, gece mutlaka uyurken işetmek gerek. Çünkü ev halkından benden gayri herkes "bağlayalım işte biraz daha nolur ki"ci. Tek başıma uğraşacağım napalım.

15 Haziran 2012

Damla hanımın bale gösterisi ve benim emlakçılarla imtihanım

Damla hanımın bir yıl süren bale kursu ve annesinin bir yıl süren işkencesi sona erdi sayın seyirciler. Damla'yı baleye vermek iyi bir karardı. Hem ben güzel arkadaşlarının güzel anneleriyle tanıştım, sosyallik oldu.. hem de Damla hanım disiplini tanıdı. Disiplinli oldu mu bilmiyorum... Yararı oldu mu bilmiyorum. Bana şöyle bir yararı oldu ki, benim kızımdan balerin falan olmayacağını anlamış oldum. Olsa olsa sörfçü, yelkenci, kürekçi gibi bişey olur. Damla önündeki arkadaşına yanlış duruyorsun, sağındakine hadi ilerle falan gibi şeyler demekten pek gösteri yapamadı. Gördüm ki disiplinin yanından bile geçmemiş. Evet dik durmayı, düzgün postürü falan öğrendi ama, bütün yılımız bu derste öğretmeninin dediklerinden çıkma kızım demekle ve rüşvetler, cezalar vs ile bale yaptırtmaya çalışmakla geçti. Bir de üç arkadaştan oluşan çetelerini dağıtmaya çalışmakla. Aşağıda resmini gördüğünüz Pınar öğretmene sabır beratı vererek kapatıyorum bale konusunu. Sanırım sonsuza dek. Damla'yı yelkene vermeye karar vermiş bulunuyorum.

Gecemizi iki böcüğün ilk pijama partisiyle ve üçüncü böcüğün onlara katılmaya çalışması / sabotajlarıyla sonlandırdık..


Benim emlakçılarla imtihanım ise daha da bitmez bir çile. Her ev aramada şöyle olur, benim sinirlerim tepeme çıkar, bir daha emlakçıdan ev aramamakta karar kılarım, bir sonraki sefer gene çaresiz film başa sarar.
Ay o paraya istediğiniz gibi ev bulamazsınız canım...
E bir ay önce bilmemne hanım daha az paraya tuttu...
Eh ama o bir ay önceydi canım. Şimdi çıksa o evi bir milyar fazlasına tutamaz..
Bu emlak kiraları bir ayda milyar milyar mı artıyor emlakçı hanım?
Evet canım. Artık siz bir milyar fazlayı gözden çıkarın canım.
Benim bütçem bir milyar emlakçı hanım.
Bakın canım ben size ayda 3250 liraya bir villa buldum beş odalı..
Bizim öyle bir bütçemiz yok ama...
Olsun, artık ev kiraları bu kadar... Neyse ben biraz daha araştırayım size 2000 liraya kadar bir ev bulayım.
1000 demiştim emlakçı hanım.
Olsun canım, o paraya ev bulamazsınız...
Peki siz bir bakın o zaman.


Ve emlakçı vs benim sinirlerim.. Emlakçı kazanır.

Ama bu kez ben kazanacağım, sahibinden bulacağım aradığım evi. İnşallah. En kısa zamanda da part two ile karşınızda olacağım: Sahibinden ev. Süper haber.

10 Haziran 2012

Antep'te tembel bir haftasonu...

Antep güzel şehir.... İnsanı oyalamak için numaraları saymakla bitmiyor. Haftasonu mesela, Antep'teyseniz, evde pineklemek için hakkaten tembel olmalısınız. Mesela, daha iyi bir fikir, sonsuz sayıdaki parklardan birinde pineklemek olabilirdi.
Öğlen sıcağında bile ağaçların serin gölgesinde, çekirdek çitleyebilir, bisiklete binebilir, çimenlerde yayılabilir, tembellik edebilirsiniz. Bunu yapan yalnız siz olmadığınız için kimse size tuhaf gözlerle bakmaz. Açılır kapanır sandalyelerinizi yanınında götürür, olmazsa olmaz termosunuzdan sıcacık çayınızı içebilirsiniz.
Bahçe sulama hortumundaki suyla oynayabilir, ıslanabilir, çamur olabilir, sınırsız kudurabilirsiniz.. Biz dün böyle yaptık.
Sonra akşam, sevgiliyle, Fatih Ürek'in sahne alacağı bir düğüne gitmek için giyindik, kuşandık. Süslendik.

Düğüne gittik gitmesine de, düğünün ve dahi gelinin ruhuna pek gıcık olduk. Gelin hanımı daha fazla görmek istemedik, Fatih bey sahne almadan önce o pek lüks pek şık pek pahalı otelden kaçtık, dostlarla Bayazhan'a aktık. Keşke fotoğrafı olsaydı da koysaydım, Antep'in gülü, gözümüzün nuru, gece gidilecek en şık ve tek mekanı.
Hakkaten eğlendik, epeyi iyi vakit geçirdik.


Sabah oldu, eski adıyla Veliç Kır Evleri'ne, yeni adıyla Uğurlu Kaplıcaları'na kahvaltıya gittik. Buranın hikayesi ilginç.. Biraz Antebin dışına doğru, pek şeker bir yer. Eskiden buraya Antebin kalantorları sevgilileriyle giderlermiş, otel motel ve dahi restoranlar içeren şık bir tesismiş. Zamanla adı çıkmış, aileler gitmemeye başlamış. Bunun üzerine imaj yenileyelim, eski aile mekanı havamıza tekrar kavuşalım diye yenileme çalışmaları yaparken, kaplıca suyu bulmuşlar. Bu sefer tesisi biraz abartmış, büyüüük otel, büyüüük kaplıca havuzları, at binme alanları, vs.... kurmuşlar. Adı da olmuş sana Uğurlu Kaplıcaları. Antep'te hala Veliç diye biliniyor..

Ben pek beklediğimi bulamadım, kendimi kıra bahçeye ota böceğe hazırlamışken (adı kır evleri ya) her tarafı taş beton olan kocaman bir tesisle karşılaştığımdan olsa gerek. Ata binerlerken çok sıcaktı bayıldık, tek iyi yanı kahvaltısının gerçekten çok iyi olmasıydı ve kocaman bir çocuk parkı vardı, benim kumgüzelleri saatlerce kumda oynadılar sıkılmadılar.

Kahvaltımız bitince Eski Çarşı'da aldık soluğu. Antebe geldik geleli daha iki kere gitmişliğim vardı, bakır fincan alasım vardı, yürüdük gittik. Sonra sıcaktan o kadar bunaldık ki, patron homurdanmaya başladı. Dedim ki, hadi size bir Türk kahvesi ısmarlayayım.
Bildiğimden değil, bir hanın içine sürükledim çektim ekibi. Bir de ne görelim, (bence meleklerimiz açtılar yolu, çünkü kelalaka bir şekilde) kendimizi bir mağaranın içinde buluverdik. Ama nasıl serin, buz gibi. Nasıl güzel bir Türk kahvesi, son aylarda içtiğimin en iyisi. Kömürde, dumanı burnunda. Kahvenin tadına varırken, alttaki fotoğrafta pek net görülmemiş ama, iki genç çocuk gelip kanın ve udla bir fasıla başlamasınlar mı...
Allah'ım dedim, piyango çekilişi vardı da haberimiz olmadan biz de katıldık ve kazandık mı nedir...

Kahve içtik, çay içtik, serinledik, şükrettik bu vahayı bulduk diye, şarkı söyledik, eşlik ettik küçük müzisyenlerimize.. Herkesin keyfi yerine geldi.



Günün komik olayını yazmadan bitirmeyeyim. Antep'tir, yeridir. Çocuklar acıktık deyince, tost söyledik. Biliyorum Antep'te tost deyince sucuk salam ne bulurlarsa koyacaklar, peynirli dedim. Sadece peynirli olsun, çocuklar yiyecek.
Tost acıydı.
Peynirli tost. Acı. Nasıl yani dedim ilk an, ama sonra sustum. Antep'tir, yeridir. Kaşarın üzerine pul biber dökmüşlerdi tostun içine. Harbi acıydı. Ama olsundu, o yerin dibindeki mağaranın içinde bir taze sıkılmış portakal suyu, bir yeni demlenmiş kaçak çay içtik ki, canıma değdi. Vallahi değdi.

8 Haziran 2012

Hayallerimizin peşinden, yüreğimizin gittiği yere..

Herkesin gözünü kapattığında olmak istediği, yaşamak istediği, çalışmak istediği bir yer vardır. Benim de vardı. Sevgilimle, Bodrum'un bir köyünde, beş odalı evimizin bahçesinde bebeklerimizle onların bebekleriyle mutlu mesut yaşamayı hayal ederdim (bakınız, beni yıllardır izleyenler bu bloğun sağ üst köşesinden bunu bilir zaten).
Bir hayal kurarken, güzel olanı, onun gerçekleşeceğine inanmanız, sonra hayalinizi suya yazıp beklemenizdir. Endişe yok, stres yok, ya olmazsa yok.. Hatta unutacaksınız, yeterince inandıktan sonra.
Mesela ben, beş sene önce, Bodrum'da Acıbadem hastanesi açıldı da ben mi gitmedim'i söyleyip unutmuşum.
Ama kaderime yazılmış belli ki, ben söylerken içimde gerçekleşmesi için hiçbir endişe, olmaması için hiçbir sebep yokken ve sonsuz inancım varken.
Acıbadem hastanesi Bodrum'da açılmaya dururken, beni de bulup çıkardı Antep'ten.. Nasıl buldu, biz birbirimizi nasıl bulduk, ne alaka dememek gerek, yazıldıysa oluyor, bundan korkmamak, buna şükretmek gerek.
Bir gün yaşayacağım şehir, Bodrum.
Bir gün çalışacağım hastane, Acıbadem.
Eh, gerisi detay.. öyle değil mi?
Bodrum'un güzel, ucuz ve bahçeli, beş odalı evleri, eh, beni bulun öyleyse de taşınalım... Yeniden başlayalım. Korkularımızı endişelerimizi arkada bırakalım.

21 Mayıs 2012

Çilek tarlasında güzel bir gün

Hayatta en sevdiğim mevsimin yaz olması tesadüf olmasa gerek... Tüm güzellikler, gün ışığı, aydınlık ve beraberinde çilek de yazın bize hediyesi...

Pazar günü, fotoğraflardan da anlaşılacağı biçimde, çileğe doyduk (demek isterdim ama... Sanırım doyamıyorum ben bu güzelliğe :))


Ardından çiftliğe gidip danaları sevdik, benim bir dana daha yapasım gelmedi desem yalan olur :))))
Günü soda içip dinlenerek sonlandırdık demek isterdim ama hayır, kebap yiyerek sonlandırdık.
Oha dediğinizi duyar gibiyim. Ama burası Antep, konsept böyle malesef. Haftanın altı günü çalışıp, yedinci günü de yeme durumu sözkonusu. Antep'li olduğunuz burdan belli olacak :))
Velhasıl kelam, eve gelince bende bir kıyılma başladı ve gene çilek yedim. Deyip bu yazıyı sonlandırıyorum.

6 Mayıs 2012

İki yağmur arası güneşli bir kaçamak: Halfeti


Yağmurlu demişti hava durumu, ama bir damla güneş ışığı görünce, dayanamadık, yola çıktık... İyi ki çıkmışız.. Güzel, sıcak, güneşliydi Urfa - Halfeti. Hatta şapka alıp, uzun kolluları çıkartıp, falan bayağı bir yaz günü yaşadık.
Antep'ten yaklaşık 100 km, 1 saatte gittik. Yollar fena değildi. Ne var Halfeti'de, aslında ben çooook etkilenmedim diyebilirim.
Buradakilere ilginç gelmesi doğal, su kıyısı. Tekne gezintisi (boğaz turlarının yanında sönük tabii ama güzeldi gene de.. Kanyon'da dolanıyor dönüyor tekne).


Belki de nöbetten çıkıp gittiğim içindir heyecanlanmamam, ama şimdi düşündüm de, güzeldi evet.
Tekneye binip ıssız kıyılara gidip balık yiyebiliyorsun, ya da kebap, klasik. Biz (bizim için artık klasik olan) termosta çayımızı götürmüştük yanımızda, kıyıda bir süre de piknik yaptık.

Uçurtma uçurduk. Kumda oynadık. Çay içip çekirdek yedik. Sonra gök gürlemeye başlayınca dönüş yoluna çıktık, yağmur altında evimize geldik.
Güzeldi evet.

3 Mayıs 2012

Doktorsuz kalın.

Aslında ne kadar büyük beddua. Bunu hep söylüyorum, sonra da ya hakikatn hastalanırlarsa da doktora ihtiyaç duyarlarsa, doktorsuz kalırlarsa diye üzülüyorum.Acaba onlar doktor döverken üzülüyorlar mı? Ne hissediyorlar, ne düşünüyorlar?
Bir gün hasta olup da doktorlara ihtiyaç duyabileceklerini, hatta muhtaç olabileceklerini bilmiyorlar mı? Artık her gün, her yeni gün, yeni bir doktora şiddet olayıyla karşı karşıya kalmaktan çok sıkıldım. Bunaldım.
Bugünkü bahane ne?
Hastasını ambulansla sevketmek isteyen doktora, kendi arabasıyla götürmek istediğini söyleyince, doktor da hastanın durumu ağır ambulansla gitmesi gerek diye..
Reçeteyi okunaksız yazmışsın okuyamadım diye..
Anneme erkek değil bayan hemşire enjeksiyon yapsın, bayan hemşire neden yemeğe gitti diye..
Neden öldürdüler Ersin'i?
Yaşlı dedemizin öldüğünü bildirme, emekli maaşını bankadan çekelim öyle bildir diye...
Mesnetsiz, sebepsiz, saçma.
Haftasonu vizit yaparken, hasta yakınları servisin şifreyle açılan kapısını yumrukla, zorla, kıra kıra açmaya ve içeri girmeye çalışırken ve kapısında güvenlik olan bir servisin içine alınmadılar diye gürültü yaparken, ben çıkıp da "vizit yapıyorum ziyaret saati değil, kapıyı kıracaksınız" diye bağırınca,
karşıma geçip:
"Doktor hanım şiddete başvurarak hiçbirşeyi halledemezsiniz" diyebilecek kadar utanmaz ve arsızlar. Artık şevkim azalmaya başladı. Devlet hastanesiyle gönül bağım kırılmaya...
Bu hasta yakınları artık gerçekten sabrımı taşırmaya, beni benden utandırmaya başladılar. Artık, korktuğum için doktor odasının kapısını kilitlemeye ve çalındığında açmamaya başladım.
Sahi ben neden doktor olmuştum?

2 Mayıs 2012

Erikçe, Türkiye'nin en güzel çocuk bahçesi? Neden olmasın?

Antep her haftasonu beni şaşırtmaya devam ediyor, iki sene olacak neredeyse, hala her köşesinden bir sürpriz çıkıyor, bir park, bir bahçe, bir eğlence:)
Bu haftasonu Erikçe'ye, anlatılanlara göre Türkiye'nin en güzel çocuk parkının olduğu piknik yerini görmeye ve eğlenmeye gittik. Antep'te bir çok piknik yeri, kebap alanı, dinlence parkı var. Bu gittiğimiz yerde Erikçe orman içi mesire yeri mi halk ormanı mı öyle bir adı vardı. Girdik, gene kebap alanları, barbeküler içeren onlarca kameriye. Bir iki de ufak çocuk parkı ünitesi.


Dedim ki patrona, burası olamaz, daha değişik, güzel bir şey olmalı. Vaadedilen bu sıradan çocuk parkı değildi. Biraz tırmanalım.
Başladık tepeye tırmanmaya. Ama Antep'in genelinde olduğu gibi, ormanın içine ağaçlara dost olarak yapılmış parke taşı güzel bakımlı yollardan tırmanmaya.. Çıktık.. Çıktık...
Ve sonunda vardık. İşte şu resimlerdeki yere:
Kocamaaaan hayvanlar.. ejderhalar... canavarlar. dinozorlar... gölet....
Ve ağaçlar, orman, herkese yetecek kadar masa, gölgelik alan.

Çocuklar bayıldılar. Nereye koşacaklarını şaşırdılar. Nerede eğleneceklerini bilemediler. Aslında biz de...
Çok güzeldi.
Manzarası da öyleydi aslında... Bakmaya doyamadık. (Tabii Dilara, Bodrum plajında kitap okumak gibi olamaz, telefonda da dedim gene diyorum :)))
Nuni'nin pisliğine de buyrun, ne kadar eğlendiğimizi görün :)))









İşte. Gaziantep'te güzel şeyler. Güzellikler.

26 Nisan 2012

Nokta nokta şeyler.

Hayat ne hızlı akıp gidiyor. Peşinden kovalamayı bırakmalı mıyım pes etmemeli mi?
Neler oldu görüşmeyeli?
Bende şunlar oldu:

  • İzmir'e gittim. Hülya'yı tanıdım, gözümle gördüm, elimle dokundum, sevdim. Seveceğimden emindim. Hangi insan evladı, dünya yüzeyindeki biricik oğluna bulduğu biricik isimler aynı olan birini zaten sevmez ki? Keşke daha yakında olsaydık dedim içimden. Ama o gün pek üzgün olduğumdan, Hülya da bundan nasibini aldı ve iki saat boyunca sağlık sisteminden, hastaların rezilliklerinden ve doktor bıçaklamalarından falan nasibini aldı malesef.
  • Bodrum'a uğradım. Dilara'nın çağırmasıyla (hayat Bodrum'da bizi çağırıyor).. Sonra, ama hakkaten sonra, bu sayfanın sağ köşesine yazdığım hayallerimin Bodrum'a yerleşmekle ilgili kısmını okuyunca utandım. Evet benim hayalim buydu, unutmuş muydum? Dilara'ların ne yana dönsen bahçe - evini, Can'ını, Yahşi plajını, Kuzen Duru'nun gerçekten tek önemli sıkıntısının siyah civcivin ölmek üzere oluşunu falan gözümle gördüm (Durucum parası neyse veriririz bi civciv daha alırsın bak dr öldü Antep'te deyince,   ben olmuşum evet, taşınmalıyım artık Bodrum'a dedim hakkaten).
  • Adana'ya gittim. Eski sokaklarımda sevgilimle elele yürüyüş yaparken, uzuunn uzun gecelerde... Dedim ki, hadi toparlanalım artık. Bodrum olmazsa Adana. Toprağım çağırıyor bizi, bahçeli evler, sokaklar, gece başlayan hayat. Adana. Evet olur, mis gibi olur hem de.
  • Belim ve elim çok ağrıyor. İkisi de on gündür. Artık doktora gidicem. Yok mu bu tendonların kasların bir güçlendiricisi? Spor da yapıyorum olmuyoor...
  • Bebeklerimi nasıl özlemişim, onların kaprisleri bile candır.
  • Son not: Bizim için yukarıda en iyi senaryo yazılıyor, biz de onu oynayacağız. Strese gerek yok, sabır gerek sadece. Bekle ve gör. Bodrum mu olur, Adana mı. Okul anaokulu bahçe ev araba. Herşey yoluna girer.

18 Nisan 2012

Bugün bu sayfada yas var.

85 yaşındaki akciğer kanserli hastasını kaybettikten (ve olasılıkla arkasından ağladıktan) sonra, onun 17 yaşındaki torunu tarafından sırtından bıçaklanarak öldürülen meslektaşımın yası.
Nokta.

16 Nisan 2012

Yoğun bakımın kapısındaki koltuk

Bordoydu. Kocamandı. Ayak uzatma yeri vardı, arkaya yaslanınca kocaman rahat bir baba koltuğu gibi oluyordu.. Gerçi çoğunun ayak uzatma yeri kırılmıştı, ama olsun. Gene de yumuşacıktı. İçine gömülüyordun, uzun oturunca.
Gerçi kokuyorlardı hepsi. Üzerlerine ter, kan, uyku, gözyaşı kokuları sinmişti. Ama temiz pikelerine dolanırsan pek ala sabaha kadar mışıl mışıl uyuyabiliyordun.
Mesela, Aliksanla ben, sabaha kadar uyurduk aralıksız üzerlerinde, yeter ki yakın olalım yoğun bakıma. Bizim enerjimiz ulaşsın içeriye de, eksilmeden..
Aslında Aliksan büyük bordo koltuklarda değil, yanyana duran küçük yeşil koltuklarda uyumayı tercih ederdi. Bordo koltuklarda nasıl olup da uyuyabildiğime şaşardı. Oysa çok rahatlardı bence.
Tam 40 gün kahrımı çekmediler mi ne de olsa?
Ama bir gece, tek başımayken, Aliksan da yokken, Bilal de yokken, onyedinci gece miydi desem, yirminci gece miydi, bastı beni o bordo koltuklar.
Belki de motor kazası yapıp ölmek üzere olan çocuğun yakınlarıydı basan. Ya da asansör boşluğuna düşüp beyin ölümü olan gencin yakınları mıydı.. tam hatırlamıyorum. Onların sürekli çalan telefonu ve her telefona, "çok ağır durumu, umut yok" demeleri, beynimin kıvrımları arasında bazı nöronları ateşleyip durmuştu. Yahu, biz hiç umut yok demiş miydik? Bu ne demekti "umut yok"? Umut Allah'tan değil mi, sınırsız değil mi?
Ama gece ilerledikçe ve ben yoğun bakımın önündeki bekleme odasındaki bordo koltukta uyumaya çalışırken, onlar sürekli umut yok dedikçe, ben de umudumu kaçırdım elimden... Bastı geldi içime korku. Gece sabaha dönmeye yüz tuttu ama benim yüzüm gittikçe karardı. Umut olmaz mı, ya yoksa hakkaten, ya bişey olursa, ya... Ya kardeşim kurtulamazsa.. Ya hakkaten umut yoksa...
Öbür yarımı aradım, bacımı, beşyüz metre uzağımda olması yetmedi, gel dedim, yakınımda ol. Umut var de bana, elimden tut, ya umut yoksa dedim. Hastane bahçesi hatırlar mı acaba, ama her söz evrene yazılmıyor muydu, durmuyor muydu bir yerlerde, o zaman bahçede bağıra bağıra ağlayışım da duruyordur gökyüzünde bir yerde, ya umut yoksa diye....
Sonra geri geldi. Çok şükür umudum geri geldi.
Kardeşim de geldi.
Çok şükür.

10 Nisan 2012

Gaziantep Botanik Bahçesi

Son günlerde kafam oldukça karışık. İş yoğunluğu oldukça arttı, hastanede kafalar karışık, geçici görev, kadrolar, idareciler habire değişiyor, yeni yasa, sağlıkta dönüşüm projesi.. Ne olacağımız belli değil. Ne yapacağımız da.. Benim mecburi hizmetim bitti, nasıl bir yol izleyeceğimi bilmiyorum. Özel bir hastaneye geçip biraz daha para mı kazanmalıyım artık, çok yoğun çalışmaktan mı korkuyorum (e zaten yoğun çalışıyorum), korkuyorum galiba, evet tam tanımı bu. Taviz vermek zorunda olmaktan, istediklerimi tam anlamıyla yapamamaktan, başıma birşey gelmesinden, yoğunluktan sıkılmaktan, bunalmaktan ve daha ötede gidecek bir yer bulamamaktan. Daha içimde net olmayan şeyler var. Bi süre daha böyle devam etmek istediğim net ama, sağa sola savrulmadan. Bİr süre daha hastanemde kalmak istiyorum.
Sonra da evet iyi para kazanmak istiyorum.
Bu arada hayat bize ne tuhaf sürprizler hazırlıyor. Tesadüfler var mı? Dün gece 21.50 gibi abidik bir saatte tuhaf bir Türk filmi için sinemaya gidip, yaklaşık bir yıldır benimle konuşmamayı seçen, ama konuşmama nedenini bir türlü içime sindiremediğim -bir ara çok yakın görüştüğüm - bir arkadaşımla kocasının yan koltuğundaki bileti satın almamız (hatta bizden başka kimse yoktu tüm salonda diyebilirim), sonra bir saat kadar aynı masada oturup dondurma yeyip eski günlerden konuşmamız, sonra yanyana parkettiğimiz (kocaa AVM otoparkında!!) arabalarımıza binip evlerimize dağılmamız hayatın bana mı ona mı sürpriziydi? Tesadüfler var mı? Yoksa küçük şeylere büyük anlamlar yüklememeli mi?
Bu da kafa karışıklığıma ek oldu, onun özel hastanede çalışmakla ilgili anlattıkları.

Neyse, eninde sonunda bizim için de en iyisi olacak biliyorum. Su akacak yolunu bulacak. Hayırlısıyla, en iyisi.

Şimdi bu karışıklıktan uzağa götürüyorum sizi: Gaziantep Botanik Bahçesi. Buyrun.
















27 Mart 2012

Jurassic Land, Forum İstanbul

Her ailenin biz dinozor dönemi oluyor sanırım, erkek çocuğu olan arkadaşlarımda bu gözlemi hep yapmışımdır. Ama nedense :) benim oğlumun ne işi olur canım dinozorlarla demişimdir kendi kendime...
Ama öyle değilmiş. Erkeklerin genlerinde yazıyormuş dinozorlar :) Bir süredir bunu deneyimlemiş bulunuyorduk.
Hatta Damla hanım da Tuna'nın ilgisine bakıp dinozorcu olup çıkmıştı (mesela bugün markete giderken arabada dinozor timi kurdular)
TV'de İstanbul'daki dinozor parkını görünce söz vermiştim onları götüreceğime dair.
İyi ki de gitmişiz... Hem çok eğlendik, hem de değişik şeyler öğrendik. Dinozor parkı, farklı bölümlerden oluşan bir eğlence alanı. İlk girişte müzeyle karşılaşıyorsunuz. Dinozor kemikleri (hepsi çakma ama orijinal gibiler), yumurtaları, ayak izleri, resimler.. bir müze kıvamında sunuluyor. Rehberler eşliğinde geziliyor, bol bol bilgi de veriyorlar. Sonra dinozor laboratuvarında güya dinozor üretimini, yumurtadan çıkışlarını, kuluçka makineleri, yaşasaydı veterinerde nasıl tedavi edilirlerdi vs, canlandırmalarını geziyorsunuz. Herşey güzel düşünülmüş, gerçek gibi. Sadece etçil dinozorlar bölümünde rehber "sessiz olun, bunlar çok tehlikeli, insan yiyebilirler, ürkütmeyin, çok hareket etmeyin" deyip karanlık salonda el feneriyle hareket edip ses çıkaran dev dinozorları gösterince biraz korktuk... Üç yaşında bir çocuk için, hatta beş yaşındaki kızım için bile fazla gerçekçi ve korkutucuydu.... Ama güzeldi.
Bir de dört boyutlu sinema var, beş dakikalık bir film izliyorsunuz. Dinozor saldırısına uğruyorsunuz ve salyalarının yüzünüze sıçramasından tutun arabanızın devrilmesine kadar son derece gerçekçi olduğundan bizim için çok korkutucuydu.
En son bölümde dinozorlarla hatıra fotoğrafı çektirebilir ve hediyelik eşya alabilirsiniz. Biz bir yumurta aldık, suya koyduk. İki gün sonra içinden dev bir dinozor çıktı. Her gün kabuğunun bir parçası kırılıyordu, tamamının yumurtadan çıkmasını bekleyemedik, dinozorumuzu İstanbul'da bırakıp dönmek zorunda kaldık..
Uzun lafın kısası, Dinozor parkı görülmeye değerdi. Giriş için iki çocuk ve benim için 65 TL istediler, ancak sonra Tuna beyi iki yaş altı kontenjanından aldılar ve 45 lira tuttu biletlerimiz.
Dinozor meraklısı küçük bey ve hanımlara gidip bi gezmelerini öneririz biz.

İstanbul'da kaç gün yeter?

Bir hafta yetmedi, orası kesin... Anneme mi doyayım, bahçede güneşli bahar günlerinin tadını mı çıkarayım, kardeşlerimle vakit mi geçireyim, arkadaşlarımı mı göreyim, İstanbul'u mu, özlediğim yerlere mi gideyim, şaşırdım kaldım. Maymun iştahlı bir çocuk gibi oradan oraya savruldum. İstanbul kazan ben kepçe dolandım durdum, ne doydum ne de bişey anladım. Kısacık geçti bir hafta..
Kapalıçarşı'ya, Eminönü'ne gidemedim mesela.. Beşiktaş sokaklarında, Bebek'te deniz kıyısında yürüyemedim. Üsküdar'dan motorla Beşiktaş'a geçemedim. Kızımı Deniz Anaokulu'na götüremedim, köşelerde saklanmış dükkanlarımdan, Ali'den Suat'tan alışverişe gidemedim. Emirgan'da kahvaltı edemedim. İstiklal'e çıkamadım.
Yahu ne yaptım ben o zaman? Haftalar öncesinden söz verdiğim gibi bebeklerimi Dinozor Parkı'na götürdüm (ne cesaret, arabasız iki bebek dört büyükle Koşuyolu'ndan Bayrampaşa'ya gitmek)... Sonra Forum'a gitmişken İkea & HM klasiği. Ertesi günüm de küçük gelen kıyafetleri değiştirmek için aynı yolu tepmekle geçti.. Bu kez taksiye binmedim ama, güya toplu taşımayı kullandım, topa dizecektim az daha. Aynı hattaki metro - tramvay - metrobüsü kullanmak için 5 aktarma yapıp beş kez bilet atıp rezil oldum kısacası..
İstanbul'dan soğumadım ama trafiğine epeyce iyi söylendim.
Arkadaşlarımı görmeye çalıştım elimden geldiğince, kısa kısa da olsa... Söylene söylene onları arkamda bırakıp İstanbul'dan ayrılmak zorunda kaldığım için.
Sonra prensesimin beş yaş doğumgünü partisini yaptık, güzel bir partiydi, şahane geçti. Güneş de bizimleydi annemlerin nefis bahçesinde, sevdiklerimiz de...
Ne ara büyüdüğünü anlayamadığımız miniklerimiz.... Siz ne ara doğdunuz da ne ara bu kadar oldunuz?
Canım arkadaşlarım ne iyi ettiniz de geldiniz, nasıl özlemişim tek tek hepinizi..
Canım annem, gene neler döktürdün, yedirdin içirdin bizi... Nefis bir partiydi, sayende.
Nasıl da mutluyum, yüzümden belli değil mi? Çok şükür, bu güzelliklere, bebeklere, bu aileye arkadaşlara sahip olduğum için.