Buyrun, ben

Buyrun, ben

30 Eylül 2012

Zil, şal ve gül.

Bir zili vardı, sesi çıkmadığından, bizi çağırmak istediğinde çalardı, çıngır mıngır koşardık. İyi ki almıştım o zili.
Bir büfem vardı salonda, çok seve beğene almıştım, baş köşelere koymuştum, zil de onun içinde başköşede dururdu. Artık ihtiyacımız kalmamıştı ne de olsa.
Artık sesi vardı, nefesi de vardı.
Artık büfem yoktu, evime sığmamıştı, bir depoda çürüyordu.
Ama onun nefesi, sesi bizi hayata bağlıyordu. İyi ki vardı.
Ve artık bambaşka birisiydi, artık bizim yaşama sevincimizdi.
Arada aklımıza geliveren zor günler geçivermişti, bak. Hepsi bitmişti şükür.
Hele o deliryum, yoğunbakım sendromu, bir muzlu puding yedirmeye çalışıyorum diye benden nefret edişi, saklanışı. Gözlerini kocaman açışı, bizi korkutuşu. Hepsi gelip geçiciymiş. Bak, gelip geçti.

17 Eylül 2012

Okulumuzun ilk günü ve çocuk hızında yaşamak.

Öyle miydi, böyle miydi, hazır mıydı, değil miydi derken mintacık bebeğim okula başladı. Daha kucağıma sığıyor o benim, ne işi var onun yüzlerce dev (!) çocukla dolu kocaman okulda?
Durum tastamam bu. Çocuğum okula hazır bence ama ben onun okullu olmasına hazır değilim. Hem sabah törene katılmasına gidip bakmayacak ya da okulun ilk günü onu okula kendim bırakmayacak, servise bindirecek kadar umursamazım, bir yandan da okul eteğinin bedeni gelmişse gidip alayım diye okula gidince, sırtının sırılsıklam terli olduğunu görüp bu çocuk daha bebek, kim değiştirecek bunun ıslak tişörtünü diye homurdanıp olay çıkaracak kadar arızayım.
Ben bence daha veli olmaya hazır değilim. Oğlak yanım kabarıyor, oldu bittiye geldi ya, plansız programsız oldu ya, aniden hazırlıksız yakalandık ya, alışmaya çalışırken geçen sürecin tadını çıkaramıyorum. Her an aksayan şeylerden biri beni sorumlu tutacakmış, belki suçlayacakmış gibi gardımı alıyorum. "Amaan nolacak terlediyse, sanki ben 5,5 yaşında ilkokul birdeyken annem mi gelip sırtımı değiştiriyordu, ne oldu yani, üstelik ben devlet okulundaydım ve siyah önlük giyerdim" deyiveremiyorum. Yeterince yedek tişört, etek, ayakkabı aldım mı acaba diye dönenirken, kendimin o yaştayken sadece 1 önlüğümün ve okul ayakkabımın olduğunu unutmuş gibiyim.
Kızım okula hazır bence, değilse de hızla hazırlanıyor.
Yol bile katettik, haftasonu yeni yaşam biçimimize alışmaya çalıştık kızımla. Adı, çocuk hızında yaşamak. Aslında yeterli vakit verildiğinde birçok şeyi yapabildiğini, tuvalete gidip temizlenebildiğini, yemek yiyebildiğini, yatağını toplayabildiğini, yani hayatını idame ettirebildiğini farkettiğimde buna karar verdim. Kızıma da bildirdim: Artık çocuk hızında yaşayacaktık.
İlk başta anlayabildiğini ya da algılayabildiğini sanmadım. Aslında zaten, bu benim eğitim sürecimdi (Etkili Ana Baba Eğitimi kitabından öğrendiklerimden birisi, ayrı bir yazının konusu). Çocuklarımızdan birçok şeyi yetişkin hızında beklediğimizde yapamıyorlar, hadi hadi hadi diyerek onları geriyoruz ve arızaya bağlıyorlar. Bu sefer de onların yavaşlığı bizim kabul edilebilir davranış çerçevemizin dışında kaldığından biz tolere edemiyoruz.
Kızım meğer pek güzel anlamış. Haftasonu ona ne zaman "hadi kızım, acele et kızım" desem, "anne hani benim hızımda yaşayacaktık?" diye beni uyardı. Her seferinde ona beni uyardığı için teşekkür edip, buna alışmamın biraz vakit alacağını söyledim, beni uyarmaya bıkmadan usanmadan devam etmesini rica ettim. Çocuk hızı... Çocuklu hayatın bu sırrını beş buçuk sene boyunca nasıl olup da keşfedememiş olduğuma şaşırıyorum şimdi.
Onlar büyümüyorlar sadece, biz de büyüyüp öğreniyoruz. Gelişiyoruz. Olgunlaşıyoruz - evet 35 yaşından sonra bile.
Herşey çok güzel olacak, biliyorum. Kötü gitmesi için hiç neden yok.
Bugünkü yazımı hayatımda tüm zamanlarda en çok sevdiğim, daha doğrusu en akıllıca yazıldığını ve hep bir insan evladının nasıl olup da bu kadar güzel uyumlu şarkı sözü yazabildiğini düşündüğüm bir şarkının sözleriyle tamamlıyorum:

Daha dün annemizin kollarında yaşarken
Çiçekli bahçemizin yollarında koşarken
Şimdi okullu olduk
Sınıfları doldurduk
Sevinçliyiz hepimiz
Yaşasın okulumuz.

15 Eylül 2012

Bana iyi gelen şeyler.

Biliyor musun Ironman'in annesi, bana iyi geliyorsun. Cumartesi sabahının körü olmasaydı, seni arayıp bunu sana söylerdim. Böyle dandun diye bir giriş oldu ama kafam pek karışık, toparlamaya çalışayım.
Aşağı yukarı seninle son buluştuğumuz günden (bkz. 5 Temmuz muydu?) bu yana, takılmış bir bozuk plak gibi aynı şeyler oluyor. Aslında büyük resim değişiyor habire, yeni ev yeni iş yeni şehir, yeni bir yaşam tarzı. Ama ben sürekli küçük resme bakıp ben yapamıyorum, ben zorlanıyorum diyorum. Böylelikle de işler düzelip yoluna gireceğine sarpa sarıyor. Herşey daha beter oluyor.
Herkese olumlu düşünmenin gücünü anlatan ben, düşünce bulamaçlarımda boğuluyorum.
Ne ara dayanma gücümü yitirdim ben? Biri beni silkeleyip herşeyin yoluna gireceğini neden hatırlatmıyor? (Şebnem, aslında sen sanki bunu yapacak gibiydin :) ama pek görüşemedik, ihmal ettin beni.. Bi de benim zaten bunu bildiğimi, neden uygulamadığımı söyleyince ters tepti belki, bana sadece basitçe gaz versen olurdu sanki... )
Hep herkese herşeyin düzeleceğini ben söylermişim meğer, kimse bunu benim için yapmayınca, kocam da kendi stresinden benimkini farkedemeyince, evet, ben çakıldım kaldım.
PMS'imin de nihayet dün sona ermesiyle bu kadar rahat konuşabiliyorum. Dün herşeyin sonu gibiydi, ruh halim neydi öyle... Senin, Ironman ve Tuna'nın herzamanki gibi şahane bir resmini gördüğümden beri düşünüp duruyorum, ben ne zamandır bebeklerime ve sevgilime sarılıp şöyle gülen bir resim veremiyorum? Ne oldu bana?
Diye diye bugünü buldum.
Evet, sen bana iyi geliyorsun. Keşke daha yakınımda olsan, daha çok konuşsak, hergün konuşsak.. Hep görüşsek.. Yazdıklarımızı okusak. Birlikte hayal kursak, birlikte gezsek. Seninle görüştükten sonra daha olumlu düşünüyorum. Bazen saçma bir anda seni arayasım geliyor. Sanki birlikte yıllar geçirmişiz de şimdi uzaklaşmışız gibi oluyor.
Bu da böyle bir yazı oldu.. Daha çok mektup oldu :) Eh hadi öptüm bari.

12 Eylül 2012

Ben Tuna'nın gittiği eski okuluma gitmek istiyorum anne.

Ben kızımı ilkokula mı anaokuluna mı göndermem gerektiğini tam anlamamışken, kızım kendi kararını verdi bu sabah.
"Ben Tuna'nın gittiği anaokuluna gitmek istiyorum anne".
Bense gitsem mi kalsam mı bilemeden, evden dışarı attım kendimi. Neyse ki annem var evde.
Ya bir başkası olsaydı onun yerinde de, çılgınlar gibi ağlayan kızımı sakinleştirmesi gerekseydi? Nasıl bırakıp da işe gelecektim, ne yapacaktım?
Gene geldik aynı noktaya, ne doğru, ne yanlış?
Kış günü karın ortasında paltosuz kalmak gibi bişeymiş bu bakıcısız, yadrımcısız kalmak. Yarı yolda yaya kalmak gibi. Annemi esir aldım, evine gönderemiyorum. Çaresizlik ilk defa fikir olarak içime geldi, oturdu. Ne yapacağım ben demeye başladım.
Önce karar vermeliyim, yatılı mı gündüzlü mü, bakıcı mı yardımcı mı, temizlikçi mi? İki miniğim okuldan gelince ne yapacaklar? Kim karşılayacak onları? Ne yapacağım?
Nihayet ağladım rahatladım biraz. Artık daha iyi düşünebilirim.

10 Eylül 2012

Şimdi okullu olduk

O veya bu sebepten, öyle veya böyle, bu veya şu şekilde,
şimdi okulluu olduuuuk
sınıflarııı doldurduuuuuk
sevinçliyiz hepimiiiizzzz
yaşasın okulumuuuuuzzzz

8 Eylül 2012

Bakıcısız olmanın dayanılmaz hafifliği

Yıllardır ilk defa bakıcımız yok.
Oh be söyledim gene bi daha hafifledim.
Bakıcı diye gelen kişiler -nedense- bir süre sonra asli görevlerinin çocuklarımla ilgilenmek olduğunu unutup, ev işlerine ya da istirahate kendilerini vermekteydi. Bunu farketmem üç sene aldı aşağı yukarı. Belki de ben ev işlerine hiç katılmadığımdan.. yemek yapmadığımdan, bulaşık yıkamadığımdan, ütüden nefret ettiğimden.
En son bir yıldır bizimle yaşayan sevdiğimiz ablamız, şimdi buraya yazamayacağım nedenlerden gitmenin yolunu çizmeye başlayınca, dedim ki, "hemen git".
Bir ilham geldi bana ve dedim bunu. Kocam daha gelmemiş, ben buralarda tek başıma ne yaparım, çocuklarla ev işleriyle falan nasıl başederim falan demeyi bir anda bırakıp, yüzüne bakıp, "git" dedim.
Bir tek annem olsun bana bişey olmaz (bu kadar cesur bir karar vermemin arkasında annemin bir ay bizde kalmayı vaadetmesi ve halinden pek de şikayetçi görünmemesi olduğunu itiraf edecek değilim).
Anne.
Şimdi ev işlerine yardım eder mi, çocuklarımı servisten karşılayıp ben gelene kadar bir saat idare eder mi (bakınız bakar mı demiyorum, artık bakıcı tutmayacağım çünkü) diye görüşmeyi planladığım birisi var. O da olmazsa başkasını bulurum. Ev işlerine kadın mı yok? Vasıflı olması gerekmez ki, bakıcı değil.
Oh be ne rahat, ne hafif.
Çocuklarıma kendim bakacağım artık. Oh. Ne hafif.
Evimin işini de yaparım gerekirse.
Oh.
Kimsenin kahrını çekemeyeceğim.
Zaten şu an yanımda kıvrılıp duran ve "Anne, dinle şimdi, van tu tyi foy fayf" diyen serseriye siz de olsanız bayıla bayıla bakardınız.
Oh, ne hafif bir yazı oldu.

4+4+4 ve yeni okulumuzdan şahane sürpriz

Bu yasaya yakalandık evet, hem de sadece 4 günle. Yasa çıkmadan evvel Antep'te güzel bir okula kaydımızı yaptırmış, içimiz rahat bir şekilde okul konusunu halletmiştik.
Derken Bodrum işi çıktı. TED koleji açılacaktı bu sene, acaba benim kızıma da yer olur muydu? Malesef TED Bodrum'da anaokulunda yahut ilkokul birde bir kişilik bile yer yoktu, kayıtlar aylar önceden bitmişti, yapılacak birşey de yoktu. Ben acaba işi kabul etmesem mi, ne yapsak diye düşünürken, yeni yasa çıktı. TED bir ilave birinci sınıf açtı, biz de koşarak gelip kayıt yaptırdık. Yasadan ilk bahsedilmeye başladığında okulumuzun yönlendirmesiyle, sorun yoktu, ilkokul bir olsak da asayiş berkemaldi, herşey yoluna girecekti. Minikler için ilave sınıf açılmıştı, onların yaşının henüz ilkokul için ufak olduğunun farkındalardı, anaokulu okumadan geldiklerinin, henüz kişisel temizlik de dahil bisürü şeyi yapamayacaklarının bilincinde idiler. Bizi sonsuz rahatlattılar. Herşey çok güzel olacaktı.
Sonra rapor alıp yeniden anaokuluna dönme seçeneği ortaya çıktı. Ben bu seçeneği hiç düşünmedim, Damla 4 yıldır yuvaya gittiğinden bir yıl anaokulu + seneye bir yıl yumuşatılmış ilkokul bir okuyup iyice sıkılsın istemedim. Zaten neden isteyeyim ki, içim rahattı. Çocuğum yaşıtlarıyla, güvenli bir ortamda, oynayarak, eğlenerek, severek okuyacaktı. Eh, Denver gelişim bilmemnesi testine göre de epeyi iyi durumdaydı, zaten güvenli ellerdeydi. Sorun yoktu.
Ben böylece bu konuyu sorun haline getirmedim, hatta aylardın üzerinde düşünmedim bile anaokulu mu - ilkokul mu - hangi okul. Kısacası şu taşınma döneminde verilmesi gereken kararlar karmaşasına bir de 4+4+4 meselesini sokmadım hiç.
Ama arada TED'e gittiğimde, ya da bir toplantı falan olduğunda, minikler için ayrı sınıf açtınız değil mi, diye hep sordum. En büyük kaygım çünkü çocuğumun kendinden 1 - 1,5 yaş büyüklerle aynı sınıfta olup travma yaşamasıydı. Hep "tabii ki ayrı olacaklar, biz onlar için açtık bu sınıfı" cevabını alıp rahatladım. Bu yüzden özel okula vermemiş miydim kızımı ben?
Sonra dün, okulun açılmasından tam bir gün önce, sınıf listelerinin ve öğretmenlerin belirleneceği toplantıya gittim.
Ve sürpriz... Karma sınıflar. Sınıfın en küçüğü Damla. Ama hakkaten en küçüğü. Aman Allah'ım. Şok. Ne yapacağım ben? Hiç vakit vermediler düşünüp taşınayım, sorgulayayım.
Ne kendimi ne de kızımı hazırladım ben buna. B planım da yok. Başka okul? (Hemen gittim, diğer okulda minik grup 5 kişi sadece, onlara anaokulundan hallice bir müfredat hazırlamışlar, normal birlere ise eski müfredat. Eh bu çocuklar iki ya da üçüncü sınıfta karışacak, dördüncü sınıfta aynı sınava girecekler. Ne olacak o zaman?) Devlet okuluna mı versem?
Öyle mi, böyle mi, yaşadığım anksiyetenin dozu bünyeme fazla geldi akut dönemde. Onu ara, bunu ara, danış. Pedagoğu ara. Herkes karma sınıf olmaz derken, TED'in pedagoğu ve müdürü hatta Damla'nın öğretmeni, olur olur bal gibi olur kıvamındaydı. Bizimle bir görüşme yaptılar, Damla'ya tekrardan bilmemne testleri uyguladılar..
Sonra şöyle dediler:
"Bu çocuk için mi kaygılandınız, neyi tartışıyoruz anlamadık, ezilmesinden korktuğunuz çocuk bu mu, endişeye gerek yok, ilkokula hazır Damla, merak etmeyin.."
Dediler. Bense, inandım. Çünkü şu aşamada, yeni bir kararın stresini tek başıma kaldıramayacağım. Yeni bir okul? Anaokulu? Baştan?
Yok. Ben veremeyeceğim bu kararı. TED'e giden Damla ile beraber 12 minik için ONLARIN verdiği karara katılacağım, seyredip göreceğim. Hergün bu fikrin sahibi olan siyasilere çok da hayırlı olmayan şeyler söyleyerek içimden. Avrupa'dakini taklit etmeyi bile başaramayıp kıçlarından uydurdukları sistemi dayattıkları için. Okula başlama yaşını geriye çekip doğudaki çocukları ilkokul adı altında anaokuluna göndermeyi sağlamak üzerine kurulu yanlış sistemin kurbanı, benim zaten 4 yıldır okula giden çocuğum olmalı mıydı? Ben nasıl güveneyim artık size? Allah bildiği gibi yapsın sizi.
Bize gelince, Allah'ım lütfen doğru yolu göster bize. Kendi de 5,5 yaşında okula başlamış, hem de devletin en vasat okullarından birine gidip, kendinden büyüklerle okumuş, eh fena da olmamış bir anne olarak doğruyu yanlışı bu kadar ayırt edebiliyorum, umarım ve dilerim yanılmıyoruzdur.
Hakkımızda en iyisini, en hayırlısını ver Allah'ım. Mini mini kızımın bu acımasız çocukların kırıcı dünyasında, büyüklerin altında ezip de okuldan soğumasına izin verme.

1 Eylül 2012

Tababet Sanatı

Son günlerde kafamın içinde bu kelimeler dönüp duruyor... Tababet sanatı... Hekimlik sanatı...
Sanat bunun neresinde diye sorulabilir, doğrudur. Ben de yıllardır hasta bakmaya / üzerime düşen işleri yetiştirmeye / fazla mesai saatlerinin yarattığı zihinsel ve bedensel yorgunluğu atmaya.... çalışıp, aşırı yük bağlanmış eşek gibi sağa sola savrularak yürürken unutmuşum tababetin bir sanat olduğunu.
Hastama gülümseyerek hoşgeldin demeyeli o kadar çok olmuş ki, elimi uzatıp hastama dokunmayalı / elini sıkmayalı o kadar çok olmuş ki...
Peki bunda hastaların ne suçu var? Günde 120 hasta bakmakla yükümlü hekimin ne suçu var? Şimdi günde en fazla 20 hasta bakmam mümkünken bu hastaların onlardan ne farkı var?
Uzun zamandır takip ettiğim bir meslektaşımı okudukça hep birgün benim de hastalarımla sohbet etmeye fırsatım olacak mı diye sorardım kendi kendime.. Onlara nasıl olduklarını bile soramadan "ne şikayetin var" lafını şırrak diye ortaya atarken kapıdan girdikleri an...
Birgün sadece nasıl olduklarını sorup bu konuda konuşabilecek fırsatım olacak mı hastalarımla merak ederdim..
Şimdi gülümseyerek /gülümsemeye çalışarak / en azından suratımı asmayarak hoşgeldiniz diyorum onlara kapıdan girerlerken. Elimi uzatıyorum. Nasılsınız, ben Dr. Hayal diyorum.
Aa ne güzel sizin de mi iki çocuğunuz var benim gibi diyorum.. Bodrum'lu musunuz benim gibi diyorum, aa tatile mi geldiniz diyorum, güzel mi Paris'te yaşamak diyorum, benim de eşim bankacı, çok zor bir işiniz var diyorum, haklısınız bu ağrılarla yaşamak zor olmalı, endişelenmeyin beraberce çözeriz diyorum.
Sadece hastalıktan ibaret olmadıklarının farkında olduğumu anlamalarını istiyorum.
Benim tıbbi bilgimi sorgulayacak kadar tıbbi bilgileri olmadığını, ama insanlığımı, güleryüzümü, anlayışımı sorgulayacak kadar insan olduklarının farkındayım.
Sonra da, oturup, basit bir idrar yolu enfeksiyonunu tedavi ettim diye hastane idaresine yazdıkları teşekkür mektubu ile gelen üst yazıyı okuyup seviniyorum: "Sayın doktor, hasta memnuniyetine yaptığınız katkılardan dolayı teşekkür ederiz."
Aslında hastalarımızı memnun etmek çok zor değil - de - biraz güleryüz gösterebilecek kadar geniş "an"lar elde etmek zor bazen. Günde 120 hastaya bakarken mesela.