Buyrun, ben

Buyrun, ben

30 Ocak 2010

Hep mutlu ol

Hep mutlu ol bebeğim, güzel kardeşim..

Hep mutlu ol yarım benim..

Hep gülsün yüzün, hep sahip ol hakettiğin şeylere..

Yeni yaşın, yeni yaşamın, yeni aşkın, yeni (soy)adın, yeni evin, yeniliklerinin hepsi daim olsun.. Mutluluğuna hiiiçbişeylerin gölgesi düşmesin.

Hep yanındayım, hep yanımda ol..

İki çocuk oyunu eleştirisi



Heidi'ye iki hafta önce gittik.. Masal Gerçek Tiyatrosu, karşıda Etiler'de Akatlar Kültür Merkezi'nde oynuyor. 15 TL, iki bilet aldık bana ve Damla'ya. Otoparkı var, 7 TL. Gerçi oralar çok müsait araba koymak için.
Damla hanım oyunu çok beğendi, bense eh işte (hele Pinokyo'yu gördükten sonra, daha da eh).. Kostümler fena değil, masaldaki gibi aynı. Ama konuyu biraz değiştirmişler, Heidi ve Klara kuzen olmuş. Kısa bir oyunda ayrıntıya girmek istememelerini anlıyorum ama biz Heidi'nin her satırını ezbere bildiğimiz için konudaki bu önemli saptırma biraz rahatsız etti. Heidi'nin kimsesi yok gerçekte ama Klara'nın büyükannesi aslında ikisinin de büyükannesiymiş. Çok özledim gel diye mektup yazıp Heidi'yi şehre çağırıyor. E o zaman niye yanına almıyorsun minik kızı dedeye yolluyorsun, hem bu dede senin kocan mı neyin boşandın mı? Damla bu ayrıntıyı farketmiş gibi görünmedi pek, keyfi yerindeydi izledi..
Ben gene de Heidi ve Peter dışında kasta da taktım. Büyükanne çok gençti sesi tizdi, bağırıyordu kulağımı tırmaladı. Yaşlı konuşmaya çalışmış komik olmuş. Klara oldukça kilolu ve iri göğüslüydü, masumiyeti simgeleyen altın rengi bukleli zarif Klara'yı çok aradı gözlerim.
Sonuç: Damla çok beğendi (önemli olan bu), tekrar gidelim diyor her gün. Ben pek beğenmedim (bu önemli değil son tahlilde)... Damla Heidi'de sahneden inmemek ve fuayede stand açılmış olam kitaplardan almak bahanesi ile ağladı da ağladı.. Ben de şiştim de şiştim.. Tabii oyun 3'te ve heyecandan uyuyamadığı için, uykusuzluk da cabası oldu. Bu ağlama da bana artısı oldu.
Pinokyo'ya geçen hafta kar yağarken gittik.. Kardan yollar kapanmadan tam yarım saat önce de eve döndük. Bendeki iyi cesaretti, geçen haftasonu kimse evden dışarı adım atmadı ama ben kızıma söz verdiğim gibi onu Pinokyo'ya götürdüm :)


Bu oyun da tam uyku saatimizdeydi (12.00), Damla güne ağlamayla başladı... Evden çıkmadan önce yarım saat ağladı (bahaneye gerek yok, ne diye ağladığını bile hatırlamıyorum).. Pazarlık ettik, ağlamaya ara verip günün tadını çıkarmaya karar verdi, sonrası iyiydi.. Taa ki Pinokyo hapse atılana dek!
Eti Çocuk Tiyatrosu, ücretsiz gösterim.. Önceden gidip bileti ordan almak gerekli. Oyun Doğuş Ünv. binasında oynanıyor Acıbadem'de (Salı Pazarı'nın yeni yerinin orda).. Araba park etmek için çok müsait..

Oyun çok iyiydi.. Kostümler mükemmel ve çok gerçekçi, oyuncular ve müzikler şahane.. Eti belli ki parayı dökmüş, etkileyici bir gösteri çıkmış ortaya. Konuya birebir sadık kalınmış, sahneler bile kitabımızdaki resimlerle aynı idi.. Pinokyo'nun kukla kostümü gerçek kukla gibi..

Ama.. Damla korktu, Pinokyo hapsedilince ve burnu uzayınca (ama gerçek gibi uzuyodu hakkaten) başladı ağlamaya.. Bir buçuk yaşından beri tiyatroya gider aslında.. Bunu çizgi film gibi izlemesini, gerçek olmadığını söyledim, biraz ikna oldu.. Oyunun sonunda oyuncularla tanışıp fotoğraf çektik, Pinokyo'nun burnunu bir yokladı, kısa olduğunu görünce rahatladı. Ama gene de bu hafta tekrar götürmek istediğimde istemedi.. (önemli yorum) Oysa ben çook beğenmiştim ve tekrar izlemek istemiştim (önemsiz yorum)..

Özetle oyun belki daha büyük çocuklar için daha uygun, hatta belki büyükler için..

İki çocuklu bir annenin bir günü

Uzun süredir bloğuma kişisel şeyler yazmadığımı farkettim.. Kendimle ilgili bişeyler anlatasım var oysa. Anlaşılmaya, dinlenmeye, sevilmeye ihtiyacım var. Kendimi ifade edemiyorum, edecek bir alan bulmaya ihtiyacım var.
Vakitsizlikten ne arkadaş edinebiliyorum ne de bulduğum arkadaşlarımı arayıp sorabiliyorum. Ne arkadaşlarımın yazdıklarını (bloglarını) okuyabiliyorum ne de bana yazılanları doğru düzgün yanıtlayabiliyorum :(
Olsun.. Ne yapalım..
Gene de beni okuyanlar varmış anladım, ne güzel, ben de yazayım o zaman.

İki çocuklu bir anne ne yapar, bakalım bugün neler yapmışım..
Sabah kahvaltıya anneme davetliydik.. Teyzemizle eniştemiz de gelecekti, onun heyecanıyla hazırlandık sabah.. Önce haftasonu klasiği, yatak keyfi.. Uyanan minikler annenin kucağında anne-babanın yatağına uçar, orada sütler içilir, anne baba tarafından minik ayaklar yenir, ısırılır, biraz sohbet edilir..
Sonra minikler kahvaltı ettiler.. Damla hanımla günün pazarlığını yaptık baştan, bugün gün boyunca ağlamak yok! Benim için günün en önemli anıydı, nitekim benimle olduğu sürece hakkaten hiç ağlamadı (babasıyla banyoya gidince bi posta ağladı sadece)
Sonra anneannelere gidip kahvaltı ettik cümbür cemaat.. Oradan, saat 11 gibi anne kız günü yapıp çocuk kitapları (pardon kipatları) fuarına gittik, anneanneyi de ayartıp götürdük (e o da benim annem :) ).. Damla çıldırdı kitapları görünce, ama onun da önlemini almıştık, sadece üç kitap alma hakkı vardı.. Tepe Nautilus'ta, kitapçıların standlarından oluşan bir ortam.. Ama aktiviteler çok başarılıydı ve kendimizi kaptırıp saatlerce eğlendik. Pandomim sanatçıları vardı.. Önce tiyatro yaptılar, kostüm giyip Kırmızı Başlıklı Kız ve Pamuk Prensen masallarını canlandırdılar. Sonra kukla yapma etkinliğine katıldı. Pandomimcilerden ip cambazlığı, top çevirme, halka atma.. gibi biçok şey yapıp, hepsinden birer maske kazandı.. Yemek yeme zamanı geldiğinde saatin üç olduğunu farkettim!! Kötü anne benii.. Daha da kötüsü, Burger King'den oyuncaklı menü alıp kızıma fast food yedirdim! Hamburger, patates, ice tea.. Uslu durduğu için bir hediyeyi hakettiğini söyledim ve çok güzel bir günü benimle paylaştığı için teşekkür ettim ona.. Kızım ödül olarak kipat istedi :)
Bir de markete uğrayıp ufak birkaç şey aldık.
Eve döndüğümüzde saat beş buçuktu. Biraz tv izledik, yemek yedirip banyo yaptırdık ve minikleri sırayla uyuttuk. Bu arada benim planlarım vardı (evi toplamak gibi) ama Damla'yı uyuturken uyuyakalmışım. Uyandığımda saat dokuz buçuk gibiydi.. Anca ayılıp kendime geldim (23.11).. Şimdi kahvemi içiyorum.. Sonra ortalığı toplayıp yatıcam.
İşte bir günüm böyle geçti.

27 Ocak 2010

Bebek kokusu

Bu yazıyı, yeni anne olmuş, anneliğin uykusuz gecelerini, yemek yemeyen bebelerini, ağlayan miniklerini yaşayan, bu arada da "benim nasıl iki bebekle hala ruh sağlığımı koruduğumu" merak eden arkadaşlarıma ithaf ediyorum..

Bir de tüm "yeni" annelere...

Evet, zor gerçekten de.. Annelik sabır sınırlarını zorlar.. Huyunu suyunu bilmediğiniz bir minik, uyutunca uyumayan, dilinizi konuşamayan, ne demek istediğinizi anlamadığınız, tek bildiği yabancı dil "ıngaca" olan bir turist bu ülkede..

Ama düşünsenize, onun işi daha zor... Siz anlamıyorsunuz tamam ama o da anlatamıyor ki! "Anne yeter artık meme değil uyku istiyorum" diyebilseydi, iki saat ağlamazdı, siz de memeyi ağzına dayamaktan vazgeçip uyuturdunuz...

Onu bir turist olarak düşünün. Yol bilmez, iz bilmez, dil hiç bilmez.. Bu ülkenin kurallarını öğretecek rehberisiniz onun.. İşe temel bilgilerle başlayın: Nasıl karnını doyuracak, nasıl uyuyacak, tuvaleti gelince ne yapacak, bunlar en basit olanları.. Bize ne kabus geliyor değil mi, saatlerce uyumayınca, ağlayınca.. Bir de onu düşünün, nasıl uyuyacağını bilmiyor ki, öğreteceksiniz.. Öğrenme süreci az biraz sancılı olacak, hep öyle değil midir? İntegral nasıldı, hemen bir seferde öğrenmiş miydiniz lisede (ben öğrenememiş ve reddetmiştim ve bu konudan 7 soru kaçırmıştım össde).. O da uyumayı bilmiyor ki...

Ama bu turist rehberinin işi çook zor, çünkü hayata dair NE VARSA SİZDEN ÖĞRENECEK.. Ne büyük ve zor bir görev. Onun rol modelisiniz, iyisi ve doğrususunuz. Örneği, öğretmeni, arkadaşı, sırdaşısınız. Annesisiniz. Sabırlı, bilgili, cesur ve doğrusunuz. NE zor öyle değil mi?

Bu yolda unutmamanız, altlara düştükçe kendinize hatırlatmanız gereken bişey var ki, NE OLURSA OLSUN SİZ EN İYİSİSİNİZ.. Kötü anne diye birşey olur mu hiç? O sizin bebeğiniz, öğreneceği herşey de en iyisi..

Aynı zamanda o da sizin öğretmeniniz, birlikte öğrenecek, birlikte büyüyeceksiniz.. O da size sabırlı olmayı, direnmeyi, ayakta kalabilme gücünü öğretecek.. İçinizdeki güçlü kadını ortaya çıkaracak.. Yıllaaaardır yaşayıp gittiğiniz şu hayatta, öğrendiğiniz, değer verdiğiniz, uğrunda gözyaşı döktüğünüz pek çok şeyin boş olduğunu, kafanızı taktığınız şeylerin anlamsızlığını öğretecek size. Bütün servetinizi, biriktirdiklerinizi bir bebek kokusuna değişebileceğinizi farkettiğinizde korkacaksınız.

İnsan başlarda zorluklardan ve alışması gereken yeni -çocuklu- hayattan başını kaldıramadığından farkedemiyor.. Hele hele, mesela tam kapıdan çıkmak üzereyken, ya da tiyatrodan eve dönecekken başlayan bir ağlama kriziyle mücadele ederken, ya da banyoya girmeyeceğim ya da çıkmayacağım diye ağlar tepinirken, ya da uyumayacağım diye direnip saat 10 buçuk olmuş ve bebeğiniz sizi uyutmuş kendisi cin gibi uyanıkken çok da diyemiyorsunuz, ah ne şahane ne kutsal bu annelik diye.. Sabrınızı kaybedip, yeter artık sussun, çığlığı kessin diye düşünür ya da bebeğinize şiddet uygulama noktasına gelirken çok zor oluyor kendine hatırlatmak... Gittikçe yavaş yavaş anlaşılıyor bunun ne menem bir güzellik olduğu. Gittikçe anlıyorsunuz, bunların da bir sebebi var, onun işi bizden daha zor, "büyümeyi" öğrenmeye çalışıyor, bir birey, birisi olmaya, kendi kimliğini, kişiliğini edinmeye uğraşıyor. Gittikçe arkadaş oluyorsunuz onunla, büyüdükçe o da çözülmesi gereken bir bilmece oluyor, sizin onun için olduğunuz gibi tıpkı.

Bu uzun bir yol. Zor. Evet kabul ediyorum. Benim için de güllük gülistanlık değil herşey. Ben de çok sıkışıyorum köşeye.. Ben de içinden çıkamayıp boğuluyorum ara ara. Benim de ağladığım oldu bu bebek niye uyumuyor diye (ama artık öğrendim ki, uyumuyorsa vardır bir bildiği, burnu tıkalıdır, ateşi çıkacaktır, altı ıslaktır, dişi ağrıyordur).. Ben de darlanıyorum ara ara, yalnızlık çekiyorum, "beni kimse anlamıyor" diye üzülüyorum, hiç arkadaşım yok diye hayıflanıyorum.

"Yapayalnız mı kaldım şu koca şehirde, beni anlayan kimse yok mu?" diye bağırmak istediğim çok oluyor.. Gerçekten çok oluyor.

Ama artık uzun sürmüyor. Belki de oğlağın ergenliği (kim demişti geçenlerde, çok hoşuma gitti) olan 35 yaşıma yaklaştığımdan.. Belki de büyüyorum bebeklerimle. Her an o kadar çok şükrediyorum ki, varlıklarıyla beni taçlandırıyorlar, yalnızlığımı unutturuyorlar..

Ben de bir rehberim artık. Yıllardır kendime çizdiğim yolu beğenmez, hep yakınırken, artık yakınmayı bırakıp onlara bir yol çizmek zorunda olduğumu farkettim. Ne zor bir vazife.. Ama hakkıyla altından kalkabilecek miyim endişesine girmiyorum hiç.. İçgüdülerimi izliyorum ve izleyeceğim.. Biliyorum ki bu benim yolum ve benim için en doğrusu bu. Biliyorum, olabileceğim en iyi anneyim, buyum çünkü.

Onlar da benim en yakın arkadaşım....

24 Ocak 2010

Bizim evde yaşayan minik ayaklar

Buyrun.
Burdan yeyin.

16 Ocak 2010

Doktor bune?

Yazıyı üç günde tamamlayamadım bari fotoğrafları yayınlayayım.
Buyrun.
Doktor lazım mıydı?

14 Ocak 2010

Askıda ekmek

Yahu ben ne ağlak ne sulu zırtlak oldum böyle... Askıda ekmek bile ağlatıyor beni bu acaba 35 yaşa 35 adım kaldı ağlaması mı hehe :)
Dün diyetisyenin muayehanesinin yanındaki fırında, daha önce farketmediğim bir tabela gördüm, "askıda ekmek".. Bu yazıyı okuyan herkesin bunu bildiğini sanıyorum ama kayda geçmesi için yazacağım. Olayın asıl çıkışı askıda kahve olup, yıllar önce ya Bütün Dünya'da ya da Tavuk Suyuna Çorba'da okumuştum.. Birileri bir pubda kahve içiyor (bu Avrupa'da kahveye çok düşkün olunan ülkelerden birinde) ve kendinden sonra gelen bir kişi için kahve parasını ödüyor.. Pub sahibi bu kahveyi askıya asıyor ve dükkanına gelen parası olmayan bir kişiye ikram ediyor.. Mantık şahane (ben bunu nasıl akıl edemedim dedirten bir fikir)..
Bunun daha da şahane uyarlamasını ülkemde birkaç yıl önce bir Ramazan ayında bir kampanya ile hayırseverler başlatmıştı. Askıda ekmek satılan bir fırın / bakkala gidiyorsunuz, bir ya da daha çok ekmek alıp askıya asıyorsunuz. Daha sonra, ekmeğe ihtiyacı olan, ekmek alacak parası olmayan birileri bu fırına gelip, utanmadan sıkılmadan, çekinmeden askıdan istedikleri kadar ekmek alıp gidiyorlar.... Fikir şahane.
Alanla veren karşılaşıp utanmıyor. Sağ elin verdiğiyle sol el böbürlenmiyor. Belki aç birinden gelen bir hayır duası (bütün kapıları açmaz mı?)
Altı üstü bir ekmek parası.. Otoparktaki valeye verdiğimiz bahşişin onda biri nerdeyse. Öyle değil mi?

Ben bu kampanyaya artık biryerlerde rastlayacağımı sanmazken, dün karşılaşınca çok duygulandım.
Hemen içeri girdim, askıda ekmek var mı dedim.. Kız bir tahta gösterdi (yazı tahtası).. Şimdiye kadar dağıtılan ekmekler (4bin civarı), gelen ve giden diye iki hane var.. Askıda ekmek aldığınızda size bir kalem veriyor, gidip tahtada gelen bölümüne sayıyı yazıyorsunuz.. Dükkana gelen bir ihtiyaç sahibi, tahtaya bakıp, askıda ekmek varsa kasadan alıp gidiyor.
Şahane... de niye ağladım görünce onu anlamadım :) (Aslında bi doluluk var, habire gözlerim sulanıyor ağlasam rahatlasam ama Allah kötüden ağlatmasın sevinçten ağlatsın öyle değil mi?)
Bu fırın Maltepe Minibüs yolunda eski Dünya yeni Bölge hastanesinin tam karşısı, Final dersanesi ve TEB bankanın da karşısı. Yakınında olanlar.. Yolu düşenler...Belki siz de gidip askıya ekmek alırsınız. Ama siz ağlamayın :)
Başka da bunun gibi yerler varsa söyleyin ki evi yakın olanlar da belki oraya uğrar.

12 Ocak 2010

Perihan Mağden'den tam da duymaya ihtiyacım olan şeyler....

PERİHAN MAĞDEN'den...
Tam da bunları duymaya çooook ihtiyacım olan bir zamanda arkadaşımdan mail olarak geldi..
İlk defa bir başkasının yazısını yayınlıyorum bloğumda. Ama burayı sizler gibi ben de okuyorum ve bunları duymaya şu ara çok ihtiyacım vardı.
Doğumgünümü kutlayan herkese kalpten teşekkürler...
Biraz kendimi toparlayıp (moralimi düzeltince) 35 yaş yazısı gelecek...
Şimdi buyrun, şunu bi okuyun...
Ne diyorsunuz? Ben de böyle düşünüyorum işte :))

Doktorlar!
Birkaç zamandır birkaç hastanede yaşıyorum. Hastanelerde 'hayat' öyle tuhaf ki. İnsan evine dönünce soluk alıp vermeye başlıyor. Hastaneler birer oksijen çadırı: Oralarda 'normal' soluk alıp vermek mümkün değil. Her şey, kullanılan her şey, atılmak için yapılmış. Geçici şeyler. Sürekli bir kampçılık durumu. Çay kaşıkları plastik, kupaların üstünde ilaç şirketlerinin isimleri var, her şeyin üstünde ilaç şirketlerinin isimleri var. Elinizi değdirdiğiniz her şey çirkin ve atılası. Her an, her şey atılabilir, geride bırakılabilir ve zaten öyle yapılıyor.... Herkes, her an 'kampçılık' yapıyor. Bu duygu, bu mutlak göçebelik ve her an işbaşında olma duygusu, bende dehşet yaratıyor. Bu hayatın içinde bir de doktorlar var. Asıl, doktorlar var. İster istemez onları düşünüyorsunuz. Eşyalarıyla, koridorlarıyla, duvarlarıyla bu mekânlara nasıl tahammül ettiklerini. Tabii, bu işin estetik kısmı. Doktorların bir de hastaları var. Her gün, her gece, birilerinin kolunu, bacağını, beynini, hayatını kurtarıyorlar. Ya da kurtaramıyorlar. Ama hep oradalar. O çirkin binalardalar ve böylesine ağır bir işleri var. Hayretle izliyorum: Kötü yemekler (zaten ne yiyip, ne yemediklerinin farkında olmayacak kadar çok çalışıyorlar) kötü eşyalar (neye dokunup nasıl bir kaptan içtiklerinin farkında olmayacak kadar çok çalışıyorlar) kötü renkler, mekânlar (bulundukları yerin nasıl döşendiğini fark edemeyecek kadar çok çalışıyorlar): Doktorlar habire ayaktalar, 'işlerinin' başındalar. Üstelik, inanmayacaksı nız ama DUYGULANIYORLAR. Üzülüyorlar, seviniyorlar; hastalar için yorulmadan savaşıyorlar. Yaşadığım bu korkunç günlerde, hakikaten iyi insanlarla: doktorlarla tanıştım, onları seyretmek durumunda kaldım. Bu esnada bu 'işi' niye seçtiklerini habire düşünmemek, elimde değil. İnsan, bu denli ağır bir işi, hayatla ölüm arasında ellerinde gidip gelen insanlarla olmayı, onlar hayatla ölüm arasında sallanırken hayatta kalmaları için günler ve geceler boyu çalışmayı, nasıl seçer, neden seçer? Onlar bu tercihi yapmasalar, bizler sapır sapır dökülürüz bir kere. Onlara bu tercihi yaptıran bilinçaltı ve üstü dürtüler, onların 'üstün' insanlar olduğu anlamına mı geliyor? Egoları bizimkilerden daha mı büyük? Süperegoları daha mı güçlü? En azından vakti bol, parası bol reklamcılar, borsacılar, bankacılar gibi oturup bunalıma girecek ve 'hayatın anlamı nedir' diye kıvranarak günler ve geceler geçirecek halleri yok. Buna ne vakitleri var, ne takatleri. Hayatın anlamı üzerine düşünüyorlarsa da, bu çok derinlerde ve hakiki bir yerlerde cereyan ediyor. Zira ellerinde insanların hayatları var ve onlar, bununla meşguller. İnsanların hayatını kurtarmakla. 'Yeni' doktorlar diyebileceğim 1955 yılından itibaren doğmuş olan doktorlar, hakikaten bambaşka. Anneannemin hastalığı esnasında muhatap olduğum dinozor doktorlara asla benzemiyorlar. 'Dünya ve evrenin hâkimi benim; yolumdan çekil küçük karınca' ruhuyla varolmuyorlar. Size her şeyi izah ediyorlar, fikrinizi alıyorlar; bağırıp çağırdıklarına ya da yorulduklarına şahit olmadım. Savsaklamıyorlar hiçbir şeyi. Hep iş başındalar ve hep yürekleriyle, beyinleriyle seferberlikteler. Bu episod esnasında tanıdığım bütün o olağanüstü doktorlara, ben nasıl teşekkür edeceğimi kestirebilmiş değilim. Nazik bir Çinli gibi habire teşekkür etmekteyim gerçi. Ama onların hayatlarını bizlere akıtmalarının karşılığı hangi teşekkürle mümkün, bunu kestiremiyorum. Aynen onları bu işi tercih etmeye itenin tam da ne olduğunu kestiremediğim gibi. Ama işte o inanılmaz çirkinlikte mekânlarda, bir sürü imkânsızlıkla kuşatılmış olarak, başları dik ve üstelik her an size gülümsemeye, cevap vermeye hazır, gecenin üçünde dördünde dahi koşuşturarak, bizler için paralanan birileri var. Bazen anlamadığımız, anlayamadığımız şeyler daha güzel ve özeldir. Onlar da öyleler

11 Ocak 2010

Bugün benim

Doğumgünüm
Hem sarhoşum hem tastayım (aman yasta demeyim diye böyle uydurdum :))
Doğumgünü yazısı gelecek, şu karamsarlığımı atayım da öyle..

6 Ocak 2010

Bugünlerde...

Birkaç gün böyleyim..
Sabah 4,5 - 5 gibi kalkış...
Evde yapılması gerekenler! (bundan bloğumda hiiç bahsetmedim, yeri gelirse yazarım, dr ceykıl ameliyat yaparken mr hayde da danışmanlık yapıyor)
8 gibi havalimanına varış...
8buçukta ameliyathaneye giriş...
Epeyce süre çıkamayış... Ahanda böyle görünüyorum bu esnada :)
Bu yazıyı da sırf bu fotoğrafı koymak için yazdım hehehe
Aslında iyi fikir, dur ihtisas bitmeden şöyle güzel güzel giyinip falan fotoğraf çektireyim ameliyathanede

1 Ocak 2010

Yeni yıla nasıl girdik?

Damla hanımın ateşini düşürmeye çalışarak...