Berlindeki son müze durağımız Berlin teknik müzesi ile bunun bir parçası olan fen müzesi idi. Her şeyden önce söylemeliyim ki, bu müzeler de beni hayran bıraktı, ağzım açık kalarak dolaştım koca binaları. Müze dediğin iki eseri bir odaya koyup sergilemek değil, onu interaktif bir hale getirmek, insanların özellikle de çocukların ilgisini çekecek bir şekilde sunmak.. kapısından girdiğin andan çıktığın ana kadar gördüğün her şeyle ilgilenmeni sağlamak.. müze böyle olur işte dedirtiyor insana..
Önce teknik müzeyi anlatayım. adından da anlaşıldığı gibi teknoloji tarihi yer alıyor burada denilebilir. taşıtlardan elektronik cihazlara, baskı makinelerinden kumaş dokuma sistemlerine kadar her şeyin ilk halinden son haline tarihini izleyebiliyor, dokunabiliyor, hatta bazılarını kullanabiliyorsunuz. ilk bilgisayarın prototipi mesela; bir oda dolusu olan bu koca bilgisayardan bir tane daha üretip bunu müzeye koymuşlar.
Bizim hiçbirine katılamadığımız atölye çalışmaları vardı örneğin.. kağıdın üretiminin tarihçesinin anlatıldığı bölümde, belli ki çocuklarla birlikte üretmişler, örnekleri her tarafta asılıydı.
Kızım yelken sporu ile uğraştığı için deniz taşıtlarının olduğu bölüm bizim için ayrıca etkileyiciydi. Yüzlerce gemi maketi ve gemilerin ta kendisi orada bizi bekliyordu. Bir köşede kendini gerçek bir kaptan gibi hissedeceğin bir ortam hazırlamışlar, dümende sen varsın, karşında ise dev dijital ekran.. Okyanusta adaların arasında gemiyi sürüyorsun.. Bir başka köşede ise gemici düğümlerinin yapılmasını öğreten bir bölüm hazırlamışlar, nasıl yapılacaklarını gösteren panolar var ve önündeki minderlere oturup önüne bağlanmış iplerde bu düğümleri çalışabiliyorsun. Çocukları uzun bir süre bu iplerin önünden kaldıramadık, kızım zaten bir çoğunu bildiği düğüm çeşitlerini deneyip durdu.
Uçakların tarihçesini anlatan bölümde ise, bizi en çok etkileyen savaş uçakları oldu. Savaşı, hazırlanan maketlerden, fotoğraflardan, madalyalardan veya uçakların gerçek kalıntılarından birebir yaşamak mümkün oldu. Bu gezimizde savaştan ve onun izlerinden uzak durmaya çalıştıkça, aslında Berlin'de savaştan kaçmanın pek mümkün olmadığını gördük, her yerde karşımıza çıktı, teknik müzedeki uçak bölümü de bunlardan biriydi.
Radyonun, televizyonun, telgrafın tarihçesi de son derece ilginçti. İlk üretilmiş telefon,televizyon örneklerini bir yanda görüyorsunuz, bir yandan da ilk televizyon stüdyosunun maketi, ilk televizyon alıcılarınından kurulmuş gerçek bir stüdyo örneği karşımızda duruyordu.
bir yandan müzeyi gezerken bir yandan da kapıdan 2 € karşılığı kiraladığımız bir aletten Türkçe olarak gördüğümüz her şeyin tarihçesini dinledik, böylece müzeyi bir rehber eşliğinde gezmiş gibi olduk. cihazın kirasının Türkiye'dekilerden oldukça ucuz olması ve bize teslim ederlerken bir kimlik karşılığı değil doğrudan doğruya vermeleri, ayrıca vestiyer ve dolapların ücretsiz olması da hoşuma giden şeylerden biriydi. diğer müzelerde gördüğüm gibi burada da bir piknik alanı vardı ve neyseki yanımda götürdüm sandviç ve meyve suları bu uzun müze gezisi esnasında bizim için hayat kurtarıcı oldu.. çok büyük müzelerdi bunlar ve çocuklar için değil bizim için de oldukça yorucu idi açıkçası.
Teknik müzeyle güçlükle vedalaştıktan sonra kendimizi bunun bir parçası olan fen müzesinde (buradaki adıyla Spektrum) bulduk. bu müze de yan binada, yine aynı merkeze ait olan, bir çocuk cenneti diyebileceğim bir yerdi. Müzeyi birkaç bölüme ayırmışlar; bunlar ışık, görme, ses, işitme, algı, müzik gibi bölümlerdi. Her bir konu ile ilgili fen dersinde gördüğümüz deneyleri ayaklı olarak canlandırılmış hali karşımızda duruyordu.. bütün deneyleri elliyorsun, düğmesine basarak ipini çekerek sen gerçekleştiriyorsun ve gerçekten de burada da okul grupları derslerini işlemek için gelmiş öğretmenleriyle birlikte deneyleri yapıyorlardı.
kızımın bilim adamı olmak isteyen bir insanın hayatta en çok mutlu olacağı yer burası anne sözüyle, doğru bir yerde olduğumuzu farkettim. Yüzlerce farklı fen deneyinin başından bir türlü ayrılamadık.. ayın dünyanın çevresinde dönerken hangi tarafın gece hangi tarafın gündüz olduğunun demonstrasyonundan tutun, Merceklerle ışığın nasıl kırıldığını veya hangi renkler karıştığında hangi renkler oluşacağına kadar aklınıza gelen her şeyi görüp öğrenebiliyorsun. Bizimkiler biraz küçük olduğundan belki sadece gördüler, bir de buraya öğretmenleriyle birlikte gelip derslerini burada yaptıklarında ne kadar mükemmel bir şey olabileceğini hayal edip durdum.
Deli ev denen bir bölüm vardı ki benim bile hayallerimin sınırını zorladı. Bu bir algı deneyi idi. küçük bir kulübenin içine oturuyorsun ve ev çevrende dönmeye başlıyor. ev başaşağı döndükçe insan beyni kendisini döndüğünü algılıyor. gerçekten aslında sen hiç kıpırdamamış olmana rağmen başın dönüyor miden bulanıyor, öne doğru Düşecekmiş gibi oluyorsun. Bütün bu algı ve etki gölerini kapattığın an bitiyor. Evden çıktığım an hiç kimse evin değil de benim başaşağı dönmediğime beni ikna edemezdi o kadar yani. Bazen beynimizin gördüğü değil algıladığının ne kadar farklı olabileceğini, yanlış olabileceğini anlatan muhteşem bir deneydi bu.
Dört saatin sonunda o kadar yorulmuştum ki artık son deneyleri yapamadan oradan çıktık. Bildiğim bir şey var ki bugüne kadar ihmal ettiğim fen müzesi veya teknoloji müzesi, bilim müzesi gibi müzeleri bundan sonra her gittiğim şehirde mutlaka ziyaret edeceğim. çocuklarımı da mutlaka götürmeye çalışacağım.. çünkü hayata dair şeyleri bizim okullardaki gibi sıkıcı sıkıcı ders kitaplarından öğrenmek yerine belki buralarda yaşayarak Öğrenir, akıllarında kalan şeyler onlara ders olup çalışmayı da sevdirebilir.
Kendisinin ve kardeşinin karşılıklı bindikleri salıncaklarda salıncağın öne arkaya titreşmesinden oluşan osilasyonun ne demek olduğunu mesela, osilasyon budur yavrum yazan bir cümleden ziyade salıncakta sağlanarak öğrenmesi bence onun hayat boyu unutamayacağı daha etkileyici bir ders. Ya da bombalandığı için patlamış bir uçak kalıntısının kağıda benzeyen parçalanmış metalleri Savaşın ne kadar korkunç olabileceğini kafasında canlandırmasını daha çok sağlayabilir.
Anlatmakla bitiremeyecek bir yazı bu.. şu anda fotoğraf yükleyemiyorum ama eve döndüğümde ilk iş bir sürü fotoğraf ekleyip neler demek istediğimi kafanızda canlandırmanızı sağlamaya çalışmak olacak.
Burası benim hayal alanım. Adım Hayal. Kendi kendime gezintiye çıkmak istediğimde buraya uğrarım. Kimseleri almam yanıma. Gülersem de kendim gülerim, ağlarsam da kendi kendime burada ağlarım.
Buyrun, ben
30 Nisan 2016
29 Nisan 2016
Polonya hakkında kısa kısa tecrübem
Polonya'nın sadece küçük bir şehrini gördüm: İsmi tam telaffuz edemesem de Szcsecin.
Aslında Polonya'ya gitmek istediğimde ziyaret etmek için seçeceğim şehir belki burası olmazdı, ama Berlin'e çok yakın olması ve içinde büyük bir outlet center bulunması nedeniyle yolumuz buraya düştü.
Şehire girer girmez ilk durağımız olan outlet center tam bir faciaydı. bunun iki sebebi var, birincisi ben artık alışveriş modundan çıkmışım bunu farkettim, bunun da sebebi bir önceki yazımda bahsettiğim konu olabilir, ikincisi güzel bir merkez olmasına rağmen mağazaların çoğu sadece kendi markalarına aitti.. insan bilmediği markalara ait kıyafetlerden ayakkabılardan çantalardan ne kadar güzel olsalar da fazla bir şey anlamıyor, satın da alamıyor bu yüzden.
Outlet center gezimiz planladığınızdan çok daha kısa sürünce, şehir merkezinde aldık soluğu.. Eskişehir ya da old town denen bu merkezde, buz gibi bir hava eşliğinde yol iz bilmeden yürümeye çalışırken ilk şokumuzu burada Avrupa para birimi olan Euro'nun hiçbiryerde geçmediğini öğrenince yaşadık. önce yarım saat arabayı park ettiğimiz otoparkın parkomatiğine para atabilmek için Polonya parasına çevirmeye uğraşmakla geçirdik. En nihayetinde bir döviz bürosu bulup birkaç euro karşılığı Polonya parası zlati alıp arabanızı park ettikten sonra, tarihi binaları takip ederek yürümeye başladık. Hava çok soğuktu, bu nedenle pek de bir şey anlamıyorduk.. tam o sırada şans eseri, turist gezdiren bir atlı arabayla karşılaştık. o anda bu fikir bize çok iyi geldi, Faytonun arkasına doluştuk, yaklaşık 30 euro gibi bir ücret karşılığında altı kişi yaklaşık bir saatlik bir şehir turuna başladık. rehberimiz almanca biliyordu, kuzenler söylediklerini bize birebir tercüme ettiler. böylece şehrin eski binalarını kiliselerini katedralini şöyle bir görmüş olduk. Aslında pek de matah bir şey olmadığını görmüş olduk.
Birkaç gün önce gördüğümüz Dresden ile karşılaştırıldığında bu şehri çok beğendiğimi söyleyemem.. daha da fenası Polonya hakkında genel bir fikir verir mi bilmem ama Doğu bloku ülkesi olmanın getirdiği bir soğukluk bir geri kalmışlık çarptı her yerde gözüme. yollar sokaklar yeşil park ve bahçeler güzel ama bunun dışında medeniyet pek de uğramamış gibiydi buraya. Biraz geri kalmış gibilerdi. ülkede bol bol rusların almanların yaptığı binalar gördük, sanki kendilerine ait bir değerleri bir tarihleri yokmuş gibi geldi bana. ikinci Dünya Savaşı döneminden kalan birbirinin ayni binalar prototip gibi önümüzde akıp durdu bütün gezi boyunca.
Toplamda birkaç saat kaldığımız bu şehirden ben pek de bir şey anlamadım. kısaca boşuna gitmişiz dersem yalan söylemiş olmam. üstüne bir de bir önceki yazımda anlattım sebeplerden yediğimiz ceza ve çektiğimiz stres eklenince bu gezinin en kötü günü bu oldu diyebilirim. Üstelik Ülkeler ve şehirler magneti toplayan biri olduğum ve gitmediğim bir sürü şehrin magnetine sahip olduğum halde, ilk defa gittiğim yerden o şehrin adını taşıyan magnet bulamadım. bu şehir de bu özelliği ile kalacak aklımda.
Aslında Polonya'ya gitmek istediğimde ziyaret etmek için seçeceğim şehir belki burası olmazdı, ama Berlin'e çok yakın olması ve içinde büyük bir outlet center bulunması nedeniyle yolumuz buraya düştü.
Şehire girer girmez ilk durağımız olan outlet center tam bir faciaydı. bunun iki sebebi var, birincisi ben artık alışveriş modundan çıkmışım bunu farkettim, bunun da sebebi bir önceki yazımda bahsettiğim konu olabilir, ikincisi güzel bir merkez olmasına rağmen mağazaların çoğu sadece kendi markalarına aitti.. insan bilmediği markalara ait kıyafetlerden ayakkabılardan çantalardan ne kadar güzel olsalar da fazla bir şey anlamıyor, satın da alamıyor bu yüzden.
Outlet center gezimiz planladığınızdan çok daha kısa sürünce, şehir merkezinde aldık soluğu.. Eskişehir ya da old town denen bu merkezde, buz gibi bir hava eşliğinde yol iz bilmeden yürümeye çalışırken ilk şokumuzu burada Avrupa para birimi olan Euro'nun hiçbiryerde geçmediğini öğrenince yaşadık. önce yarım saat arabayı park ettiğimiz otoparkın parkomatiğine para atabilmek için Polonya parasına çevirmeye uğraşmakla geçirdik. En nihayetinde bir döviz bürosu bulup birkaç euro karşılığı Polonya parası zlati alıp arabanızı park ettikten sonra, tarihi binaları takip ederek yürümeye başladık. Hava çok soğuktu, bu nedenle pek de bir şey anlamıyorduk.. tam o sırada şans eseri, turist gezdiren bir atlı arabayla karşılaştık. o anda bu fikir bize çok iyi geldi, Faytonun arkasına doluştuk, yaklaşık 30 euro gibi bir ücret karşılığında altı kişi yaklaşık bir saatlik bir şehir turuna başladık. rehberimiz almanca biliyordu, kuzenler söylediklerini bize birebir tercüme ettiler. böylece şehrin eski binalarını kiliselerini katedralini şöyle bir görmüş olduk. Aslında pek de matah bir şey olmadığını görmüş olduk.
Birkaç gün önce gördüğümüz Dresden ile karşılaştırıldığında bu şehri çok beğendiğimi söyleyemem.. daha da fenası Polonya hakkında genel bir fikir verir mi bilmem ama Doğu bloku ülkesi olmanın getirdiği bir soğukluk bir geri kalmışlık çarptı her yerde gözüme. yollar sokaklar yeşil park ve bahçeler güzel ama bunun dışında medeniyet pek de uğramamış gibiydi buraya. Biraz geri kalmış gibilerdi. ülkede bol bol rusların almanların yaptığı binalar gördük, sanki kendilerine ait bir değerleri bir tarihleri yokmuş gibi geldi bana. ikinci Dünya Savaşı döneminden kalan birbirinin ayni binalar prototip gibi önümüzde akıp durdu bütün gezi boyunca.
Toplamda birkaç saat kaldığımız bu şehirden ben pek de bir şey anlamadım. kısaca boşuna gitmişiz dersem yalan söylemiş olmam. üstüne bir de bir önceki yazımda anlattım sebeplerden yediğimiz ceza ve çektiğimiz stres eklenince bu gezinin en kötü günü bu oldu diyebilirim. Üstelik Ülkeler ve şehirler magneti toplayan biri olduğum ve gitmediğim bir sürü şehrin magnetine sahip olduğum halde, ilk defa gittiğim yerden o şehrin adını taşıyan magnet bulamadım. bu şehir de bu özelliği ile kalacak aklımda.
Alman polisinin şakası olmadığını yaşayarak öğrenmemiz şart mıydı?
Berlin gezimizin sonlarına yaklaşırken, benim yeni şehirler hatta ülkeler görme merakım o kadar ağır bastı ki.. Haritadan Berlin civarlarına bakınırken, Polonya'da bir ışık yandı Kader ablanın beyninde.. Bir outlet merkezi varmış Szczecin'de.. Eh baktık Google'dan, tarihi güzellikleri olan küçük bir kasaba, outlet de alışveriş, bir taşla birkaç kuş fena olmaz.. E peki nasıl gidelim? Berlin'den birbuçuk iki saat arabayla, eh peki madem arabayla gidelim. Yine her zamanki gibi benim çocuklarla trenle metroyla Avrupa seyahati hayalim, evden arabaya binip mağaza gezilen ev gezmesi şeklinde geçiyor ama ne yapalım.. Tamam arabayla gidelim madem.
Trenle Münih'e Hamburg'a hadi o da olmadı Bremen'e gitme hayallerim ise, davranıverip internetten bilet alamadığım için yerle bir oluyor..
Neyse gelelim Szczecin'e.. Adında da meymenet yok anasını satayım... Arabaya bu ülkede beş kişiden fazla binmek yasak. Çocukların da çocuk koltuğu olmadan binmesi yasak. E şimdi Türküz ya biz, iki saatlik yola iki araba mı gidicez.. Kuzen ve eşi de var nitekim.. Birbirimizi gaza getiriyoruz amaaan nolucak kaç gündür biniyoruz birşey olmuyor diye.. Binip gidiyoruz anasını satayım dört büyük iki çocuk. Başka bir ülkeye evet. Aldığımız tek önlem yanımıza pasaport almak oluyor.
Outlet Center tam bir fiyasko. Bir tek çöp bile almıyoruz. Şehri gezip dönüş yoluna düşüyoruz. Polonya anılarımı sonraki yazıya bırakayım.
Tam Almanya'ya girdikten sonra, eve 50-60 km kala bir kontrol noktasına polis bizi solluyor, arabanın tepesindeki ışıklı panoda "beni izle" yanıp sönüyor, tabii Almanca.. Şaka gibi ama peşine düşüyoruz. Bizi otobandan çıkarıp bir polis noktasında kenara çekiyor.
Sonra anlıyoruz ki kaçak yolcu özellikle de mülteci var mı diye bakacak ve araba Mercedes olduğu için özellikle durdurdu (Mercedes meselesini sonradan telefonda bizden bahsederken dişlerinin arasından tıslayarak Mercedes demesinden çıkartıyoruz)..
Veeee bingo.. Arabadaki tüm yolcuların pasaportlarını isteyip de altı pasaport çıkınca meydana, kafasını siyah camdan içeri uzatıp bakıyor ve çocukları görüyor! Adam bir panik oluyor, sanırsın ilk kez altı kişi bir arabada gördü ve çocuk koltuğunda oturmadan ilk kez çocuk yolculuk etti. Panikle üstlerine haber veriyor, ne yapacağını soruyor. Burada bizi de alıyor bir telaş.. Kuzenin bir gün önce söylediği, ceza yediğimiz bir şey değil de, otobanda bizi durdurup buradan sonrasını bu şekilde gidemezsiniz, b planınız nedir diye sorarlarsa oralarda kalakalırız dediği sözleri aklımıza geliyor. Bir de suç işlediği için ehliyetine el konulması ihtimali tabii. En kötüsü de bu olurdu, çünkü işlerini yürütebilmeleri için araba kullanmasına ihtiyacı var.
Bizi durduran polis otoban polisini çağırıyor.. Bir 15 - 20 dakika kadar buz gibi otobanda otoban polisini bekliyoruz.. ardından yeniden bir sorgu sual.. adam ceza defterini çıkartıp geliyor, çocuk başına çocuk koltuğu olmadan yolculuk yapmanın cezası bıkbıkbık, arabada altı kişi bulunmanın cezası bıkbıkbık, ceza puanı şu kadar, o da öyle bu da böyle. Sonunda neyse ki şansımız yaver gidiyor ve sadece iki tane çocuğu koltuksuz götürmenin cezasını ödeyerek kurtuluyoruz.
Aslında asıl sorun bundan sonra başlıyor, geri kalan 60 kilometrelik yolu nasıl gideceğiz? polis bize bizzat bir taksi çağırıyor, bizimle beraber taksinin gelmesini bekliyor. sonra çocuk koltuğu olan taksiye çocukları babalarıyla bindirip, biz de ikinci araba peşpeşe Berlin'e doğru yollanıyoruz. aslında 70 €'lul ceza 90 € taksi parası iki ceza puanı ile kurtuluyoruz.
Sonuçta evdekilerin alışveriş merakı, benim başka şehirler görme merakım bize biraz pahalıya patlıyor, daha da önemlisi hep bir efsane gibi dinlediğim ama anlaşılan pek de ciddiye almadığım Almanya'da arabanın arka koltuğuna en fazla üç kişinin binmesi gerektiği ve çocukların çocuk koltuğu olmadan yakalanırsa çok yüksek cezalar ödeneceği efsanesi bir şehir efsanesinden gerçeğe dönüşmüş oluyor, ama acı bir tecrübeyle.
Aslında bu seferki Almanya seyahati benim buraya geldiğim gün bitirdiğim Marie Kondo'nun derle topla rahatla kitabı yüzünden alışveriş yapamamakla sonuçlanıyor. alışveriş için önceden ayırdığım bütçenin neredeyse tamamı da yol parasına, metro biletine ve trafik cezasına gitmiş oluyor.
Trenle Münih'e Hamburg'a hadi o da olmadı Bremen'e gitme hayallerim ise, davranıverip internetten bilet alamadığım için yerle bir oluyor..
Neyse gelelim Szczecin'e.. Adında da meymenet yok anasını satayım... Arabaya bu ülkede beş kişiden fazla binmek yasak. Çocukların da çocuk koltuğu olmadan binmesi yasak. E şimdi Türküz ya biz, iki saatlik yola iki araba mı gidicez.. Kuzen ve eşi de var nitekim.. Birbirimizi gaza getiriyoruz amaaan nolucak kaç gündür biniyoruz birşey olmuyor diye.. Binip gidiyoruz anasını satayım dört büyük iki çocuk. Başka bir ülkeye evet. Aldığımız tek önlem yanımıza pasaport almak oluyor.
Outlet Center tam bir fiyasko. Bir tek çöp bile almıyoruz. Şehri gezip dönüş yoluna düşüyoruz. Polonya anılarımı sonraki yazıya bırakayım.
Tam Almanya'ya girdikten sonra, eve 50-60 km kala bir kontrol noktasına polis bizi solluyor, arabanın tepesindeki ışıklı panoda "beni izle" yanıp sönüyor, tabii Almanca.. Şaka gibi ama peşine düşüyoruz. Bizi otobandan çıkarıp bir polis noktasında kenara çekiyor.
Sonra anlıyoruz ki kaçak yolcu özellikle de mülteci var mı diye bakacak ve araba Mercedes olduğu için özellikle durdurdu (Mercedes meselesini sonradan telefonda bizden bahsederken dişlerinin arasından tıslayarak Mercedes demesinden çıkartıyoruz)..
Veeee bingo.. Arabadaki tüm yolcuların pasaportlarını isteyip de altı pasaport çıkınca meydana, kafasını siyah camdan içeri uzatıp bakıyor ve çocukları görüyor! Adam bir panik oluyor, sanırsın ilk kez altı kişi bir arabada gördü ve çocuk koltuğunda oturmadan ilk kez çocuk yolculuk etti. Panikle üstlerine haber veriyor, ne yapacağını soruyor. Burada bizi de alıyor bir telaş.. Kuzenin bir gün önce söylediği, ceza yediğimiz bir şey değil de, otobanda bizi durdurup buradan sonrasını bu şekilde gidemezsiniz, b planınız nedir diye sorarlarsa oralarda kalakalırız dediği sözleri aklımıza geliyor. Bir de suç işlediği için ehliyetine el konulması ihtimali tabii. En kötüsü de bu olurdu, çünkü işlerini yürütebilmeleri için araba kullanmasına ihtiyacı var.
Bizi durduran polis otoban polisini çağırıyor.. Bir 15 - 20 dakika kadar buz gibi otobanda otoban polisini bekliyoruz.. ardından yeniden bir sorgu sual.. adam ceza defterini çıkartıp geliyor, çocuk başına çocuk koltuğu olmadan yolculuk yapmanın cezası bıkbıkbık, arabada altı kişi bulunmanın cezası bıkbıkbık, ceza puanı şu kadar, o da öyle bu da böyle. Sonunda neyse ki şansımız yaver gidiyor ve sadece iki tane çocuğu koltuksuz götürmenin cezasını ödeyerek kurtuluyoruz.
Aslında asıl sorun bundan sonra başlıyor, geri kalan 60 kilometrelik yolu nasıl gideceğiz? polis bize bizzat bir taksi çağırıyor, bizimle beraber taksinin gelmesini bekliyor. sonra çocuk koltuğu olan taksiye çocukları babalarıyla bindirip, biz de ikinci araba peşpeşe Berlin'e doğru yollanıyoruz. aslında 70 €'lul ceza 90 € taksi parası iki ceza puanı ile kurtuluyoruz.
Sonuçta evdekilerin alışveriş merakı, benim başka şehirler görme merakım bize biraz pahalıya patlıyor, daha da önemlisi hep bir efsane gibi dinlediğim ama anlaşılan pek de ciddiye almadığım Almanya'da arabanın arka koltuğuna en fazla üç kişinin binmesi gerektiği ve çocukların çocuk koltuğu olmadan yakalanırsa çok yüksek cezalar ödeneceği efsanesi bir şehir efsanesinden gerçeğe dönüşmüş oluyor, ama acı bir tecrübeyle.
Aslında bu seferki Almanya seyahati benim buraya geldiğim gün bitirdiğim Marie Kondo'nun derle topla rahatla kitabı yüzünden alışveriş yapamamakla sonuçlanıyor. alışveriş için önceden ayırdığım bütçenin neredeyse tamamı da yol parasına, metro biletine ve trafik cezasına gitmiş oluyor.
28 Nisan 2016
Dinozor iskeletlerini görmenin yolu: Doğa tarihi müzesi (Berlin Naturkunde Museum)
Doğa tarihi müzesi ile ilişkim Bodrum'da vardı da biz mi gitmedik düzeyindeydi şimdiye kadar. Gittiğimiz ülkelerde de hiç birisini ziyaret etmemiştik.. Ama hemen hemen bütün büyük şehirlerde mutlaka var, kapısının önünden geçip gittik hep.. Bu seneki Berlin ziyaretimizde çocuk odaklı şeyler yapmak istediğimizden çocukları mutlaka götürelim gezdirelim görelim biz de merakımızı giderelim diye konuştuk. Sonra kendimizi Naturkunde Museum veya diğer adıyla Doğa Tarihi Müzesi'nde bulduk.
Açıkçası sadece dinazor iskeletleriyle karşılaşmayı beklerken bundan çok daha derin çok daha kapsamlı çok daha geniş içerikli bir müze ile karşılaştık. Sadece Berlin'inki mi böyledir yoksa dünyadaki diğer örnekleri de böyle midir bilmiyorum ama dünyanın tarihi ile, tarihçesi ile, dünyada yaşayan bütün canlılarla birebir karşılaştık ve bunları çok detaylı öğrenme fırsatı bulduk.
Giriş katında bizim de merak ettiğimiz gibi bizi gerçek boyutlarında dinazor iskeletleri bekliyordu. Ama gerçek müzecilik anlayışında olduğu gibi sadece kemikleri koyup bırakmamışlar, üç boyutlu maketler, gerçek canlandırmalar, filmler, kurgular gibi çocukların ilgisini çekecek her şey vardı. Örneğin dürbün benzeri sabit cihazlar koymuşlar ve onlardan baktığınızda karşınızdaki iskeleti gerçekten dinazor şeklinde seyrediyordunuz. Ya da her taraftaki ekranlarda dinazorların yaşadığı çağlar canlandırılmış, sanki bir ormanın içinde koşturan dinazorlar size doğru geliyor gibiydi. Sonra fosiller.. fosillerin nasıl bulunduğu, fosillerin çıkarıldığı ortamlar, dinozor kemiklerini çıkarıldığı zamanlara ait fotoğraflar, anılar. Örneğin en çok dinazor parçasının veya fosilin çıktığı Fas bir odacık şeklinde birebir canlandırılmış, oradaki bir pazar yerinin maketi oraya kurulmuştu. Ya da bir dinazor kemiğini ya da kafatasını olduğu gibi içinden çıkarıldığı kayalarla birlikte getirip oraya koymuşlar bunun çıkarılmasındaki aletleri etrafına bırakmışlar, sanki arkeolojik bir kazının orta yerinde buluyordunuz kendinizi.
Bir de national geographic'in desteklediği Tristan Otto atlı dinozorun sergisi vardı.. bu gerçek bir T-rex maketi.. daha birkaç yıl önce bulunmuş.. bir özel dinazor takipçisi onu satın almış ve sergilenmek üzere müzeye geçici bir süreliğine bağışlamış. Anlatılan yazılar, görseller, videolar ve kemiğin kendisi, hepsini incelediğinizde kendinizi adeta dinazor kalıntısının çıkarıldığı yerde hissetmeniz mümkün ..
Nihayet dinozorlarla vedalaştıktan sonra kendimize dünya tarihi odasında buluyoruz, her tarafta dünyanın her yerinden tabakalarından çıkmış taşlar, kayalar, göktaşları dünyanın oluşumunu gösteren videolar maketler... Yuvarlak bir minderde yanyana dizilmiş tavana bakan çocuklar gördük, tavandaki geri sayımı izliyorlar, biz de meraklanıp yatıyoruz yanlarına ve biraz sonra oradaki yuvarlak bir ekrandan yani gökyüzünde adeta, dünyanın oluşumunu gösteren bir video izliyoruz.. Bütün bunların kurgulanışı seni adeta içerisine çekiyor.
Müzenin asıl büyük bölümünü kaplayan ise dünya üzerinde var olan hemen hemen tüm canlı türlerinin örneklerini sergilenmesi. Bunların bir kısmı doldurulmuş hayvanlar şeklinde, bir kısmı koruyucu sıvıların içinde embriyo şeklinde, bir kısmı ise gerçekten yaşayan haliyle sergileniyordu. Mesela Berlin hayvanat Bahçesi'nin meşhur kutup ayısı Knut'u öldükten sonra gömmeyip doldurmuşlar ve müzede adeta canlı bir şekilde bize bakarken bulduk onu. Veya yaşayan en eski canlı olan ya da yaşayan fosil olarak adlandırılan akciğerli balıklardan bir tanesi kocaman bir akvaryumun içinde bizi seyrediyordu.
Doğa tarihi müzesinde beni çok etkileyen okul çocuklarının anaokulundan liseye kadar gruplar halinde gelmiş ve müzede oradan oraya koşturuyor olmasıydı.. bence kesinlikle olması gereken de bu ellerindeki föylerde yazan soruların yanıtını müzede arıyor, böylece öğrendikleri bilgileri unutmayacak şekilde hafızalarına kazıyorlardı. benim kızım da okulda öğrendiği dünyanın tabakalarını mesela orada gördüğü dev bir maket üzerinde bize anlattı.. ben de içimden hayıflandım keşke böyle bir müze bizim yaşadığımız yerde de olsa, coğrafya dersinde gördükleri gerçekten anlamsız şeyleri gidip orada anlamlandırabilseler.
Müzenin içinde ayrıca hoşuma giden piknik alanı adında bir oda olmasıydı.. okulla grup haline gelen çocuklar kafeteryadan yemek yemeye para vermek yerine çantalarında getirdikleri beslenmeleri bu piknik alanındaki masalarda oturup arkadaşları ile birlikte yiyorlardı.
Coğrafya neden sıkıcı, tarih neden bu kadar yorucu demek yerine, bundan sonra bize neden coğrafyayı tarihi bu kadar sıkıcı ve yorucu öğretiyorlardı acaba diye soracağım kendi kendime. Ve elimden geldiği kadar çocuklarımı bu tür yaşayan müzelere götürüp, öğrendikleri her şeyi gerçek hayatta üç boyutlu olarak görmelerini sağlamaya çalışacağım.
Açıkçası sadece dinazor iskeletleriyle karşılaşmayı beklerken bundan çok daha derin çok daha kapsamlı çok daha geniş içerikli bir müze ile karşılaştık. Sadece Berlin'inki mi böyledir yoksa dünyadaki diğer örnekleri de böyle midir bilmiyorum ama dünyanın tarihi ile, tarihçesi ile, dünyada yaşayan bütün canlılarla birebir karşılaştık ve bunları çok detaylı öğrenme fırsatı bulduk.
Giriş katında bizim de merak ettiğimiz gibi bizi gerçek boyutlarında dinazor iskeletleri bekliyordu. Ama gerçek müzecilik anlayışında olduğu gibi sadece kemikleri koyup bırakmamışlar, üç boyutlu maketler, gerçek canlandırmalar, filmler, kurgular gibi çocukların ilgisini çekecek her şey vardı. Örneğin dürbün benzeri sabit cihazlar koymuşlar ve onlardan baktığınızda karşınızdaki iskeleti gerçekten dinazor şeklinde seyrediyordunuz. Ya da her taraftaki ekranlarda dinazorların yaşadığı çağlar canlandırılmış, sanki bir ormanın içinde koşturan dinazorlar size doğru geliyor gibiydi. Sonra fosiller.. fosillerin nasıl bulunduğu, fosillerin çıkarıldığı ortamlar, dinozor kemiklerini çıkarıldığı zamanlara ait fotoğraflar, anılar. Örneğin en çok dinazor parçasının veya fosilin çıktığı Fas bir odacık şeklinde birebir canlandırılmış, oradaki bir pazar yerinin maketi oraya kurulmuştu. Ya da bir dinazor kemiğini ya da kafatasını olduğu gibi içinden çıkarıldığı kayalarla birlikte getirip oraya koymuşlar bunun çıkarılmasındaki aletleri etrafına bırakmışlar, sanki arkeolojik bir kazının orta yerinde buluyordunuz kendinizi.
Bir de national geographic'in desteklediği Tristan Otto atlı dinozorun sergisi vardı.. bu gerçek bir T-rex maketi.. daha birkaç yıl önce bulunmuş.. bir özel dinazor takipçisi onu satın almış ve sergilenmek üzere müzeye geçici bir süreliğine bağışlamış. Anlatılan yazılar, görseller, videolar ve kemiğin kendisi, hepsini incelediğinizde kendinizi adeta dinazor kalıntısının çıkarıldığı yerde hissetmeniz mümkün ..
Nihayet dinozorlarla vedalaştıktan sonra kendimize dünya tarihi odasında buluyoruz, her tarafta dünyanın her yerinden tabakalarından çıkmış taşlar, kayalar, göktaşları dünyanın oluşumunu gösteren videolar maketler... Yuvarlak bir minderde yanyana dizilmiş tavana bakan çocuklar gördük, tavandaki geri sayımı izliyorlar, biz de meraklanıp yatıyoruz yanlarına ve biraz sonra oradaki yuvarlak bir ekrandan yani gökyüzünde adeta, dünyanın oluşumunu gösteren bir video izliyoruz.. Bütün bunların kurgulanışı seni adeta içerisine çekiyor.
Müzenin asıl büyük bölümünü kaplayan ise dünya üzerinde var olan hemen hemen tüm canlı türlerinin örneklerini sergilenmesi. Bunların bir kısmı doldurulmuş hayvanlar şeklinde, bir kısmı koruyucu sıvıların içinde embriyo şeklinde, bir kısmı ise gerçekten yaşayan haliyle sergileniyordu. Mesela Berlin hayvanat Bahçesi'nin meşhur kutup ayısı Knut'u öldükten sonra gömmeyip doldurmuşlar ve müzede adeta canlı bir şekilde bize bakarken bulduk onu. Veya yaşayan en eski canlı olan ya da yaşayan fosil olarak adlandırılan akciğerli balıklardan bir tanesi kocaman bir akvaryumun içinde bizi seyrediyordu.
Doğa tarihi müzesinde beni çok etkileyen okul çocuklarının anaokulundan liseye kadar gruplar halinde gelmiş ve müzede oradan oraya koşturuyor olmasıydı.. bence kesinlikle olması gereken de bu ellerindeki föylerde yazan soruların yanıtını müzede arıyor, böylece öğrendikleri bilgileri unutmayacak şekilde hafızalarına kazıyorlardı. benim kızım da okulda öğrendiği dünyanın tabakalarını mesela orada gördüğü dev bir maket üzerinde bize anlattı.. ben de içimden hayıflandım keşke böyle bir müze bizim yaşadığımız yerde de olsa, coğrafya dersinde gördükleri gerçekten anlamsız şeyleri gidip orada anlamlandırabilseler.
Müzenin içinde ayrıca hoşuma giden piknik alanı adında bir oda olmasıydı.. okulla grup haline gelen çocuklar kafeteryadan yemek yemeye para vermek yerine çantalarında getirdikleri beslenmeleri bu piknik alanındaki masalarda oturup arkadaşları ile birlikte yiyorlardı.
Coğrafya neden sıkıcı, tarih neden bu kadar yorucu demek yerine, bundan sonra bize neden coğrafyayı tarihi bu kadar sıkıcı ve yorucu öğretiyorlardı acaba diye soracağım kendi kendime. Ve elimden geldiği kadar çocuklarımı bu tür yaşayan müzelere götürüp, öğrendikleri her şeyi gerçek hayatta üç boyutlu olarak görmelerini sağlamaya çalışacağım.
25 Nisan 2016
Berlin hayvanat bahçesi ve hatta tüm hayvanat bahçeleri hakkında görüşlerim
Daha önce de ziyaret ettiğim Berlin hayvanat bahçesine bugün bir kere daha gittim, ama bu kez bir farkla, yanımda iki çocuğumla. Aslında çocuklar görsün diye gittik sayılabilir. 15 yıl önceden aklımda kaldığı kadarıyla Berlin hayvanat bahçesi çok büyük, hayvanlara doğal yaşam alanlarının sağlandığı, gayet keyifli bir yerdi. Doğala yakındı ve hayvanlar için hapisane eziyetinde değildi. Bu nedenle bu sefer Berlin'e gelişimizde hayvanat bahçesine görmeden dönmelerini istememiştim.
Şaka gibi ama hayvanat bahçesinin kapısından girer girmez hatıralarımın beni yanılttığını üzülerek farkettim. Sonra tüm gezi boyunca Berlin hayvanat bahçesini Gaziantep hayvanat bahçesi ile karşılaştırıp durdum. Aslında hiç de hatırladığım kadar büyük değilmiş, hayvanlara sağlanan yaşam alanları gerçek hayatlarındakinden çok çok küçükmüş.
Bu noktadan sonra hayvanat bahçesini oldukça üzülerek gezdim. Keyif almak yerine acı çektim. Zavallı geyiklerin koşacak alanı yok, zavallı keçilerin tırmanacak dağı yok, zavallı Zürafaların uzanacak dalı yok diye hayıflanıp durdum. Aslanların kaplanların hatta Puma'nın panter'in bile konduğu kafesler, sanki bizim evdeki köpeğimiz Oliver'ın taşıma kutusu kadar küçük geldi gözüme.
Gerçi beş senedir gitmedim ama, hatırımda kaldığı kadarıyla Gaziantep hayvanat bahçesi şu anda gözümün önünde. Gerçek bir çam ormanının içine kurulmuş bu hayvanat bahçesinde, geyikler, keçiler dağlarda özgürce koşuyor, zürafa şakir'e ayrılan alan buradakinden gerçekten daha büyük, çocukların dokunabildiği sevebildiği çiftlik hayvanları bir yanda, kuşların bile nispeten özgür uçabilecekleri alanları vardı. Bunun yanında ormanda ağaçların altında oturabileceğimiz, piknik yapabileceğimiz veya özgür özgür dolaşabileceğimiz uzun yollar, patikalar vardı. Gaziantep hayvanat bahçesini gezerken huzur dolu bir ormanda olduğumuz hissini hiç kaybetmiyorduk; burada ise her tarafımız kafeslerle çitlerle tellerle çevrili adeta bir hayvan kafesinde gibi hissettim kendimi bu kez.
Bütün bu olumsuz hislerimin arkasında havanın aşırı soğuk olmasıyla aldığın keyfin çok azalması ve bununla beraber benim hayvanların özgürlüğü ile ilgili görüşlerimin de yaşımın ilerlemesi ile birlikte değişmiş olması bulunuyor olabilir. Bundan dolayı bugünkü geziden çocuklarımın aldığı kadar zevk almamış olabilirim. Yine de çekirdek aileyle beraber geçirdiğimiz gerçekten çok güzel bir gündü. Böcekler kısmını gezerken kafesin içinde kamufle olmuş hayvanları, kertenkeleleri, kurbağaları, böcekleri bulmaya çalışırken "pictureka" oynamak günün en komik en eğlenceli bölümüydü bence.
Sonra hayvanat bahçesinin restoranında yanımızda götürdüğümüz börek ve meyvelerle oradan aldığımız nutellalı kreplerin keyfini çıkarıp, soğuk havada biraz ısındıktan sonra turumuzu tamamlayıp eve döndük.
Özetle keyifli güzel bir gündü. Çocuklar çok eglendiler, onlar eğlendiği için ben de çok iyi vakit geçirdim. Yine de içimde bir yerlerde bir hayvanat bahçesi çok daha farklı olabilirdi fikri saklı kaldı.
Not: bu yazıları telefona yazdırdığım için bir şekilde fotoğraf yükleyemiyorum, döndükten sonra bütün yazılarımı tek tek eklemeye çalışacağım. Bazı noktalama hataları, büyük küçük harf hataları varsa onlar da bu yüzden, şimdiden özür dilerim.
Şaka gibi ama hayvanat bahçesinin kapısından girer girmez hatıralarımın beni yanılttığını üzülerek farkettim. Sonra tüm gezi boyunca Berlin hayvanat bahçesini Gaziantep hayvanat bahçesi ile karşılaştırıp durdum. Aslında hiç de hatırladığım kadar büyük değilmiş, hayvanlara sağlanan yaşam alanları gerçek hayatlarındakinden çok çok küçükmüş.
Bu noktadan sonra hayvanat bahçesini oldukça üzülerek gezdim. Keyif almak yerine acı çektim. Zavallı geyiklerin koşacak alanı yok, zavallı keçilerin tırmanacak dağı yok, zavallı Zürafaların uzanacak dalı yok diye hayıflanıp durdum. Aslanların kaplanların hatta Puma'nın panter'in bile konduğu kafesler, sanki bizim evdeki köpeğimiz Oliver'ın taşıma kutusu kadar küçük geldi gözüme.
Gerçi beş senedir gitmedim ama, hatırımda kaldığı kadarıyla Gaziantep hayvanat bahçesi şu anda gözümün önünde. Gerçek bir çam ormanının içine kurulmuş bu hayvanat bahçesinde, geyikler, keçiler dağlarda özgürce koşuyor, zürafa şakir'e ayrılan alan buradakinden gerçekten daha büyük, çocukların dokunabildiği sevebildiği çiftlik hayvanları bir yanda, kuşların bile nispeten özgür uçabilecekleri alanları vardı. Bunun yanında ormanda ağaçların altında oturabileceğimiz, piknik yapabileceğimiz veya özgür özgür dolaşabileceğimiz uzun yollar, patikalar vardı. Gaziantep hayvanat bahçesini gezerken huzur dolu bir ormanda olduğumuz hissini hiç kaybetmiyorduk; burada ise her tarafımız kafeslerle çitlerle tellerle çevrili adeta bir hayvan kafesinde gibi hissettim kendimi bu kez.
Bütün bu olumsuz hislerimin arkasında havanın aşırı soğuk olmasıyla aldığın keyfin çok azalması ve bununla beraber benim hayvanların özgürlüğü ile ilgili görüşlerimin de yaşımın ilerlemesi ile birlikte değişmiş olması bulunuyor olabilir. Bundan dolayı bugünkü geziden çocuklarımın aldığı kadar zevk almamış olabilirim. Yine de çekirdek aileyle beraber geçirdiğimiz gerçekten çok güzel bir gündü. Böcekler kısmını gezerken kafesin içinde kamufle olmuş hayvanları, kertenkeleleri, kurbağaları, böcekleri bulmaya çalışırken "pictureka" oynamak günün en komik en eğlenceli bölümüydü bence.
Sonra hayvanat bahçesinin restoranında yanımızda götürdüğümüz börek ve meyvelerle oradan aldığımız nutellalı kreplerin keyfini çıkarıp, soğuk havada biraz ısındıktan sonra turumuzu tamamlayıp eve döndük.
Özetle keyifli güzel bir gündü. Çocuklar çok eglendiler, onlar eğlendiği için ben de çok iyi vakit geçirdim. Yine de içimde bir yerlerde bir hayvanat bahçesi çok daha farklı olabilirdi fikri saklı kaldı.
Not: bu yazıları telefona yazdırdığım için bir şekilde fotoğraf yükleyemiyorum, döndükten sonra bütün yazılarımı tek tek eklemeye çalışacağım. Bazı noktalama hataları, büyük küçük harf hataları varsa onlar da bu yüzden, şimdiden özür dilerim.
24 Nisan 2016
Çocuklarla seyahat
İnsanlar birbirini seyahatte tanırmış, ne kadar da doğru.. Hatta çocuklarını da en iyi seyahatte tanırsın diyebiliriz bence..
Benim çocuklarım neden diğer insanların çocukları gibi usluca anne babalarının yanlarında yürümüyor, ZIP ZIP sağa sağa sola saldırıyorlar diye hayıflanırken, eşimin e sen de aynı öylesin lafıyla kendime geldim.. E gerçekten de ben de aynen öyleydim; hiç yerimde duramam, sağında solunda ne varsa her şeye dikkatle bakar, bütün yazıları okur, bütün gördüklerimi incelerim.. Çocuklarımın bütün davranışlarından rahatsız olurken şaşırarak bir kez daha aslında benim aynam olduklarını fark ettim.. Ben de oturamam, ben de sürekli hareket halindeyim, her vitrine bakarım, her dükkana girerim, önden hızlı hızlı koşturarak yürür sonra birden bir şeye takılırım.. Beni tanımlarken hiç de sakin kelimesini kullanamazsınız... şimdi bu durumda benim çocuklarımın sakin olmasını beklemek gerçekten doğru mu? keşke bunu hep aklımda tutabilsem, onlara bakarken kendimi gördüğümü fark etsem...
Şu anda Atatürk havaalanındayız. dünyanın belki de en kalabalık havaalanlarından bir tanesi. kızım bir köşeye çekildi kitabını okuyor, tıpkı benim az sonra yapacağım gibi. eşim ve oğlum oyun oynuyorlar gürültülüler şakalaşıyorlar tıpkı bizim gibi. Kısacası eğer ben olmak istemediğim gibi biriysem, onlar da tıpkı benim gibiler.. yani kısacası sorunu çocuklarda değil kendimizde aramak gerek..
Bu okul tatilinde hep birlikte seyahate çıkarken bunu daha yolun başında farketmiş olmam çok iyi oldu. eğer aklımda tutmayı başarabilirsem tatilimiz daha iyi geçecek. çocuklara sürekli onu yapma bunu yapma buraya gel diye söylenmek yerine, kendime bakıp sakin ol sadece seni yansıtıyorlar dediğimde eminim ben de daha az gerilicem, daha rahat davranacam.
Şimdi bize iyi yolculuklar, mutlu tatiller.. döndüğümüzde görüşmek üzere.
Benim çocuklarım neden diğer insanların çocukları gibi usluca anne babalarının yanlarında yürümüyor, ZIP ZIP sağa sağa sola saldırıyorlar diye hayıflanırken, eşimin e sen de aynı öylesin lafıyla kendime geldim.. E gerçekten de ben de aynen öyleydim; hiç yerimde duramam, sağında solunda ne varsa her şeye dikkatle bakar, bütün yazıları okur, bütün gördüklerimi incelerim.. Çocuklarımın bütün davranışlarından rahatsız olurken şaşırarak bir kez daha aslında benim aynam olduklarını fark ettim.. Ben de oturamam, ben de sürekli hareket halindeyim, her vitrine bakarım, her dükkana girerim, önden hızlı hızlı koşturarak yürür sonra birden bir şeye takılırım.. Beni tanımlarken hiç de sakin kelimesini kullanamazsınız... şimdi bu durumda benim çocuklarımın sakin olmasını beklemek gerçekten doğru mu? keşke bunu hep aklımda tutabilsem, onlara bakarken kendimi gördüğümü fark etsem...
Şu anda Atatürk havaalanındayız. dünyanın belki de en kalabalık havaalanlarından bir tanesi. kızım bir köşeye çekildi kitabını okuyor, tıpkı benim az sonra yapacağım gibi. eşim ve oğlum oyun oynuyorlar gürültülüler şakalaşıyorlar tıpkı bizim gibi. Kısacası eğer ben olmak istemediğim gibi biriysem, onlar da tıpkı benim gibiler.. yani kısacası sorunu çocuklarda değil kendimizde aramak gerek..
Bu okul tatilinde hep birlikte seyahate çıkarken bunu daha yolun başında farketmiş olmam çok iyi oldu. eğer aklımda tutmayı başarabilirsem tatilimiz daha iyi geçecek. çocuklara sürekli onu yapma bunu yapma buraya gel diye söylenmek yerine, kendime bakıp sakin ol sadece seni yansıtıyorlar dediğimde eminim ben de daha az gerilicem, daha rahat davranacam.
Şimdi bize iyi yolculuklar, mutlu tatiller.. döndüğümüzde görüşmek üzere.
22 Nisan 2016
Süper kahramanlar olmalı mı?
Dün
gece Superman Batman'e karşı filmini izledim. Adından dolayı
şüphelenidğim için – ben mutsuz sonu olan filmleri izlememeyi
seçiyorum – Elif'i sıkıştırıp durdum, sonu kötüyse gitmeyim
diye. Sonunda ikisinin birleşip kötü adamı yendiğini söyleyince
mutlu son sanıp gittim. Ama Superman'in ölmesi yoktu hesapta! Beni
aldı bir telaş. Louis'in adına öyle üzüldüm öyle üzüldüm
ki.. Sanki kendi süperkahramanım varmış da ölmüş gibi falan
oldum.
Süper
kahramanlar gerçekte de olsa keşke... Bazen gelseler, bizi
elimizden tutup uçursalar, yukarıdan baktığımızda
sorunlarımızın ne kadar küçük olduğunu görsek ve bu bize çok
iyi gelse.
Sizin
olmaz mı, ben bazen bir süperkahramana çok ama çok ihtiyaç
duyuyorum. Bazen, hani başım köşeye sıkıştığında, işlerin
içinden bir türlü çıkamadığımda, kimse beni anlamıyor gibi
ya da belki kimse beni dinlenmiyor gibi geldiğinde.. Yaptığım bir
ameliyat kötü gittiğinde, bir arkadaşıma üzüldüğümde, biri
beni şikayet ettiğinde, haksızlığa uğradığımı düşündüğümde,
ya da sadece kendimi yalnız (yapayalnız) hissettiğimde, beni
anlayan dinleyen birini istiyorum yanımda. Elimi tutsun saçımı
okşasın. Bir kucaklasın şöyle sımsıkı. Bazen sadece susup
dinlesin. Başını sallasın, anlıyorum desin. İşte bu
süperkahramanım benim. Beni tutup elimden – Superman'in Louis'i
yaptığı gibi- uçursun yukarı. Gökyüzüne.
Uzaktan
bakıldığında bütün sorunlar ufalır değil mi?
21 Nisan 2016
Sabahın tadını çıkarmak ve neskafe bağımlılığım
Uzun yıllar boyunca en sevdiğim şey, sabah erken kalkıp
herkes uyurken bir fincan kahve içmek oldu. Erkenle kastım altı. Hep altıya
kuruludur benim saatim.
Çocuklarım olduğunda da, bebekerken de büyüdüklerinde de
okula başladıklarında da hep altıya kuruludur. Tatilde de bayramda da seyranda
da.. Hatta Pazar günleri de. Hatta nöbetçi olduğum zamanlarda hastanede de.
Günün en sevdiğim zamanı sabah altıdır.
Ben huzurlu olurum sabah altıda. Yazsa balkona çıkarım.
Bezen mesela Pazar günüyse sahile yürüyüşe çıkarım. Bazen kitap okur veya ders
çalışırım.
Balkonda veya pencerenin önünde henüz uyanan kuşları
dinlerim. Bu sahne hep gözümdedir. Beşiktaş’taki evimizi unutamam mesela, daracık
sokakların arkasında kimselerimn görmediği gizli bir vaha olan Meltem Hanım’ın gizli
bahçesine bakan balkonumda geçirdiğim sabah saatlerinin adı hala huzurdur
bilinç altımda. Kongrelerde tek başıma kaldığım otellerin balkonlarında içime
çektiğim deniz havası ve bomboş otel bahçesinin – havuz başının sessizliği…
İnanın şu an oraya gittim geldim..
Herkes uyurken ve gün benimken potansiyelimi yoklarım şöyle
bir. Kendimi dinlerim. Güne hazırlanırım. Herşeyi yapabilirim gibi gelir
sabahları bana.
Sonradan sonraya sabah keyfimi yaşayamamaya başladım
ufaktan. Sabah sorumluluklarım da arttı, gün içinde çok yorulmaya başladım, veya
akşamları geç yatmaya, böylelikle sabahları uyanamamaya başladım maalesef. Bugün
mesela altıdan altı kırka kadar ağladı alarmım ve ben anca uyanabildim. Kahvem
elimde yine, o değişmez kural, ama saat yedi ondört maalesef..
Yeterince kendimle kalamadan, dinlenemeden ve kendimi dinleyemeden,
mümkünse meditasyon yapmadan güne başlarsam yeterince iyi olmuyor o gün. Yeterince
hazır hissetmiyorum kendimi günün getirdiklerine, strese, zorluklara.
Alışkanlıklar iyi mi kötü mü hep tartışılır. Biliyorum yirmi
beş yıldır her sabah neskafe içmek iyi olmayabilir. En zararlı kahve diyorlar
neskafe için, birikiyor mu acaba vücudumda? Ama artık olmazsa olmaz. Keyif için
de değil, başka bir şey benim için. Alışkanlık da değil, sanki ihtiyaç. O
kahveyi içmeden kahvaltı edemem evden çıkamam. Sabah altı uçağına binmeliysem
mesela önce kahve içicem. Elimde Starbucks’ın kocaman kahve termosuyla
havaalanına gidişim, bütün güvenliklerden geçişim, en son nasıl tutkuyla
içtiysem son güvenlik noktasındakki görevlinin “içtiğinize göre zararlı olamaz
buyrun geçin” demesi ve arkadaşlarımın şaşkın bakışları arasında sıvı dolu koca
termosla uçağa binişim hoş bir anektodumdur J Ya da örneğin evimin
hemen her odasında kahve yapabilecek olanaklar olması, yatak odamda kettle,
fincanlar ve gerekli diğer malzemeler olması beni anlatır sanırım.
Kısacası dokunmayın kahveme ve sabah saatlerime. Erkenden
uyanmayın çocuklar, bırakın biraz kendimle kalayım.
Hadi günaydın madem J
20 Nisan 2016
Zamanı düzenleme
Bu
düzenleme işini sevdim. Elif'in önerisiyle satın aldığım ama
henüz elime ulaşmadığından okumadığım, Bayan Marie Kondo'nun
kendi geliştirdiği Konmari yöntemini anlattığı kitabı bana
zamanı düzenlemeyi çağrıştırdı.
Bir
gün 24 saat ama bana yetmiyor. Gerçekten yetmiyor. Yapmak istediğim
çok şey var ama yapamıyorum. Daha doğrusu düzenli hiçbirşey
yapamıyorum. Ben her salı şunu yaparım dediğim bir şey yok.
Aslında var, üç yıldır kışları, muhteşem düzenli olmasa da
dans etmeye gidiyoruz eşimle beraber. Haftada iki kez, salsa. Çok
ama çok sevdim ben dans etmeyi.
Bunun
dışında rutin hayatımız iş güç peşinde geçiyor desem doğru.
Ama ben bundan nefret ediyorum desem o da doğru. Yaşımız
ilerledikçe, yapmak isteyip de yapamadıklarımın “to do list”i
uzayıp gidiyor. Ara ara eski defterlerimi günlüklerimi buldukça
ya da bloğumdaki eski yazılarımı okudukça bakıyorum ki değişen
bir şey yok hiç.. Hep aynı şeyler to do:
--
Spor yapmak
--
Yogaya tekrar başlamak
--
Kitap okumak
--
Bilimsel yazılarımı yazıp tamamlamak
--
Ders çalışmak.
Zaman
zaman ataklar halinde spor yapmıyor, kitap okumuyor değilim. Ama
bildiğim arkadaşlarım var mesela, hep ama hep, ben bildim bileli
sporunu hiç aksatmayan, ben onlardan ol(a)madım. Ya da düzenli
kitap okuyamadım. Elimde bir kitap her zaman var mutlaka, ama bazısı
bir ayda bitiyor bazısı bir günde, Maalesef bazıları da
bitmiyor.
Hep
tasarladığım ama yapamadığım zaman planlamayı artık devreye
sokmak istiyorum. Mesela her salı spor yapayım her perşembe kitap
günü olsun vs. Tabii mesela dün çalıştığım İngilizce
yazılım (!) gibi ekstralar hep oluyor, bu da işi zorlaştırıyor.
Aslında
hafta içi hafta sonu diye bir ayrım yapmak mantıklı olabilir.
Hafta içi evde, kitap – ders – ödev – vs haftasonu dışarıda
yapılacak spor – arkadaş buluşması – vs..
Kısa
vadeli programımı sunuyorum:
Şimdi
Mayıs ayı için mesela spor salonuna yazılıp bir aylık bir hızlı
fitness planım var. Pazartesi çarşamba perşembe cumartesi spora!
Salı
– cuma – bazen pazar bacımla tenis dersi!
Oh
oh.
Olmayacak
biliyorum. Ama bir milyonuncu denemeye hazırım!
19 Nisan 2016
Bodrum'da pazar kahvaltısı
Bodrum'da
bir klasik bu, pazar günleri kahvaltıya gidilir. Yaz kış açık
havada oturulabildiği için, başını alıp gitmiş bir sektör bu
pazar kahvaltıları. Envai çeşit kahvaltıcı olması da bu
yüzden. Deniz kıyısı mı istersiniz, dağ eteği mi, yakın mı
uzak mı, hepsi mevcut.
Bütün bu kahvaltılar öküz doyuran cinsten, ye babam ye masadakileri bitirebilmek mümkün değil. Yemek istemesen de yemek zorunda kalıyorsun çünkü hepsi çok ama çok güzel oluyor. Bazen acıdığım oluyor, bir keresinde peynir tabağına kişi başına yarım kilo peynir koymuşlar, atılacak diye üzüldüm vallahi paket yaptırdım kediye götürme bahanesi ile. Beş çeşit reçel altı çeşit peynir dört çeşit zeytin bal kaymak börekler çeşit çeşit ekmekler. İstanbul'da boğazda gittiğim kahvaltıda ekmek istemiştik de, bu var yersen diye hamburger ekmeği kıvamında bayat soğuk bir şey getirmişlerdi. Kalite olarak öylesi bir kahvaltıyı Bodrum'da satmaları mümkün değil.
Burada tüm mekanlarda muhteşem bir doğa, muhteşem bir manzara,muhteşem bir Bodrum olduğundan, birbirleriyle rekabet edebilmeleri için tek sundukları kahvaltı kalıyor. Ama rekabet uğruna abarttıkça abartmalarına gerek var mı? Olan bize oluyor.
Normal hayatta çok minimal ve sade besleniyoruz. Hergün düzenli kahvaltı eden bir aileyiz. Buna rağmen az yiyoruz. Ama her pazar dışarı çıkınca... Börekler çörekler.. Köy kahvaltısı Van kahvaltısı otlu börek bilmemne reçeli..... Kendimden soğuyorum yeminlen sofradan kalkarken.
Bu pazar da öyle oldu. Yahşi'nin pek sevdiğimiz bir mekanı olan Kefi'de kahvaltıya gittik. Bütün hafta boyunca yediğim tüm kahvaltıların toplamından daha fazla yedim. Bardaklarca çay içtim, 7-8 bardak olabilir. Sonunda güneşin altında mide fesadı.
Ben kendi adıma artık pazarları erkek kalkıp başarabilirsem yürüyüş yapmayı, evde hafif bir kahvaltı yapmayı sonrasında da “lazy sunday” kıvamında takılmayı seviyorum. Hem vicdan azabı çekmiyorum hem de baharın tadını evimde çıkarıyorum.
18 Nisan 2016
Doğurmadığım bebeklerin annesi olmak..
Kadın
doğum hekimi olmak değişik bir psikoloji. Biraz anlatabilsem keşke
nasıl bir his olduğunu.. Ya da bana nasıl hissettirdiğini...
Bir
kere zor bir işi önce teknik güçlüğünden bahsedeyim.
Kesinlikle maddi karşılığı için yapılacak bir iş değil.
Psikolojik baskısı, fiziksel yoğunluğu, sorumluluğun büyüklüğü
insanı haddinden fazla yoruyor. Gecesi gündüzü olmayan bir branş
zira. Bu bebek insanlarına saat kaçta doğmaları gerektiğini
söyleyemediğiniz için, mesai tanımı da olamıyor. Örneğin
yılbaşı gecesi 01:49'da doğumhanedeydim. Ya da kendi doğumgünümde
pasta kesildikten hemen sonra girdiğim hastaneden iki bebişin
peşpeşe aramıza katılması suretiyle gece 12'de çıktım. Ya da
bir pazar sabahı evdekiler daha uyurken doğumhaneye girip, peşpeşe
üç bebek doğurtup, evdekiler daha uyurken :) hiçbirşey olmamış
gibi simit alıp eve gidip kahvaltı hazırlayabildim. Ya da.. bayram
arifesinde babacığımın mezarına ziyarete gideyim diye üç ay
önceden bilet aldığım uçağı, tamıtamına sekiz arkadaşımızın
iki gün içinde doğmaya karar vermesinden ötürü kaçırabilmeyi
başardığım oldu..
Tabii
öyle doğurttum oldu da olmuyor. Sağlıklı mı sağlam mı,
doğumda Bir şey olacak mı, annesinin kucağına sapsağlam
verebilecek miyim, hadi ıkın, hadi be yavrum doğ. Bu bir değil
iki değil üç değil dört değil yüzlerce kere tekrarlanan bir
film! Her bir seferinde filmin sonunun aynı bitmesini umarak
izliyorsun, dualar ederek ve maalesef hiçbir sefer filmin sonunu
gerçekten bilmiyorsun. Doğa sporu falan yapmana gerek yok,
adrenalin istiyorsan doğum yaptır :)
Bütün
bu stresin, zamansız çalışmanın, yoğunluğun ve yoruculuğun
sonunda, her defasında yeniden bebeğin oluyor. Bazen bir değil iki
tane hatta! Hayatımın en heyecan verici tecrübesi anne olmaktı ve
bunu iki kereden fazla tatma olanağım yok fiziken. Ama ruhen, çok
şükür ki, ne şükür ki, her geçen gün yeni bebelerim oluyor.
Zaten gebelik süresince öyle bir ilişki kuruyorsun ki annelerle,
doğumdan sonra sanki her biri benim gibi oluyor.
Sabahları
günaydın eşliğinde bebelerimin fotoğrafıyla uyanıyorum –
sağolsunlar gönderiyorlar -.. Yolda sokakta yürürken bazen
yorgunluktan tomsurmuş önüme bakarken bebelerimden biriyle
karşılaşıyorum – sağolsunlar hemen getirip kucağıma
atıyorlar – yüzüm gülüveriyor.
Büyüdüklerini
görüyorum, abla abi olduklarını. Kardeşlerini doğurtunca biraz
mahsun oluyorum ama olsun onlar ilk göz ağrılarım :) Sonra yeni
doğanları da o kadar çok seviyorum :)
Kocaman
bir aile oluyoruz bebeklerimle, onların anneleriyle, babalarıyla,
bazen geniş aileleriyle. Bunu çok seviyorum.
Gün
içinde çok ama çok sıkılıyorum bazen, geliyor bir mis kokulu,
gıdısını boynunu şöyle bir koklayıp cennet kokusunu içime
çekiyorum, ne dert kalıyor ne tasa... Bu arada bilmiyorum neden
böyle güzel kokuyorlar.. Cennet gibi.. Aslında ne kadar pis bi
yerden geliyorlar kan su bazen çiş :) Ama istisnasız cennet gibi
kokuyorlar.
Seviyorum ben bu işi :)
15 Nisan 2016
Çocuklarımıza hangi sporu yaptıralım veya çocuklara spor yaptıralım mı?
Veya çocuklara sporu biz mi yaptıralım?
Veya çocuklara neden sporu biz yaptırıyoruz?
Veya çocuklara neden zorla spor yaptırıyoruz?
Yanıt veriyorum: Pek tabii ki içimizde kalmış olan spor yapamadan büyümüşlüğün acısını çıkartmak için. Herhangi bir spor dalıyla çok uzun uğraş(a)madan, herhangi bir müzik aletini ustaca çal(a)madan, herhangi bir dansı keyif alarak öğren(e)meden büyümüşlüğün acısını çıkarmak için.
Ben yapamadım onlar yapsın diye.
Değil mi??
Aslında biraz evet biraz da başka şeyler de var. Sedanter yaşamalarından, teknolojiye boğulmalarından, temiz havaya çıkmak istememelerinden, büyürken güneşi görmeden solup gitmelerinden nefret ediyor ve ayrıca çok korkuyorum. Bu nedenle çok istedim bir spor yapsınlar.
Kızçem benim ilk krebim (bunun hikayesini soranlara anlatırım). Önce onda denedik tabii herşeyi. Aslında kızım su kuşuydu, hep öyleydi. Ama Antep'te su vardı da biz mi vermedik? Baleye gönderdik orda. Epey de ısrar ettik. Gelgelelim bizim kızdan balerin olamayıp anca kayıkçı kürekçi olabileceğini ilk uzun gösterisi esnasında farkettik :)
Sonra Bodrum'a taşındık. Pek tabii ki su sporlarıydı yapması gereken. Bu bizim isteğimiz, beklentimiz vs'mizdi. Hemen hem havalı hem de belki de sadece "mümkün" diye yelkene yazdırdık (gerçek adı OPTİMİST). Biz bizi tatmin edecek diye beklerken, bizim kızçe aşık oldu bu spora. İki haftalık yaz kursu diye başlayan macera üç yılı aşkın bir serüvene dönüştü. Gelgelelim, bizim aklımız başımıza geldi ki, bu gerçekten çok zor bir spormuş. Tabii biz Allah'ın Adanalı ve İskenderunluları nerden bilicez yelken sporu ne!
Hem fiziken (uzun antreman saatleri) hem ruhen (eksi beş derecede çocuğunun elleri morarmışken üzülmemek çok zor) hem de madden (para ve zaman anlamında) oldukça zormuş. Antreman saatleri çok uzun. Her haftasonu ama her haftasonu istisnasız antremanı var. Sabah dokuz on gibi başlar, akşam kışın beşe kadar. Yazın daha da acıklı, sabah dokuz akşam yedi. Her gün ama her gün gidiyorlar, buna bayramın birinci günü, karne günü, tatilin tamamı dahil. Bir hafta yaz tatili yapma hakkı yok.
Antreman denizde saatlerce -5-6 saat bazen - kalmayı, yazın güneşte pişip kışın soğukta donmayı, yemeğini küçücük teknede sandviç olarak yemeyi, çişini altına yapmayı, ıslak giysileri ertesi güne yetiştirmek için her seferinde yıkayıp güçlükle kurutmayı vs içerir.
Kışın özel kıyafetleri var, ıslanıyor ama üşümüyorlar (bence mümkün değil ama neyse). Yazın güneş geçmesin diye tayt ve uzun kollu likra giyiyorlar. Benim kızım güneş gözlüğü şapka koruyucu krem kullanmaz. Can yeleği özel ayakkabıları saatleri var.
O fırtınalarda nasıl devrilmeden o tekneyi sürmeyi başardıkları ayrı konu. Diğer konu ise sabır meselesi. Kaçırdıkları doğum günleri, okuldaki özel aktiviteler, sınavlar, tatiller seyahatler...
Altı yaşında başladı Damla, ilk kampına o yaz katıldı. Bizden ayrı gittiği şehirlerin ve kampların sayısını bilemiyorum. Evde yatağını toplamaz ama bir hafta başka şehirde kalabilir.
Malzemeleri oldukça pahalı. Yelken kıyafet ayakkabı bazen tekne, sürekli eskiyen küçülen malzemeler yenileniyor. Seyahatler katıldıkları yarışlar oteller biletler cabası. Sonbahar kış ilkbahar her ay en az bir hafta yoklar.
Kesinlikle sevmeyen bir çocuğun yapabileceği, itilerek dürtülerek gidebileceği bir spor değil. İSteksiz anne babanın yetişebileceği bir getir götür işi hiç değil. Tifo olduğumda taburcu olduğum gün yarış izlemeye gittiğim gibi... Damla seviyor (gibi duruyor). Yaz - kış suyun üzerinde- içinde olmaktan hoşnut. Bu bahar ilk denize girişi geçen hafta (mart sonu). Üşümüyor. Hasta olmuyor. Bebekken 11 kere otit geçirdi. Yelken sonrası (MAŞALLAH!) hiç ateşlenmedi, arada ufak solunum yolu enfeksiyonları. Yelkenin ona kattıklarının çok büyük olduğunu düşünüyorum. Onu destekliyoruz.
Bodrum Era Yelken Kulübü, Türkiye'nin önde gelen kulüplerinden. Bu yılın şampiyonu. Antrenörümüz Sayın Serkan Dalgacı bir tanedir, emeği, sabrı ve varlığı için teşekkür ederim ona.
Gelelim küçük cüce Tuna'ya.
Tabii ki onda da bir çok spor denedik. Alerjik astımının iyileşmesi için spor yapması gerektiğini de bilerek.. Önce yüzmeye verdik onu. Sudan nefret ettiğini biliyorduk - beş yaşı bitene dek denize ayağını sokmamıştı! Ama yüzme öğrenmesi gerekiyordu, çünkü aksi tehlikeli olabilir, her yanımız deniz havuz. Okulda haftasonları yüzme kursuna gitti ama kurs biter bitmez suyla ilişkisini kesti. Bir ara yelken denettik, iki haftalık kursa ağlayarak gitti geldi. Galatasaray futbol okuluna yazdırdık. Israr azim ve kararlılıklar nerdeyse iki yıl götürüp getirdik, yazın da tam zamanlı yaz okuluna verdik. Gelgelelim nefret etti (bence). En son maçta toptan kaçmamaya başlamıştı (maçta ayağına kaç kez top değerse o kadar 1 lira vermek falan gibi rüşvetlerle :)) Ama Tuna'dan futbolcu olmayacağına nihayet aydık ve ısrarı bıraktık.
Sonra bir gün tenis oynamak istiyorum diye tutturdu. Evde oynayan da yok.. Nerden duydun ettin derken verdim bir tenis kursuna.... Veee... Tuna sporunu buldu! Bu kadar severek oynasın, bu kadar mutlu gitsin, bu kadar güzel başarsın.. Benim başta yalandan verdiğim, haftada bir denk gelirse gönderdiğim çocuk, şu anda hocasının ısrarı ve kendi isteğiyle haftada dört gün tenise gidiyor ve turnuvaya hazırlanıyor.
Tenis yelken kadar pahalı değil.. Okula gittiği eşofman ve ayakkabı ile oynuyor (şimdilik). İlerleyen dönemde özel kıyafet ve ayakkabı isteyebilir ama çok pahalı olacağını sanmıyorum. Henüz raket almadık, bu ara alacağız. Toplar kulüpte var zaten. Henüz seyahate gitmedi, başka şehirlerde turnuvalara katılmadı. Bakalım büyüdükçe herhalde :)
Ama Tuna da kesinlikle sporunu buldu.. Onun peşinden babasıyla ben de tenise başladık ve çok mutluyuz...
Ortakent Yahşi Tenis Kulübü Arif Hocamıza da bizi bu güzel sporla ailecek tanıştırdığı için teşekkür ederiz :)
Veya çocuklara neden sporu biz yaptırıyoruz?
Veya çocuklara neden zorla spor yaptırıyoruz?
Yanıt veriyorum: Pek tabii ki içimizde kalmış olan spor yapamadan büyümüşlüğün acısını çıkartmak için. Herhangi bir spor dalıyla çok uzun uğraş(a)madan, herhangi bir müzik aletini ustaca çal(a)madan, herhangi bir dansı keyif alarak öğren(e)meden büyümüşlüğün acısını çıkarmak için.
Ben yapamadım onlar yapsın diye.
Değil mi??
Aslında biraz evet biraz da başka şeyler de var. Sedanter yaşamalarından, teknolojiye boğulmalarından, temiz havaya çıkmak istememelerinden, büyürken güneşi görmeden solup gitmelerinden nefret ediyor ve ayrıca çok korkuyorum. Bu nedenle çok istedim bir spor yapsınlar.
Kızçem benim ilk krebim (bunun hikayesini soranlara anlatırım). Önce onda denedik tabii herşeyi. Aslında kızım su kuşuydu, hep öyleydi. Ama Antep'te su vardı da biz mi vermedik? Baleye gönderdik orda. Epey de ısrar ettik. Gelgelelim bizim kızdan balerin olamayıp anca kayıkçı kürekçi olabileceğini ilk uzun gösterisi esnasında farkettik :)
Sonra Bodrum'a taşındık. Pek tabii ki su sporlarıydı yapması gereken. Bu bizim isteğimiz, beklentimiz vs'mizdi. Hemen hem havalı hem de belki de sadece "mümkün" diye yelkene yazdırdık (gerçek adı OPTİMİST). Biz bizi tatmin edecek diye beklerken, bizim kızçe aşık oldu bu spora. İki haftalık yaz kursu diye başlayan macera üç yılı aşkın bir serüvene dönüştü. Gelgelelim, bizim aklımız başımıza geldi ki, bu gerçekten çok zor bir spormuş. Tabii biz Allah'ın Adanalı ve İskenderunluları nerden bilicez yelken sporu ne!
Hem fiziken (uzun antreman saatleri) hem ruhen (eksi beş derecede çocuğunun elleri morarmışken üzülmemek çok zor) hem de madden (para ve zaman anlamında) oldukça zormuş. Antreman saatleri çok uzun. Her haftasonu ama her haftasonu istisnasız antremanı var. Sabah dokuz on gibi başlar, akşam kışın beşe kadar. Yazın daha da acıklı, sabah dokuz akşam yedi. Her gün ama her gün gidiyorlar, buna bayramın birinci günü, karne günü, tatilin tamamı dahil. Bir hafta yaz tatili yapma hakkı yok.
Antreman denizde saatlerce -5-6 saat bazen - kalmayı, yazın güneşte pişip kışın soğukta donmayı, yemeğini küçücük teknede sandviç olarak yemeyi, çişini altına yapmayı, ıslak giysileri ertesi güne yetiştirmek için her seferinde yıkayıp güçlükle kurutmayı vs içerir.
Kışın özel kıyafetleri var, ıslanıyor ama üşümüyorlar (bence mümkün değil ama neyse). Yazın güneş geçmesin diye tayt ve uzun kollu likra giyiyorlar. Benim kızım güneş gözlüğü şapka koruyucu krem kullanmaz. Can yeleği özel ayakkabıları saatleri var.
O fırtınalarda nasıl devrilmeden o tekneyi sürmeyi başardıkları ayrı konu. Diğer konu ise sabır meselesi. Kaçırdıkları doğum günleri, okuldaki özel aktiviteler, sınavlar, tatiller seyahatler...
Altı yaşında başladı Damla, ilk kampına o yaz katıldı. Bizden ayrı gittiği şehirlerin ve kampların sayısını bilemiyorum. Evde yatağını toplamaz ama bir hafta başka şehirde kalabilir.
Malzemeleri oldukça pahalı. Yelken kıyafet ayakkabı bazen tekne, sürekli eskiyen küçülen malzemeler yenileniyor. Seyahatler katıldıkları yarışlar oteller biletler cabası. Sonbahar kış ilkbahar her ay en az bir hafta yoklar.
Kesinlikle sevmeyen bir çocuğun yapabileceği, itilerek dürtülerek gidebileceği bir spor değil. İSteksiz anne babanın yetişebileceği bir getir götür işi hiç değil. Tifo olduğumda taburcu olduğum gün yarış izlemeye gittiğim gibi... Damla seviyor (gibi duruyor). Yaz - kış suyun üzerinde- içinde olmaktan hoşnut. Bu bahar ilk denize girişi geçen hafta (mart sonu). Üşümüyor. Hasta olmuyor. Bebekken 11 kere otit geçirdi. Yelken sonrası (MAŞALLAH!) hiç ateşlenmedi, arada ufak solunum yolu enfeksiyonları. Yelkenin ona kattıklarının çok büyük olduğunu düşünüyorum. Onu destekliyoruz.
Bodrum Era Yelken Kulübü, Türkiye'nin önde gelen kulüplerinden. Bu yılın şampiyonu. Antrenörümüz Sayın Serkan Dalgacı bir tanedir, emeği, sabrı ve varlığı için teşekkür ederim ona.
Gelelim küçük cüce Tuna'ya.
Tabii ki onda da bir çok spor denedik. Alerjik astımının iyileşmesi için spor yapması gerektiğini de bilerek.. Önce yüzmeye verdik onu. Sudan nefret ettiğini biliyorduk - beş yaşı bitene dek denize ayağını sokmamıştı! Ama yüzme öğrenmesi gerekiyordu, çünkü aksi tehlikeli olabilir, her yanımız deniz havuz. Okulda haftasonları yüzme kursuna gitti ama kurs biter bitmez suyla ilişkisini kesti. Bir ara yelken denettik, iki haftalık kursa ağlayarak gitti geldi. Galatasaray futbol okuluna yazdırdık. Israr azim ve kararlılıklar nerdeyse iki yıl götürüp getirdik, yazın da tam zamanlı yaz okuluna verdik. Gelgelelim nefret etti (bence). En son maçta toptan kaçmamaya başlamıştı (maçta ayağına kaç kez top değerse o kadar 1 lira vermek falan gibi rüşvetlerle :)) Ama Tuna'dan futbolcu olmayacağına nihayet aydık ve ısrarı bıraktık.
Sonra bir gün tenis oynamak istiyorum diye tutturdu. Evde oynayan da yok.. Nerden duydun ettin derken verdim bir tenis kursuna.... Veee... Tuna sporunu buldu! Bu kadar severek oynasın, bu kadar mutlu gitsin, bu kadar güzel başarsın.. Benim başta yalandan verdiğim, haftada bir denk gelirse gönderdiğim çocuk, şu anda hocasının ısrarı ve kendi isteğiyle haftada dört gün tenise gidiyor ve turnuvaya hazırlanıyor.
Tenis yelken kadar pahalı değil.. Okula gittiği eşofman ve ayakkabı ile oynuyor (şimdilik). İlerleyen dönemde özel kıyafet ve ayakkabı isteyebilir ama çok pahalı olacağını sanmıyorum. Henüz raket almadık, bu ara alacağız. Toplar kulüpte var zaten. Henüz seyahate gitmedi, başka şehirlerde turnuvalara katılmadı. Bakalım büyüdükçe herhalde :)
Ama Tuna da kesinlikle sporunu buldu.. Onun peşinden babasıyla ben de tenise başladık ve çok mutluyuz...
Ortakent Yahşi Tenis Kulübü Arif Hocamıza da bizi bu güzel sporla ailecek tanıştırdığı için teşekkür ederiz :)
14 Nisan 2016
Bu devirde tifo mu kaldı?
Ben
öyle hastalanınca da güzel görünen bakımlı kadınlardan
değilim. Zaten pek de hastalanmam. Misal, geçen sene zatüre oldum
(apikal lober pnömoni) ve ayakta geçirdim. Ne tek bir gün izin
rapor ne birşey. 40 derece ateşle ameliyat yaptım. Öyle pek grip
falan da olmam.
Ama
bu sefer fena çarpıldım. Bir günlük İstanbul gezimde (gitmesem
iyiymiş) çok gerek varmış gibi midye yedim (yemez olaydım) ve
havaalanından acile döndüm.
İlk
dört gün gözümü bile açamadım. Sadece damardan serumla
beslendim. Yemek kokusuna varana kadar, su kokusundan bile midem
bulandığından, ilaçları bile içemedim. Günde beş litre seruma
rağmen hala kuruydu vücudum, günde 17 kere rekorum olarak ishale
çıktım, ateş bir yandan.
Yatağın
üzerine çarşaf gibi serildim ve kalkamadım!
Zatüreyi
ayakta ve hatta çalışarak atlatan benim, ileri derecede ağırıma
gitti elden ayaktan kesilmek. Tam beş gün ağzımdan herhangi bir
şey alamadım – ki buna su da dahil. Susamadığım için değil
ama, insan su içtiğini bile düşününce öğürüyor. Ağızdan
almam gereken ilaçları içemedim. Gelen yemekleri yiyemeden geri
gönderdim. Dördüncü gün falandı, oğluma diye gelen armutu
yedim diye sevinçten ağladım ve hemen akabinde de azar işittim,
diyete uymadığım için. Savaş zamanında insanların öldüğü
kadar varmış tifodan. Bana uygulanan destek tedavinin, serumların,
antibiyotik tedavisinin savaş şartlarında bu illet mikrobu
kapanlara uygulanabilmiş olması imkansız.
Günlerce
havası alınmış balon gibi yattım. Ne konuşabildim, ne
gülebildim, ne de telefonla sosyal medyayla televizyonla kitapla
gazeteyle ilgilendim. İnsan hani hastayım yatıyorum bol bol kitap
okudum falan der ya, ben sadece yattım. Ailem hastalarım
arkadaşlarım gelmiş gitmiş kapından bakıp acımış halime,
hiçbirini tam hatırlamıyorum: Gebelerim doğurdu gözümün
önünde, başımı kaldırıp bakamadım. Alt kata ultrasona inmem
gerekti, ışıktan ve sesten o kadar rahatsız oldum ki, montu
üstüme örttüm, kapşonunu da yüzüme, tekerlekli sandalyede
başımı dik tutamadım yatarak gittim.
İyileştikten
sonra bile, tamamen iyi hissetmiyorum. Enerjim azaldı, farkındayım.
Gülümsemem azaldı. Saçlarım dökülüyor. Adet görmedim. 2
aydır Dukan diyetiyle sadece 2 kilo vermişken bir haftada da o
kadar verdim. Yüzümde derin derin sivilceler çıktı. Boğaz
enfeksiyonu oldum (ki ben olmam). Vücudum bir şeyler anlatıyor.
Neden
anlattım bütün bunları? Aslında bu yazıyı yazmayı hastanede
yatarken düşünmüş ve planlamıştım.. Üzerinden birkaç hafta
geçince ben bile unuttum ne kadar kötü olduğunu.
Diyor
ki vücudum, bana iyi bak. Doğru beslen. Spor yap. Beni sev. Kendini
sev.
En
önemlisi: Sağlıklıyken şükret sağlığına.
13 Nisan 2016
Dukan diyeti ve kilo verme meselesi hakkında benim söyleyeceklerim
Aslında bu yazıyı yazıyı çok
önceden planlamıştım. Ama araya ağır bir hastalık girince (ve
işin gerçeği tüm diyetlerle veremediğim tüm kiloları bir hafta
içinde hastalık nedeniyle “kaybedince”) şimdiye kaldı.
Hastalıkla kilo kaybetmekle ilgili bir notum da var, insan kiloyu
istemeden kaybedince (örneğin gebelik, hastalık, iştahsızlık
gibi durumlarda) bir kendine acıma moduna giriyor ve kaybettiği
kilolara acıyor. Bu nedenle de her ne kadar kilo vermek de istese,
vücudu farkında olmadan geri almaya çabalıyor.
Ben son üç kilosuna kafasını
takmış, aslında diğer insanlara göre fazla kilosu olmayan
“iyisin sen yeaa” lafından bıkmış, tek takıntısı boyunun
kilodan az olması olan, beden imaj algı bozukluğu olduğunu
düşünen bir insan evladıy(d)ım. Zaten son derece sağlıklı ve
“az” beslenirim. Obur bir kişi olduğum için frenden ayağımı
pek çekmemeye çalışırım. Bu nedenle de diyet benim için pek az
bir beslenme olmuyor.
Amerikan ordusunun şişman askerleri
zayıflatmak için yaptığı “ordu diyeti”ni bile denemiştim
deyim anlayın.. Artık bu kilo işine bir son vermek gerektiğine
karar verince, son kozum olan Dukan diyetini bir kere daha yapmaya
karar verdim. Envai çeşit diyet denediğim ve hiçbiriyle mutlu bir
sonuç alamadığım için, bu kez “ne olursa olsun”
vazgeçmeyecektim. Zor olacağını kestiriyordum. Daha önce yapmış
ve bir hayli kilo vermiş olduğum bir diyet olmasına rağmen bu kez
zor vereceğimi biliyordum. Hem vermem gereken kilo çok az
olduğundan, hem de vücut artık diyetlere karşı direnç
geliştirdiğinden ve kıtlık bilincine girdiğinden.
Neyse efendim, ben Dukan'ın kitabını
bir kere daha baştan okudum -aç parantez, kitabı okudum diyorum
bakın, internetten araştırdım okudum demiyorum- ve doktor beyin
önerdiği şekilde başladım diyetime. İlk atak devresinde bile
öngörüldüğü kadar kilo veremedim. Ama pes etmedim! Dile kolay,
tam 2 ay ısrarla ve azimle -tek bir kaçak bile yapmadan- ısrarla
devam ettim. Dukan kaçakları balona batırılmış iğne olarak
tanımlar. Ben de hiç kaçak yapmadım! Azar azar, gram gram verdim
kiloları. Çevremin itirazlarına, anlamamalarına, “zaten fazla
kilon yok ki”lerine tıkadım kulağımı. İki ayda iki kilo
verdim, tartıda 57'yi gördüm (boyum 157) ve son derece mutlu bir
şekilde artık koruma dönemine geçmeye hazırlanmaya başladım.
Dukan'ın benim için önerdiği en az kilo 55,9 idi ama ben 57'ye de
razıydım sanırım. Biraz da spor yapıp incelirim diyordum...
Ki, burada yeni bir paragraf açıp
tifo oldum ve 55 kiloya düştüm, bu ayrı bir yazının konusu.
Bu noktada vücudum bir kopma yaşayıp
kendine acımaya başladı, verdiği değil kaybettiği kiloları
geri istedi. Ama ben de inadım inat totom iki kanat bir kişi
olduğumdan, ben de direniyorum. İki kilonun ne önemi var, bir
günde veririm ben onu diyenler, bu yazının hedef kitlesi siz
değilsiniz ve bu yazının paragraf aralarındaki psikolojiyi anlamanızı beklemiyorum.
Arkadaşım Pınar, bir regresyon
terapisti. Şu anda Budapeşte'de bilinçaltımızla yediklerimiz
arasındaki ilişkiyi anlıyor, bize öğretebilmek için öğreniyor.
Demiş ki eğitim esnasında tuttuğu notlara bakarak:
'Kendimi koşulsuz seviyorum! Pazarlık
edilemem! Paket halinde varım (ben ve kilolarım!!) Kilo vermenin
birinci kuralı, her şeyden önce kendini olduğun gibi sevmekten
geçiyor! Mevcut yağlı göbişimizi ve popomuzu sevmeden,
yağlarımız ve fazlalıklarımızla barış halinde olmadan bu
yağlar yakamızı bırakmıyor. Kilo da beynimizin, tüm
hastalıklarda olduğu gibi, 'bizi hayatta tutabilme' programı!
İstediğimiz kiloda değil, koşullar içinde ihtiyacımız olan
kiloda oluyoruz her zaman!!! Kilonun sebepleri inanılmaz kapsamlı,
bugün sadece 35 farklı sebebi / elementi anlatıldı. İşin aslı
atalara kadar uzuyor!! Her bulduğumuz bağlantıda kilo veriyoruz!!!
Bugüne kadar !Zayıflamak istiyorum' diyenler, derhal 'zayıflamak'
kelimesini sözlüğünüzden çıkartın. Kilo sizi daha da
güçlendirsin diye var, dolayısıyla zayıflamak kelimesini beyin
katiyen kabul etmiyor. Zayıflamak istiyorum veya zayıfım diye siz
telkin veya afirmasyonlar söylerken, o size inat, daha da fazla yağ
topluyor....”
Pınar her zamanki gibi yeni bir ışık
açtı önümde.. Yazıma başladığımda yukarıda anlatmaya
çalıştığımı doğru kelimelerle ne güzel anlatmış. Her
zamanki gibi çok etkilendim. Ama sanırım bu sefer anladım. Zaten
hissetmiştim ben, hastalık sonrası çok zayıfladım diye her
düşündüğümde hissettiğim bilinç dışı kendime acıma
duygusu taa yukarılara kadar geliyor, bana kendini farkettiriyordu.
Bu yeni bilgilerin ışığında, bu
konuya daha farklı bakıyorum şimdi. “İstediğim kilodayım”
ve “bir bütün olarak çok güzelim”. Henüz nekahat dönemim
tam bitmedi, vitamin vs alıyorum, yavaştan spora başlıyorum.
Sağlıklı otlarla etlerle beslenip haftada bir iki kez pasta börek
çörek yiyerek dengede durmaya çalışıyorum.
Kendime sevgiler sunuyorum.
Not: Canım Pınar Gogulan'a bu adresten
ulaşabilirsiniz, sizin de ışığınız olur, size de bir yol bulur
:)
12 Nisan 2016
Etkili Ana Baba Eğitimi
Dr Thomas Gordon'un kitaplarını
birçok defalar okumama rağmen tam anlayamamıştım ve hayatıma
geçirememiştim. Bir yandan da altı haftalık bir eğitimin birkaç
saatlik kitapla nasıl anlaşılabileceğini anlamamıştım.
Bu eğitimi nerden ve nasıl alırım
derken sevdiğim bir arkadaşım eğitici eğitimini aldı ve kurs
vermeye başladı. Bu iş yoğunluğumun içinde bu kursa
gidebilmemin en büyük nedeni çalıştığım hastanenin konferans
salonunda gerçekleşmesi idi.
Sevinerek başladım. Yoğun bir
eğitimdi (ve ben kitaptan neden Bir şey anlamadığımı anlamış
oldum :))
Bu eğitimden beklentim, evde sürekli
devam eden çatışmaları azaltabilmekti. Çocuklarla bizim aramızda
veya onların kendi arasında bitmek bilmeyen kavga gürültüden
bıkmıştım.
Benim bu sistemden ilk ve en önemli
kazancım, sorunu tanımlamak oldu. Bir sorun varsa, sorun çocukta
mı, anne babada mı, her ikisinde birden mi yoksa gerçekte bir
sorun yok mu, bunu çözmeyi öğrendik. Etkili Ana Baba Eğitimi
(kısaca EAE, Orijinal adıyla PET – Parent Effectiveness
Treatment) öncelikle sorunu tanımlıyor ve her soruna göre ayrı
ayrı çözüm yöntemleri öğretiyor.
Kısaca bahsedecek olursam, sorun çocuktaysa etkin dinleme
yapıyoruz. Etkin dinleme aslında çocuğun duygusuna ayna tutarak
yansıtmak, böylece onun duygusunu anladığımızı ifade etmek.
Sorun her iki kişideyse yani hem çocukta hem ebeveynde ise, aile
toplantısı diye özetleyebileceğim sorun çözme basamakları var.
Sorun yoksa sevgi depomuzu doldurup sorun olabilecek dönemler için
hazırlık yapıyoruz. Sorun bizdeyse ise, birçok şeyle birlikte
bir de değişebiliriz :) Burada kendimizi ifade ediyoruz, ama “ben
mesajları” kullanarak. Ben mesajı, kendi duygumuzu onlara
iletirken, bu duyguya neden olan olayı, bu olayın bizdeki somut
etkisini ve yarattığı duyguyu açıkça belirtmekten oluşuyor.
Örneğin, “ayakkabılarını hergün ortada bıraktığında
onları ben toplamak zorunda kalıyorum ve bu da beni çok yoruyor”
gibi...
Daha acemiyiz. Henüz etkin dinlemeye
“alışmaya” çalışıyorum. Bu aslında hayatın her alanına
yayılabilecek bir yöntem, ben örneğin, hastalarımla
ilişkilerimde de onları daha iyi dinlemenin daha verimli iletişim
kurmama yardım edebileceğini düşünüyorum. Çocuklarıma karşı
daha sakin olabildiğimi görüp hem şaşırıyor hem de
seviniyorum. Eşimle iletişimim bile bir tık da olsa sakinleşti.
Toplantı yöntemini kitaptan
hatırladığım kadarıyla uygulardık zaten, ama eksiklerimi
tamamladım. Şimdi ilk sorunu bekliyorum :)) Hemen uygulamaya
koyacağım.
Sorun yok alanı ise hayatımızın
balayı diyebilirim. Oyunlar oynuyoruz, çiçek ekiyoruz, beraber
sinema gecesi yapıyoruz ama bu esnada bol bol onları dinliyorum ve
onları sevdiğimi söylüyorum.
Etkili ana baba eğitiminin hayatıma
olumlu katkılarını izlemeye devam edeceğim. Size de olanağınız
varsa bu eğitimi almanızı şiddetle öneririm
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)