Buyrun, ben

Buyrun, ben

30 Ocak 2016

Cep telefonu olmadan yaşamak mümkün mü?

Tam yarım gündür cep telefonum yok!! Değişik duygular içindeyim.
Neden yok onu anlatayım önce.. Bu sabah ilk defa çocuklarımı evde yalnız bırakarak işe geldim, kızım artık 9, oğlum da 7 yaşında. Yalnız kalmaya alışkın değiller, ama onlara güveniyorum. Diğer yandan, olası bir acil durumda kimseye ulaşamayacakları için - evde de telefon yok - kendi cep telefonumu onlara bıraktım. Binbir tembihle çıktım evden.
Peki yıllardır ilk kez telefonsuz geçirdiğim bu yarım günde neler hissettim?

Son birkaç yıldır telefonuma yapışık yaşıyorum. Nedeni en büyük oranda kadın doğum doktoru olmam ve hastalarımın acil bir durumda bana ulaşmalarının gerekmesi. Tabii ben kontrol manyağı olduğum için, aksi bir durumu yönetemeyeceğim için bu biraz da benim seçimim. Bugün zaten işe geldiğim için bana hastane üzerinden de ulaşabilecekleri için bu konuda rahattım. Gerçek acil durumu olan bir hasta hastaneyi arar veya olmadı acile gelir diye düşündüm.

Diğer yandan, gerçekten de telefonumun yokluğu elimde büyük bir boşluk oluşturdu. Yürürken (özellikle hastane için) veya otururken sürekli kontrol etmeye alışmışım, durduk yerde "bende bir eksiklik var" duygusuna kapıldım. Durmadan facebook güncelemelerine, whastapp grup mesajlarına bakıyor, o da olmadı internetten birşeyle yapıyor olduğumu farkettim.

Sanki facebook bensiz geçirdiği yarım günde üzülüp ağlayacakmış gibi oldum.

Akıllık telefonum olmadan ben akılsız mıyım şimdi yani? Yok değilim. Ben bu telefonsuzluk halini sevdim gibi sanki. Daha sık yapmalıyım bunu. Arada control freak'liği terkedip yaşamımı akışına bırakmalıyım.


27 Ocak 2016

İnsanca yaşam hakkımız.. Ya onların hakkı mı?

Bodrum'da, mülteci sorununun kalbinde yaşamamıza rağmen, gözlerimi kapatıp başımı kuma gömdüm.. Yapabileceğim birşey olmadığını düşündüğüm için kaçmayı daha kolay bulduğumdan... Kooskoca mülteci sorununu ben mi çözebileceğimden..
Bu arada kızkardeşlerim, annem birşeyler yapıyorlar ama inanın pek de ilgilen(e)miyordum, vakitsizlikten isteksizlikten nedense neden.
Bir pazar sabahı, buz gibi bir kış günü, tesadüfen aynı anda üç annenin güzel bebeğini dünyaya getirmesine aracı olmaya gittiğim acilde, 2 aylık bir bebeğin suda boğulduğunu ve neyse ki resüsitasyona yanıt verdiğini duydum şaşırarak.
İlk tepkim "kış günü suyu nerde bulmuşlar ki" oldu.. Hani burası Bodrum ya, havuza düşmeler falan gelir yazın sıkça.
Sonra acı çektirici bir dannnnkkkkk sesi geldi içimden... "SALAK! SALAK!"

Yunan Adaları'na kaçmaya çalışırken batan botlardan birinde boğulmuştu bebecik. Kimbilir hangi annenin sevgili bebesiydi 2 aylık! O da annesinin canı, gözü, ışığı değil miydi? Bizim doğurduklarımız ve doğurttuklarımız inci tanesiydi de onlar istiridye kabuğu muydu?
İşte ilk kez o gün içine çekildiğimi hissettim bu insanlık dramının, sessiz gözyaşlarımla hastanenin bir odasında hüngür hüngür ağlarken. Bu bebenin annesi nerde acaba derken, başka bir hastaneye götürüldüğünü, üzerinden çıkan bütün ıslak giysilerin çöpe atıldığını, annenin, babanın belki kardeşlerin bir kısmının boğulduğunu bir kısmının yaşadığını, bir hastane sedyesinde ıslak, çıplak, kimsesiz yattıklarını düşündükçe daha da kötü olarak...

Biz (ben ve eminim sen de okuyucu) uzaktan bakıp yetkililere devrederken sorumluğu, içinde benim ailemin de olduğu bazı güzel insanlar, ellerinden geleni yapmak üzere güçlerini birleştirdiler. 2015 yılı Ekim ayında Bodrum'da yaşayan Türk ve yabancı gönüllüler bir araya gelerek, Bodrum'daki mülteci krizine çare bulma amacıyla çalışmaya başladılar. Öncelikli olarak sığınmacıların en temel ihtiyacı olan gıda, temizlik, ve giyecek ihtiyaçları üzerine yoğunlaştılar. Gönüllü sayıları giderek artarken, birbirlerini tanıdıkça kaynaşarak potansiyel sorunlara hızlı çözümler üretebileceklerini gördüler ve daha somut çalışmalar yapabilmek ve başka projeler üretebilmek adına dernekleşmeye karar verdiler.

Yapıyorlar da. Ben mesela, bebecikle ilgili onları aradıktan dakikalar sonra bir gönüllü, bebek kıyafetleri, battaniyeleri, bezleri, mamalarıyla hastanede bitmişti bile.
İşte size Bodrum'da İnsanca Yaşam Derneği - Bodrum Humanity'yi takdimimdir.

http://bodrumdainsancayasam.org/


19 Ocak 2016

Pamukkale: Bir rüya gibi

Doğa da mucizelerle dolu, tıpkı doğum gibi...
Epeycedir burnumuzun dibinde olduğu halde gidemediğimiz Pamukkale'yi görme planımız vardı. Ama toparlanamıyorduk.
Bu hafta sonu doğumgünümü kutlama bahanesiyle gidelim dediydik ama küçükhanımın yelken antremanı nedeniyle bir başka doğumgününe ertelemişken... Cuma akşamı fırtına nedeniyle antremanların iptal olduğu haberi geldi. Hazır Damla sosyalden 100 almışken, hazır Tuna'nın İngilizce öğretmeni arayıp Tuna'nın pek iyi olmasından dolayı teşekkür etmişken, hazır ben 40 yaşına girmişken, hazır fırtına varken, kaplıcaya gitmekten daha iyi bir fikir olabilir miydi ki?
Hemen acilen bir otel bulduk (Bkz: Colessea mıydı ne, Touristica'dan arkadaşım gidin dedi gittik, pek beğendik).. Heme acilen hastaları emanet ettik çantaları hazırladık..
Cumartesi öğlen acilen yola çıktık.
Benim cüceler o gece heyecandan uyuyamadılar. Kaplıca diyecekler hatırlayamıyorlar da, sıcak havuza mı gidiyoruz şimdi, saunaya mı falan diyerek sabah altıda kalktılar. Pamukkale'ye de gideceğimizi söylemedik, olacaklardan korkup :)

Yolda söyledik yolu zor tamamladık :)

Arada günübirlik kaçamaklar ne kadar da iyi geliyor.
İlk gün gider gitmez akşam üstü hemen termal havuza attık kendimizi. Haftanın (haftaların) yorgunluğunu doğal sıcak sulara bıraktık... Açık havada buz gibi gökyüzünün altında sıcak suda yüzmenin dayanılmaz hafifliği.... Sonra sıcak jakuzi, hamam.. Çok ama çok iyi geldi. Akşam yemeğinden sonra doğrudan odaya gidip kitap + TV + ipad gibi herkese göre bir dinlenme yöntemi seçip erkenden uyuduk.
Sabah tekrar sıcak su, hamam, termal havuz. Dayanabildiğimiz kadar yumuşatıp sonrasında doğaya attık kendimizi.
Önce kırmızı suyuyla meşhur Karahayıt (içerdiği demir nedeniyle aktığı yerleri kırmızıya boyuyor, insan hayalinin almayacağı güzellikte görüntüler...). Sonra bir mucizenin hayata geçmesi: Pamukkale.
En son Kapadokya'da böyle hissetmiştim kendimi.

Pamukkale hakkında bilgiler mutlaka internette vardır. Ben sadece hissettiklerimi yazayım. İnanamayarak yürüdüm travertenlerin üzerinde, sıcak suyun içinde. Her bastığım adımda nasıl yani, nasıl yani diyerek. Bir kere o dimdik eğimli ve ıslak travertenlerde yürürken ayağın kaymıyor çünkü tırtıklı. Ne ilginç diye diye.... Karbeyaz duvarlar karbeyaz bir halı.. Nasıl olmuş olabilir bu diye düşünüyor insan ister istemez.

Sonra Hierepolis antik kenti. Ayrı bir büyülü güzellik. İçinde dolaştıkça zamanda yolculuk yaptım sanki.
Şansımıza hava da şahaneydi, Bodrum'dan annem fırtına var diye aradığında biz güneşin altında çıplak ayak dolaşıyorduk :) Sonlarına doğru hafif rüzgar çıktı, Nazilli'de pide yerken fırtına patladı :)
Fırtınanın bile zamanlaması çok iyiydi yani.
Özeti de burda:
Burası tarihi antik havuz. İçinde sıcak kaynak suyu, altında binlerce yıllık tarih... Çok isterdim ama hava çok soğuk olduğu için cesaret edemedim girmeye.






15 Ocak 2016

Çocukların başarısı bizim başarımız mı?

Kızım sosyal yazılısından 100 aldı diye neden bu kadar mutlu oldum, onu bu yazılıya ben çalıştırdığım için mi?
Galiba evet.
Aslında çocuklarımızın başarısı bizim başarımız değil ki. Tıpkı çocuklarımız bizim malımız olmadığı gibi! Ama nedense bunu kendimize mal etmeyi severiz. Kötü notları ise onların üstüne yıkarız.
Aslında anlatacağım bu değildi. Dün sosyal "yazılımıza" çalışırken dikkatimi çeken bir şeyden bahsetmek istemiştim: Taze beyinlerden!
Kızım 9 yaşında ve farkettim ki bilgileri su gibi içiyor. Ben bir profesyonel öğrenciyim diyebilirim, 18 yıl ilk ve orta öğrenim ve 12 yıl yüksek öğrenimde okudum, yıllaaaarca ders çalıştım. Ezber gerektiren dersleri hiç sevmezdim. Ama ezberleme tekniği öğrensem ya da bunu kavrasam, ya da daha doğru bir anlatımla öğrenmeyi öğrensem eminim daha kolay olacaktı hayatım.
Ben çok çalışkandım - hadi inektim diyelim-. Çalışmam gereken de çok ama çok şey vardı hep. Genelde konunun mantığını anlamaya çalışır, mantığını kavrayınca da soruları çok kolay yapardım. Ezberci değildim, ezberlemeyi bilmezdim. Bu nedenle mantığı olmayan  konulardan hoşlanmazdım: Tarih dersini sevmezdim mesela.
Aslında tarihin de bir mantığı varmış ki bunu da dün farkettim, keşke bize böyle öğretilseydi dediğim doğrudur.
Çok basit denklemlere indirerek konunun akılda kalması sağlanabilirmiş. Bunu kızıma karmaşık konuları basit görsel şekillerle şematize ederken farkettim.
Mesela (burasını ilkokulda çocuğu olanlar okursa):
18 ... 1918
19 ... 1919 .... Gençlik bayramı
23 .... 1920 .... Çocuk bayramı
29 ..... 1923 ... Cumhuriyet bayramı

Kızım da (benim öğrenmediğim bir şey olan kronoloji çiziverdi) hemen kendi bildiği şekilde adapte etti.
Nicedir ezberlemekte zorlandığı (saçma bulduğu için) bu tarihler onun zihninde canlanıverdi. Yazılıdan da 100 almış :) Benim de yıllardır kafamda oturmayan sıralama oturmuş oldu....
Demem o ki, doğru öğretildiğinde bu küçük beyinler sünger gibi çekiveriyor her tür bilgiyi. FEci acayip bir hızla öğreniyor.
Gerekli bilgilerle dolar umarım.


14 Ocak 2016

Büyükşehir mi? Kalsın bir.

Bodrum'a taşındıktan sonra kasaba yaşantısına nasıl alıştıysam, Büyükşehir boğmaya başladı beni.
Bugün iş çıkışı İzmir'e gittik geldik. Arabayla iki buçuk saat. Daha yarı yolda başlayan araba yoğunluğu (sıkışık değildi İstanbul gibi ama) beni bastı. Her araba üzerimden geçiyor gibi. Işıklar gözüme değil beyin loblarımın içine..
Trafik bende bilinç altı fobisi oluşturmuş. Gerçekten.
İzmir'i özlememişim - gerçi daha önceden gitmişliğim de pek yok ama yine de arkadaşımın dediği "eh ne de olsa büyük şehir canım" kıvamına gelmemişim. Bu lafı "buz sporları merkezi" tabelasına yorum olarak etmişti, gördün ki ben "tekerlekli paten pisti var ya Bodrum'da yetmiyor mu" kıvamındayım.
Oldu madem, sizi İzmir'e alalım, biz Bodrum'da kalalım!!

12 Ocak 2016

İşte beklenen kırk yaş yazısı :)

Bana gülümseyerek bakan kırk yaşındaki güzel kadın! Seni daha iyi tanıyorum artık.. Tam anlayamadıysam da hala, anlamaya çalışıyorum.. Seni duyuyorum! İhtiyaçlarını, zaaflarını, zayıflıklarını biliyorum.. Sevgiye olan ihtiyacını yüzünden okuyabiliyorum.. Sevdiklerini sevmediklerini, üzüldüklerini sevindiklerini anlıyorum.. Seni beğeniyorum artık. Çabanı takdir ediyorum. Doğru yerdesin, doğru şeyler yapıyorsun. Seni onaylıyorum. Seni tamamıyla, bütününle görüyorum. Bu yıl, her yıldan farklısın. Büyüyorsun farkındayım. Seni seviyorum.


İşte bu benim.. Kırk yaş ben'i. 
Böyleyim. 
Sanırım bu yıl daha da iyiyim. Aslında bunun nedeni zannımca içinde bulunduğum yaşın daha iyi olması değil. Mesela 25 neden 40'tan daha iyi? Daha taze, daha güzeliz diye mi? Ama bunun farkında değildik(m) ki o zaman! Mesela ben 25'imde çok daha taze, çok daha güzelmişim fiziken. Ama ruhen nasıldım? Hayal meyal hatırladığım kadarıyla, bir kere ham'dım. Mutsuzdum ama neden mutsuz olduğumu tam olarak bilmiyordum. Aslında nasıl mutlu olunabileceğini bilmiyordum ki.. Yeterince param yoktu, yeterince güzel ve zayıf değildim, falan falan.
Aslında yeterince sağlıklıydım! Yeterince seviyor ve seviliyordum. Yeterince güzel bir evim vardı ve yeterince güzel bir işim. 
Ama bunların yetebileceğini kestiremiyordum ne yazık ki...
Aslında 20 yaşımda da hepten mutsuzdum. Sevgi arsızıydım, geçmişi sorguladıklarımda (ki sıkça oluyor son zamanlarda), hep bulduğum torbadaki delikten sevgi arayışı sızıyor. Elimdekiyle de yetinmeyip, daha çok sevin beni daha çok. Bunun altında "ben sevilmeye layık değilim" mi yatıyor? Bilmiyorum ki, zamanı geriye döndürüp bakamam.
Keşke yapabilseydik. 
Geçmişte neyi değiştirmek istersin deseler yapacağım bu olurdu. Hatalarım hep aynı, hep benzer, hep tekdüze. 
Sevilmeye değer olduğumu kabullenip kıçımı kırıp oturabilseydim.. Belki de kırk yaşımda üzerime yapışan bu sevgi arsızlığını soğan kabuğu gibi katman katman soymaya uğraşmak zorunda kalmaz, özüme çabuk inip kendimi daha kolay sevebilirdim.
Böylece geçmiş hatalarımdan affedilmeyi dilemek yerine kendimi daha kolay affedebilirdim.
İnsanın kendini affetmesi gerçekten daha zormuş. Ben çabuk kızar çabuk küser(d)im. Çok feci kin dolar ve çok uzun süre unutamazdım. Şimdi içime feneri tuttukça görüyorum ki aslında en zoru kendi hatalarımı unutmak, kendimi bağışlamak.
Başkalarının yaptığı yamukları -vallahi- unutur oldum. Uzundur kırgın olduğum birine neden kızdığımı bulamayabiliyorum, ya da "a ben ona kırgındım ya aramayacaktım" derken bulabiliyorum kendimi. Ama malesef ah malesef, beynimin içinde film rulosu gibi dönüyor kendi saçmaladıklarım. Dönüp durup başa sarıyor. Bazen unutuyorum ama birkaç yıl sonra geri geliyor. Hani hata dediklerim de belki hata bile değil. İnsan kendinin en acımasız yargıcı ya, ondan diyorum, belki de birkaçını cümleye doldursam sonuna üç nokta bile gerekmez.. "Aa bu muymuş? Ne ki bu" ile biter gider..
İşte bundandır ki, belki de kırk yaş gerçekten iyidir. 
Mesela kişi kırk yaşında elindekilerin değerini anlayabilir.
Ben bu yazıyı böylece yarım bırakmak istiyorum. Burada kalsın, söyleyemediklerimi söylemek istediklerimi ama dilimin ucundan geri dönenleri sen tamamlayadur sevgili okuyucu.. Bakalım 41 yaşımda nasıl tamamlayacağım görelim.



8 Ocak 2016

Yeniden blog yazmak mı? Pek sanmam.

Yeniden mi? Pek sanmam vaktim yok..
Ama bilgisayarım hatırladı bak, girerken şifre sormadı, hayalin blogları diye açıverdi sayfayı!
Yaş günüm yaklaştıkça bir blog yazma gelir bana.. Bu her yıl böyle oluyor. Bir iki yazıyorum sonra bırakıyorum. Bugünlerde tekrardan bir blog yazma modası oldu sanki (ya da bana öyle geldi) ve çevremde neden blog yazmadığımı soranlar arttı.
Yazmışlığım var benim. Yıllarca. Sayfalarca, sözlerce, anılarca. Ama sonra sıkıldım.
Ama bir yandan da, hep "çok güzel şeyler yazan biri olmak istemişliğim" var. Gerçi sıradanlığın bir tık üzerine geçebilmiş değil yazdıklarım, ama bende bir yazdıkça rahatlama, hafifleme hali olmuyor değil.
Sonra dedim ki bugün, madem içinden geliyor, yaz kızım. Üşenme. Dök içindekileri kurtul. Hazır bloğun artık eskisi kadar takip edilmiyorken, kendine anlatıyormuş gibi olacak.
Kendime notlar gibi, günlük gibi, çocuklarım büyüdükçe beni tanısınlar diye gibi, hadi bismillah madem.
Konusuz başladım konuya gireyim. Bakalım 40 yaklaştıkça (günler kala) neleri farketmişim, bir toparlayayım..
Mesela, tam şu an, klavyenin otomatik düzelticisine ne kadar alıştığımı farkettim. Bir zamanlar kağıt kalemle yazmayı özleyenler gibi, bilgisayarda yazmayı ne kadar özlediğimi farkettim – ki son zamanlarda herşeyi cep telefonuna yazıyor ve baş ucu çekmecemde duran günlüğüme ne kadaaar uzun zamandır yazmıyorum evet.
Artık en azından yap(a)mayacağım şeylere karar verip, bir kenara maddeleyip sonra da ah gene yapamadım demek yerine, kendime yapabileceğim kadar söz verir oldum. Yani kararlılık düzeyimi artır(a)madım ama en azından farkındalığımı artırdım. Nasıl oluyorsa, koşu bandına (hemen hemen) her gün çıkıyorum örneğin. Her gün çıkacağım deyip tüh çıkamadım diye üzülmek yerine, çıkabildiğim kadar sık çıkacağım diyorum kendime. Böylelikle yapamadığım yürüyüşlere üzülmüyor, yapabildiğim yürüyüşlere seviniyorum. Diyet yapacağım deyip (hiç bitmiyor ki), her bozduğumda üzülmek yerine, daha sağlıklı besleneceğim deyip, her yediğim sağlıklı öğünden sonra seviniyorum.
Yine yeni yaşımda kendimi yine yeniden sevmeye başladım gibi. İnsanın farkındalığı her yaşla biraz daha artar mı, ne enteresan. Bir yaş sonra bir önceki yaşta meğer ne kadar cahil olduğunu farkeder mi insan.. Tekamül ne acayip bir şey..
Bir de çok enteresan bir şey daha var ki, bundan bir iki sayfa değil bir blog dolusu bahsedesim var.. Şu doğum işi ne acayip bir mucize..
Her doğum bir mucize.
Ben kaç yıllık kadın doğumcu oldum, hala her doğumdan sonra ağlar mı insan yahu.. Benim aklım ermiyor, nokta kadar bir bebek ama kalbi atıyor, sonra büyüyor, eller ayaklar parmaklar çıkıyor, ama hep birelde beş parmak, nasıl oluyor da oluyor?! Sonra bu büyüyüp insan oluyor, sonra annesinden o minik kafasını ittire ittire doğuyor, ondan sonra nedenini bilmese de refleks olarak meme emiyor, büyüyor. Sonra yürüyerek gelip beni öpüyor falan.
Çok şaşırıyorum. Neden her seferinde şaşırıyorum biliyor musun sevgili okuyucu? Her seferinde nasıl da aynı sırayla aynı detaylarla olabildiğini anlamaya benim küçük beynim yetmiyor da ondan. Sınırlı algılama ve anlama kapasitem bu mucizeyi içine alamıyor, tekrarlanabilirliği çok ürkütücü geliyor. Allah’ın büyüklüğünün izlerini günlük yaşantıda görmek beni değişik hissettiriyor.
İşte hayatın anlamı, tesadüf diye bir şey yok, benim bu işi seçmem tesadüf olamaz, bu da benim tekamül sürecimle ilgili sanırım, böyle böyle eğitiliyorum galiba.
Biraz ordan biraz burdan içimden geldiği gibi oldu bugün.

Mucizeler dünyasına, hayal alanıma yeniden hoşgeldiniz öyleyse.