Zorla değil ya, sevmiyorum kış mevsimini. Ayrıca da sevmemeyi tercih ediyorum.
Öyle "kar yağsın da elime bir fincan sıcak kakao alıp camdan dışarıyı seyredeyim"cilerden değilim, hiç olmadım. Rüzgar ne romantik esiyor, yağmur damlaları cama ne güzel vuruyor'culardan da değilim. Hadi yağmur bir derece de, o rüzgar ne yaa! Dünkü rüzgar neydi ya!
Güneşi için geldiğim bu Bodrum memleketinin, ne rüzgarı rüzgar gibi esiyor ne yağmuru yağmur gibi yağıyor anasını satayım. Yağ bi şöyle efil efil, çisele, cama vur. Yok, illa ki sel gibi yağacak. Yollar kapanacak, burnunu camdan uzatamayacaksın.
Mesela şemsiye hiç kullanmadım ben burda, zira yağmurda dışarı çıkmak mümkün olmuyor ki!
Mesela, dün esen rüzgar billboard'ları bile devirmiş, o derece!
Bütün bunların yanında, bu kış pek kısa sürüyor, örneğin, Aralık gelene kadar kalorifer yakmadık, arada klimayla kırdık odanın soğuğunu. Bundan dolayı da memleket kış için tasarlanmamış. Evleri ısınmaz, işyerleri soğuk, alışveriş merkezleri ondan da soğuk. Dışarıda üşüyüp kendimizi kapalı AVM'ye atardık gözünü sevdiğim Antep'te, oh sıcacık, montları da arabada bırakır dolanırdık. Burda AVM'ler de soğuk, montu çıkartmak ne yana, dolanmak ne yana. En sıcak yer yatağının için yorganının altı. "Ben asla pijamayla yatmam, saten geceliğimle yatarım" diyen arkadaşlara selam yollayarak, polar pijamalarıma yapıştım kaldım, inanmazsınız üstünde de yün yeleğim, hatta bazen bir polar daha. Abartmıyorum vallahi, kalorifer de sonuna kadar açık, bir de klimayı mı açsam dedim dün.
Bundandır son hafta pek bir uyuzlaşıp, üstüme battaniye alıp uyuklar moda bağlayışım. Napiyim anacım üşüyorum.
Sevmiyorum kışı velhasıl.
Bitti.
Burası benim hayal alanım. Adım Hayal. Kendi kendime gezintiye çıkmak istediğimde buraya uğrarım. Kimseleri almam yanıma. Gülersem de kendim gülerim, ağlarsam da kendi kendime burada ağlarım.
Buyrun, ben
12 Aralık 2013
6 Aralık 2013
Emlak komisyonculuğunun etik değerleri
Emlak komisyonculuğu mesleğini anlamaya çalışıyorum. Komisyonculuğun her türlüsünü anlamaya çalışıyorum. Ama önyargılarımdan kurtulamıyorum. Başıma gelenlerden sonra (az sonra anlatacağım), yemin etmiştim bir daha emlakçılarla iş yapmayacağıma dair. Ama bir şekilde yine yolum kesişti ve yine hayal kırıklığına uğradım. Bir kere daha ahdettim emlak komisyoncularıyla çalışmayacağıma dair.
Ben nasıl meslek etiğinin dışına çıkmıyorsam, sıkı sıkıya bağlıysam, kendimi sadece kendim denetlediğim halde etiğimi sıkı sıkı tutuyorsam, emlakçılardan (ve dahi tüm meslek erbabından) aynı şeyi bekliyorum. Ama bulamıyorum ve sinirleniyorum.
Önce bir emlakçıdan yediğim kazığı anlatmak istiyorum. Kendisine ahlaksız, şerefsiz, terbiyesiz gibi sıfatları burada sıralamayacağım, ama Bodrum'a yerleştikten ve ortamı biraz tanıdıktan sonra kendisinin dürüstlüğüyle tanınmadığını öğrendim. Ama iş işten geçmişti.
Ben Antep'te oturur ve Bodrum'da kiralık ev ararken, bir aylık uğraşı sonucu güçlükle bir ev tutmuştum. Evi yakından görmemiş, ama temizletmiş, planlamış ve hatta bir balkonun pimapenle kapatılması için para ödemiş, ev sahibine iki aylık kira, emlakçıya ise bir aylık kira vermiştim.
Ben uçakla, eşyalar ise kamyonla yola çıktık. Eşim gelemiyordu, çalışıyordu ve henüz tayin olmamıştı, çocuklar İstanbul'da annemde idi. Ben uçakla önden geldim, eve gelip kamyonu beklemeye başladım ve o sırada, sevgili ev sahibi evi bana vermekten vazgeçti. Zaten kadını sevmemiştim, evi de aslında sevmemiştim ama çaresizdim.
Yapacak hiçbirşey yoktu.
Kadın deliydi. Emlakçıyı çağırdı, ben vazgeçtim dedi. Sandım ben. Meğer emlakçı daha yüksek kiraya başka bir kiracı bulmuş ona. Nasıl?
Çaresizce internette yeni bir ev bakarken, bir ilan gördük. Aynı emlakçı dedi ki, o ev benim portföyümde. Eve gittik, hiçkimsenin portföyünde olmadığını ve hatta evin kiralık olmadığını öğrendik. Ev sahibi rahmetli Nedim Amca (çok iyiydi), halime acıdı ve evi bana kiraladı. Oğlunun eşyalarını boşalttık benimkileri taşıdık içeri.
Ben boyasız badanasız temizliksiz girdim. Eşyalarımın yarısı sığmadı, bir depoya yığdık, telef oldu çoğu.
Önceki evin sahibine verdiğim paraları alacaktım ki yeni eve kira depozito vs verecektim. Kadın vermedi, param yok dedi. Emlakçı beni temin etti alacağına dair, ben zaten çirkef kadınla muhatap olmamak için tamam dedim, ve fakat emlakçı aldığı parayı bana haber bile vermeden, bu yeni evin kirası da komisyonu da daha yüksek diyerek cebine attı. Ben parasız, yalnız, kolilerimle başbaşa yeni bir şehirde kaldım.
İki ayrı eve iki ayrı kira, komisyon, depozito vermiş oldum. Emlakçı sevgim böyle başladı işte. Ve yemin ettim son olacak diye.
Sonra üzerinden zaman geçti, artık kendimize bir ev alalım derken, yine karşımıza bir tanıdık aracılığıyla yeni bir emlakçı ve benim çok beğendiğim bir ev çıktı. Sanırım ben evi o kadar beğendim ve istedim ki yeminimi unuttum.
Emlakçı etik değerlere çok yakın değildi, klasik numaralar çekti. Bizi arayıp acele karar verin kiracı buldum demeler, aradaki tanıdığı arayıp ev sahibiyle pazarlık yapabilirler karışmam demeler, ev sahibini arayıp ben müşteriyi bağladım fiyatta ok.ler indirim yapmanıza gerek yok alıcılar demeler, bize satıcıdan satıcıya ise alıcıdan komisyon alacağını söylemeler, falan filan. Her türlü ayak oyunu.
O kadar bulandı ki midem, o çok beğendiğim evi de sildim, bize ev mi yok deyip kapattım sayfayı.
Banka kredisini bile ayarlamışken.
Eve eşyalarımı bile (hayalimde) yerleştirmişken.
Kısacası, eğer emlak komisyoncuları dürüstçe işlerini yapsalar, dürüstçe komisyonlarını alsalar, dürüstçe çalışsalar..
Biraz değerlerine sahip çıksalar..
Ben de bu meslek grubunu toptan hayatımdan çıkartmasaydım, iyi olmaz mıydı?
Ben nasıl meslek etiğinin dışına çıkmıyorsam, sıkı sıkıya bağlıysam, kendimi sadece kendim denetlediğim halde etiğimi sıkı sıkı tutuyorsam, emlakçılardan (ve dahi tüm meslek erbabından) aynı şeyi bekliyorum. Ama bulamıyorum ve sinirleniyorum.
Önce bir emlakçıdan yediğim kazığı anlatmak istiyorum. Kendisine ahlaksız, şerefsiz, terbiyesiz gibi sıfatları burada sıralamayacağım, ama Bodrum'a yerleştikten ve ortamı biraz tanıdıktan sonra kendisinin dürüstlüğüyle tanınmadığını öğrendim. Ama iş işten geçmişti.
Ben Antep'te oturur ve Bodrum'da kiralık ev ararken, bir aylık uğraşı sonucu güçlükle bir ev tutmuştum. Evi yakından görmemiş, ama temizletmiş, planlamış ve hatta bir balkonun pimapenle kapatılması için para ödemiş, ev sahibine iki aylık kira, emlakçıya ise bir aylık kira vermiştim.
Ben uçakla, eşyalar ise kamyonla yola çıktık. Eşim gelemiyordu, çalışıyordu ve henüz tayin olmamıştı, çocuklar İstanbul'da annemde idi. Ben uçakla önden geldim, eve gelip kamyonu beklemeye başladım ve o sırada, sevgili ev sahibi evi bana vermekten vazgeçti. Zaten kadını sevmemiştim, evi de aslında sevmemiştim ama çaresizdim.
Yapacak hiçbirşey yoktu.
Kadın deliydi. Emlakçıyı çağırdı, ben vazgeçtim dedi. Sandım ben. Meğer emlakçı daha yüksek kiraya başka bir kiracı bulmuş ona. Nasıl?
Çaresizce internette yeni bir ev bakarken, bir ilan gördük. Aynı emlakçı dedi ki, o ev benim portföyümde. Eve gittik, hiçkimsenin portföyünde olmadığını ve hatta evin kiralık olmadığını öğrendik. Ev sahibi rahmetli Nedim Amca (çok iyiydi), halime acıdı ve evi bana kiraladı. Oğlunun eşyalarını boşalttık benimkileri taşıdık içeri.
Ben boyasız badanasız temizliksiz girdim. Eşyalarımın yarısı sığmadı, bir depoya yığdık, telef oldu çoğu.
Önceki evin sahibine verdiğim paraları alacaktım ki yeni eve kira depozito vs verecektim. Kadın vermedi, param yok dedi. Emlakçı beni temin etti alacağına dair, ben zaten çirkef kadınla muhatap olmamak için tamam dedim, ve fakat emlakçı aldığı parayı bana haber bile vermeden, bu yeni evin kirası da komisyonu da daha yüksek diyerek cebine attı. Ben parasız, yalnız, kolilerimle başbaşa yeni bir şehirde kaldım.
İki ayrı eve iki ayrı kira, komisyon, depozito vermiş oldum. Emlakçı sevgim böyle başladı işte. Ve yemin ettim son olacak diye.
Sonra üzerinden zaman geçti, artık kendimize bir ev alalım derken, yine karşımıza bir tanıdık aracılığıyla yeni bir emlakçı ve benim çok beğendiğim bir ev çıktı. Sanırım ben evi o kadar beğendim ve istedim ki yeminimi unuttum.
Emlakçı etik değerlere çok yakın değildi, klasik numaralar çekti. Bizi arayıp acele karar verin kiracı buldum demeler, aradaki tanıdığı arayıp ev sahibiyle pazarlık yapabilirler karışmam demeler, ev sahibini arayıp ben müşteriyi bağladım fiyatta ok.ler indirim yapmanıza gerek yok alıcılar demeler, bize satıcıdan satıcıya ise alıcıdan komisyon alacağını söylemeler, falan filan. Her türlü ayak oyunu.
O kadar bulandı ki midem, o çok beğendiğim evi de sildim, bize ev mi yok deyip kapattım sayfayı.
Banka kredisini bile ayarlamışken.
Eve eşyalarımı bile (hayalimde) yerleştirmişken.
Kısacası, eğer emlak komisyoncuları dürüstçe işlerini yapsalar, dürüstçe komisyonlarını alsalar, dürüstçe çalışsalar..
Biraz değerlerine sahip çıksalar..
Ben de bu meslek grubunu toptan hayatımdan çıkartmasaydım, iyi olmaz mıydı?
5 Aralık 2013
Hayalimdeki ev
Burası hayal alanım olduğuna göre, bugün hayalimdeki evi anlatmak istiyorum, merak eden varsa eğer..
Bugün bundan bahsetmek isteme nedenim, bir ev beğenip, alma noktasına çok yaklaşıp, son anda (emlakçıya, ev sahibine ve dahi bankalara gıcık olduğumdan) vazgeçmemiz. Birkaç gündür artık kendi evimde yaşamak dışında bir şey düşünemiyorum. Almak üzere olduğumuz ev tam olarak hayal evim değildi, ama yakındı. Aslında ne kadar yaklaşmıştık, ama olmadı, nasip değilmiş dedik geçtik.
Kafamda geçemedim gerçi!
İnternette hayal evimin resmini ararken bulduğum resimler hep uçuk kaçık, havuzlarla çevrili, göllerin kıyısında, kayaların üzerinde, denizin içinde vs.. Yok, benimki öyle değil. Böyle.
Bugün bundan bahsetmek isteme nedenim, bir ev beğenip, alma noktasına çok yaklaşıp, son anda (emlakçıya, ev sahibine ve dahi bankalara gıcık olduğumdan) vazgeçmemiz. Birkaç gündür artık kendi evimde yaşamak dışında bir şey düşünemiyorum. Almak üzere olduğumuz ev tam olarak hayal evim değildi, ama yakındı. Aslında ne kadar yaklaşmıştık, ama olmadı, nasip değilmiş dedik geçtik.
Kafamda geçemedim gerçi!
İnternette hayal evimin resmini ararken bulduğum resimler hep uçuk kaçık, havuzlarla çevrili, göllerin kıyısında, kayaların üzerinde, denizin içinde vs.. Yok, benimki öyle değil. Böyle.
Çepeçevre yeşil, çimlerle çevrili olması yeterli bana.
Bahçesinde yetişmiş çam ağacı olacak. Mutlaka olacak. Benim olacak evi seçerken işaretim bu.
Sonracığıma, kocaman bir verandası olacak, salon ve mutfak yere kadar büyük camlar - sürmeli kapılarla verandaya açılacak. Veranda da bahçeye. Işık olacak evimin içinde.
Mutfağın mutlaka bahçeye bakan bir penceresi olacak, lavabonun üzerinde.
Evin giriş kapısında camlı bir bölme olacak, ayakkabı çıkarma yeri. Salon ferah geniş olacak, şömine olacak sıcacık bir de.. Yüz tane odalı olması gerekmez, beş oda yeter. Bir misafir odası, bir de çalışma odası. Çalışma masam, kitaplıklarım, belki iki koltuk, yeter.
Bir hobi odası - oyun odası - garaj - depo benzeri döküntü toplama yeri, bol bol vestiyer, depo, dolap olacak.
Aslında çok şey istemiyorum evet.
Bir de havuz fena olmaz.
Evet evet, geldi şimdi gözümün önüne :)
En kısa zamanda evime taşınınca paylaşırım burada, şaşırmayın siz de :)
1 Aralık 2013
Hayatta her şeye geç kalmak mı - hayatı bir yerinden yakalamak mı?
37 yaşında salsa dersine başladım.
37 yaşında dişlerime tel taktırdım.
35 yaşında yogaya başladım.
36 yaşında ailemle bir karar alıp, kent yaşamını bırakıp bir kasabaya taşındık.
32 yaşında ilk çocuğumu kucağıma aldım.
30 yaşında kadın doğum uzmanı olmak için ihtisasa başladım.
İhtisasımın son yılında bilimsel yayınlarla ilgilenip yayın yapmaya başladım.
Soru şu ki, hayatta her şeye geç mi kaldım? Buna kendi bakış açımla verdiğim cevap şu ki, aslında harekete geçebildim ve bir çok şeyi ucundan da olsa yakaladım.
Bu yazıyı, dün akşam Salsa Gecesi'nde, harika dans eden gençleri izlerken kendimden nefret ederek düşündüm yazmayı. Hala dans edemeyişimin nedenlerini sorgularken. Sonra, aslında farkettim ki, ben hayatımda hiç dansetmemiştim ki.. Lise yıllarında kısa süreli (ve başarısız) bir halkoyunları denemem ve ihtisas yaparken çok kısa süreli (ve başarısız) bir oryantal dersi alma denemem olmuştu hepsi hepsi. Bunlar başarısız olmuştu. Kendimi sürekli "ben yapamıyorum, olmuyor, odun gibi görünüyorum, estetik değilim" derken bulmuştum.
Dün de öyle derken bulupdurdum.
Sonra da, kendimi nasıl bir çerçeveye -belki kafese- hapsettiğimi (ya da hapsedildiğimi) farkettim. Ne acı değil mi, hayatım boyunca dansetmedim bu yüzden.
Artık zamanı geldi geldi de, şimdi de o kafesi kıramıyorum. Artık insanların beni teşvik edecekleri yaş geçti, ben de kendimi teşvik edemiyorum, yaparsın kızım aslansın sen diyemiyorum.
Oysa salsa ne kadar zevkli, ne kadar keyifli.. Hayatım boyunca yaptığım en eğlenceli şeylerden biri. Kendini kaptır, danset!
Neden kimse bunu bana söylemedi (ya da beni buna ikna edemedi?)
İnanamıyorum ve buna çok üzülüyorum, ama ritm duygusu oluşmamış kulağımda, müzikten de kaçmışım danstan kaçtığım gibi.. Arkama bakmadan. Müzik ve dans bana nasıl bir zarar verecektiyse artık!
Ben hayatım boyunca hiç, kendimi kaybedeceğim, mutluluk duyacağım ya da en basitinden eğleneceğim bir şey, bir spor, dans, aktivite yapmamışım ki! Ders çalışmak dışında. Dersi seviyorum orda sorun yok da....
Yogayı, salsayı, seyahat etmeyi,
geç buldum daha çok sevdim!
Şimdi bu yazıyı okuyan, tanımadığım ama ortalama 200 kişi olduklarını tahmin ettiğim okuyucularıma not:
Ben sizi tanımıyorum ama siz beni artık iyice tanıdınız. Ben bile yapıyor ve çok eğleniyorsam, eğer hala öğrenmediyseniz, hadi kalkın, bir salsa kursuna yazılın.
Pişman olmazsınız.
37 yaşında dişlerime tel taktırdım.
35 yaşında yogaya başladım.
36 yaşında ailemle bir karar alıp, kent yaşamını bırakıp bir kasabaya taşındık.
32 yaşında ilk çocuğumu kucağıma aldım.
30 yaşında kadın doğum uzmanı olmak için ihtisasa başladım.
İhtisasımın son yılında bilimsel yayınlarla ilgilenip yayın yapmaya başladım.
Soru şu ki, hayatta her şeye geç mi kaldım? Buna kendi bakış açımla verdiğim cevap şu ki, aslında harekete geçebildim ve bir çok şeyi ucundan da olsa yakaladım.
Bu yazıyı, dün akşam Salsa Gecesi'nde, harika dans eden gençleri izlerken kendimden nefret ederek düşündüm yazmayı. Hala dans edemeyişimin nedenlerini sorgularken. Sonra, aslında farkettim ki, ben hayatımda hiç dansetmemiştim ki.. Lise yıllarında kısa süreli (ve başarısız) bir halkoyunları denemem ve ihtisas yaparken çok kısa süreli (ve başarısız) bir oryantal dersi alma denemem olmuştu hepsi hepsi. Bunlar başarısız olmuştu. Kendimi sürekli "ben yapamıyorum, olmuyor, odun gibi görünüyorum, estetik değilim" derken bulmuştum.
Dün de öyle derken bulupdurdum.
Sonra da, kendimi nasıl bir çerçeveye -belki kafese- hapsettiğimi (ya da hapsedildiğimi) farkettim. Ne acı değil mi, hayatım boyunca dansetmedim bu yüzden.
Artık zamanı geldi geldi de, şimdi de o kafesi kıramıyorum. Artık insanların beni teşvik edecekleri yaş geçti, ben de kendimi teşvik edemiyorum, yaparsın kızım aslansın sen diyemiyorum.
Oysa salsa ne kadar zevkli, ne kadar keyifli.. Hayatım boyunca yaptığım en eğlenceli şeylerden biri. Kendini kaptır, danset!
Neden kimse bunu bana söylemedi (ya da beni buna ikna edemedi?)
İnanamıyorum ve buna çok üzülüyorum, ama ritm duygusu oluşmamış kulağımda, müzikten de kaçmışım danstan kaçtığım gibi.. Arkama bakmadan. Müzik ve dans bana nasıl bir zarar verecektiyse artık!
Ben hayatım boyunca hiç, kendimi kaybedeceğim, mutluluk duyacağım ya da en basitinden eğleneceğim bir şey, bir spor, dans, aktivite yapmamışım ki! Ders çalışmak dışında. Dersi seviyorum orda sorun yok da....
Yogayı, salsayı, seyahat etmeyi,
geç buldum daha çok sevdim!
Şimdi bu yazıyı okuyan, tanımadığım ama ortalama 200 kişi olduklarını tahmin ettiğim okuyucularıma not:
Ben sizi tanımıyorum ama siz beni artık iyice tanıdınız. Ben bile yapıyor ve çok eğleniyorsam, eğer hala öğrenmediyseniz, hadi kalkın, bir salsa kursuna yazılın.
Pişman olmazsınız.
29 Kasım 2013
Ailelerin çocuklarından akademik beklentileri
Henüz çocuklarımın bir tanesi okula
gidiyor, biri ise yuvaya. Kızım ilkokul ikide. Ona ite kaka ödev
yaptırmaya çalıştığım bu günlerde, onun yerinde oğlum
olsaydı (olduğunda) nasıl davranabileceğimi hayal etmeye
çalışıyorum.
Bunu düşünürken, kızımdan
akademik beklentimin büyük olduğunu farkediyorum. Geçen sene beş
buçuk yaşında, sınıfın en küçüğü olarak okula başlamasına
karşın, dersleri oldukça iyi. Ders dışındaki hemen hemen her
şeyde, sınıf arkadaşlarından geride olduğunu söyleyebilirim,
buna tertip, temizlik, düzen, hız, giyinme soyunma vs dahil. Ama
derslerde onlara yakın, bazı konularda daha iyi olabilir.
Bütün bunlarla birlikte, farkettim
ki, bir şeyi başaramadığında çıldırıyor. Asla başarısızlığı
tolere edemiyor. Mesela, piyanoda bir parçayı çalamadığında
inkar ediyor, çalmayı reddediyor (hatta denemelere devam etmek de
yok, direk bırakıyor). Başarıyı istiyor ve seviyor. Sanırım
yaşı ilerledikçe, başarmak için çok çalışması ve tekrar
etmesi gerektiğini de farkedecek. Zamanla.
Deneyip uğraşıp da başaramadığı
bir şey yok.
Böylelikle, bizde bir akademik başarı
beklentisi oluşturuyor. Nasıl kendisi başarıyı istiyorsa, bizim
de istememizi sağlıyor.
Oysa, oğlum için bu söz konusu
olduğunda, yani büyüdüğünde, başarıyla falan işi olacağını
sanmıyorum (hissetmiyorum). Çocuk kendini belli eder ya, öyle.
Sanırım yeteri kadar çalışıp gerisini boşverecek ve bu da
umurunda olmayacak. Biz zorladığımızda ise bize de izin vermez
gibime geliyor. Böylelikle, bence bizde herhangi bir beklenti
yaratmayacak. Onu sa sıkıştırmayacağız bence.
Benim çocukluğum da böyleydi.
Başarıyı severdim (hala severim) ve hırslıydım (hala
hırslıyım). Böylelikle, ailemde de bu beklentiyi yarattığıma
eminim. Ben başarısız olursam onlar da üzülür ve benimle
birlikte etkilenirlerdi.
Benim bu konudan çıkardığım sonuç,
çocuklar bu okul ve ders meselelerinde ailelerini eğitiyorlar.
Gelecekleri hakkında aslında kararı onlar veriyor. Biz neyi ne
kadar istesek de onları değiştirmemiz zor.
Kısacası, en doğrusu ve kolayı
akışına bırakmak.
25 Kasım 2013
İşinde sorumluluk sahibi olmak
Önce olayı anlatıp sonra yorumlarımı yazacağım.
Anne dün İstanbul'dan Bodrum'a uçtu (İlgililere not: Pegasus havayolları 24 Kasım akşam 20.00 uçağı).
Annem ve iki diğer yolcunun valizi uçaktan çıkmadı. Önce endişelenmedim, üzerinde etiket var ya nasıl olsa, döner dolaşır bize ulaşır diye düşündüm. Sonra, annemi aldıktan sonra öğreniyorum ki, annem check-in yaptırdığında abla bagaj etiketinin bir kopyasını anneme vermiş fakat diğer kopyasını valize yapıştırmayı unutmuş. Bu arada vazili de kayan banta koyup yollamış. Annem uyarınca da, "aa hakkaten unuttum" diyerek, oradaki çocuğa "al bu etkiketleri en son giden valizi bulup ona yapıştır" demiş. Annem de uçağa binmiş.
Sonra valiz çıkmayınca tekrar araştırdık ki, kayan bantın arkasından gidip bantları yapıştırması önerilen arkadaş valizi bulup da etiketleri yapıştıramamış meğer. Bu bilgiyi de kendine saklamış.
Annem hatırladıktan sonra bunu sorduk, öğrendik. Çözüm: "Bilmiyoruz, araştıracağız, bulunca haber veririz."
Olay söyle sonuçlandı: Sabiha Gökçen Havalimanı'nda çalışan (ve şans eseri dün gece nöbetçi olan) kuzenim, tüm havalimanını birbirine kattı ve "ETİKETSİZ VE KİMİN OLDUĞU BELLİ OLMAYAN" annemin valizini DIŞ HATLAR terminalinden buldu. Bu arada içindeki eşyalardan teşhis edilebilmesi için açıldı, didiklendi, karıştırıldı. Bugün valiz geliyor - inşallah.
Şimdi,
Bu olayın neresinden tutsam elimde kalıyor. Şikayetçi olmak için araştırsam da ne check in yapan ne de o etiketleri yapıştırmak için valizi -bulamayan- görevlinin adını öğrenemiyorum. İnsanlar ne işlerinin ne de isimlerinin arkasında duruyor.
En çok sinirlendiğim, iş bitirici olmasıyla övünen biri olarak, insanların nasıl olup da bir işi yarım bırakıp sonra rahat uyudukları. Sen madem valize etiket yapıştırmayı unuttun (bak buna kızmıyorum, insandır, kalabalık yoğunluk, unutabilir), neden arkasını aramıyorsun? Neden sormuyorsun, ne oldu demiyorsun? Ya da sen, bir valizin sahipsiz olduğunu biliyorsun, elinde etiketler, neden geri dönüp de görevliye valizi bulamadım yapıştıramadım demiyorsun? O valiz etiketsiz ve sahipsiz, kimbilir nereye gidecek, yolcunun ya ilacı maması sunumu acil bişeysi varsa valizde? Kuzen yetişmeseydi belki başka bir ülkeye gidecek, bilinmedik bir havayollarının kayıp eşya bankosunda bekleyip duracaktı...
Sorumluluk sahibi olmakla olmamak, bence hayattaki başarının sırlarından biri. Sorumluluk sahibi kişi zaten her işi başarır, her meslekte başarılı olur. Olmayan birinin de zaten umurunda olmaz!
Gelelim, Pegasus'un Sabiha Gökçen yer hizmetlerini satın aldığını düşündüğüm Çelebi AŞ'ye (yanlışsa düzeltin). Daha önce de Çelebi'nin keyfi, saygısız hatta umursamaz davranışları ile karşılaşmış, hatta blogda yazmıştım. Umursamazlıklarının nedenini anlayamıyorum. Yolcularla dalaşabiliyor, çözümsüz ortamlarda yüzgöz edebiliyorlar. Temsil ettikleri kurumu da umursadıklarını sanmıyorum. Ayrıca belirteyim, Pegasus'la sıkça yolculuk yaparım, kendi çalışanları olsa bu kadar saygısız olmazdı.
Kısacası, Çelebi AŞ, bizimle değilsin.
Anne dün İstanbul'dan Bodrum'a uçtu (İlgililere not: Pegasus havayolları 24 Kasım akşam 20.00 uçağı).
Annem ve iki diğer yolcunun valizi uçaktan çıkmadı. Önce endişelenmedim, üzerinde etiket var ya nasıl olsa, döner dolaşır bize ulaşır diye düşündüm. Sonra, annemi aldıktan sonra öğreniyorum ki, annem check-in yaptırdığında abla bagaj etiketinin bir kopyasını anneme vermiş fakat diğer kopyasını valize yapıştırmayı unutmuş. Bu arada vazili de kayan banta koyup yollamış. Annem uyarınca da, "aa hakkaten unuttum" diyerek, oradaki çocuğa "al bu etkiketleri en son giden valizi bulup ona yapıştır" demiş. Annem de uçağa binmiş.
Sonra valiz çıkmayınca tekrar araştırdık ki, kayan bantın arkasından gidip bantları yapıştırması önerilen arkadaş valizi bulup da etiketleri yapıştıramamış meğer. Bu bilgiyi de kendine saklamış.
Annem hatırladıktan sonra bunu sorduk, öğrendik. Çözüm: "Bilmiyoruz, araştıracağız, bulunca haber veririz."
Olay söyle sonuçlandı: Sabiha Gökçen Havalimanı'nda çalışan (ve şans eseri dün gece nöbetçi olan) kuzenim, tüm havalimanını birbirine kattı ve "ETİKETSİZ VE KİMİN OLDUĞU BELLİ OLMAYAN" annemin valizini DIŞ HATLAR terminalinden buldu. Bu arada içindeki eşyalardan teşhis edilebilmesi için açıldı, didiklendi, karıştırıldı. Bugün valiz geliyor - inşallah.
Şimdi,
Bu olayın neresinden tutsam elimde kalıyor. Şikayetçi olmak için araştırsam da ne check in yapan ne de o etiketleri yapıştırmak için valizi -bulamayan- görevlinin adını öğrenemiyorum. İnsanlar ne işlerinin ne de isimlerinin arkasında duruyor.
En çok sinirlendiğim, iş bitirici olmasıyla övünen biri olarak, insanların nasıl olup da bir işi yarım bırakıp sonra rahat uyudukları. Sen madem valize etiket yapıştırmayı unuttun (bak buna kızmıyorum, insandır, kalabalık yoğunluk, unutabilir), neden arkasını aramıyorsun? Neden sormuyorsun, ne oldu demiyorsun? Ya da sen, bir valizin sahipsiz olduğunu biliyorsun, elinde etiketler, neden geri dönüp de görevliye valizi bulamadım yapıştıramadım demiyorsun? O valiz etiketsiz ve sahipsiz, kimbilir nereye gidecek, yolcunun ya ilacı maması sunumu acil bişeysi varsa valizde? Kuzen yetişmeseydi belki başka bir ülkeye gidecek, bilinmedik bir havayollarının kayıp eşya bankosunda bekleyip duracaktı...
Sorumluluk sahibi olmakla olmamak, bence hayattaki başarının sırlarından biri. Sorumluluk sahibi kişi zaten her işi başarır, her meslekte başarılı olur. Olmayan birinin de zaten umurunda olmaz!
Gelelim, Pegasus'un Sabiha Gökçen yer hizmetlerini satın aldığını düşündüğüm Çelebi AŞ'ye (yanlışsa düzeltin). Daha önce de Çelebi'nin keyfi, saygısız hatta umursamaz davranışları ile karşılaşmış, hatta blogda yazmıştım. Umursamazlıklarının nedenini anlayamıyorum. Yolcularla dalaşabiliyor, çözümsüz ortamlarda yüzgöz edebiliyorlar. Temsil ettikleri kurumu da umursadıklarını sanmıyorum. Ayrıca belirteyim, Pegasus'la sıkça yolculuk yaparım, kendi çalışanları olsa bu kadar saygısız olmazdı.
Kısacası, Çelebi AŞ, bizimle değilsin.
23 Kasım 2013
Mutluluğu hep uzaklarda aramak
Daha lise yıllarında falandım. Her gün, o günü mutlu mu geçirdiğimi mutsuz mu geçirdiğimi yazdığım bir defterim vardı. Hatırladığım kadarıyla, genelde mutsuz bir yüz çizerdim defterime.
Daima, mutluluğum bir şarta bağlı olurdu. O gün kötü bir şey olduysa, birşeylere üzüldüysem, kırıldıysam, o gün mutsuzum demekti. İstediğim bir şey olduysa, birşeye sevindiysem, o gün mutlu bir gün oluyordu.
Yani mutluluğum bir şarta bağlıydı: Beni mutsuz edecek bir şey olmamış olması ve ayrıca da beni mutlu edecek bir sebep olması şartına.
Yani mutluluğu içimde değil dışarıda arıyordum. Bulamıyordum.
Gün sonunda, sağlıklı olduğum ve ailemin varlığı ve sağlıklı olması, güzel bir okulda okumam, güzel bir şehirde yaşamam ve sevdiğim şeyleri yapabiliyor olmam, sevdiğim mesleği seçmiş olmam gibi şeyler -PEK ÇOK İNSANI OLDUĞU GİBİ- beni de mutlu etmeye yetmiyordu.
Ben, bu gerçeğe taa 35 yaşımda uyandım. Yüzlerce kitap okuyarak, kardeşimin desteğiyle ve Esra'nın ittirmesiyle.
Öğrenciyken mutluluğu arama denemelerimde kendimi depresyonda sanırken gittiğim bir psikiyatrist abim, demişti ki, "ben şimdi senin psikiyatrın olursam kendini hasta sanırsın, değilsin. Oğlak burcusun, ben de öyleyim, 35 yaşına kadar dalgalanıp sonra durulacaksın" (belki de bu beni erteledi, olabilir).
En sonunda nihayet, uyandım. Aslında şu klişenin içindeki gerçeklik payını farkettim:
"Mutluluğu uzaklarda arama, kendinde ara."
Uzun çalışmalar yaptım, kitaplar okudum, Esra'yla bitmek bilmeyen, sonu gelmeyen seanslar yaptım. Enerji alanımı değiştirmeye uğraştım.
Bir sene sonra toplamaya başladım nihayet bunun meyvelerini. Önceden hep ilk tanıştığım insanlar negatif enerji aldıklarını söylerdi, geçen hafta biri benden güzel bir pozitif enerji aldığını söyledi.. Çalışma arkadaşlarım, ailem, eşim, son bir yıldır daha mutlu, daha güleryüzlü, daha sakin, ... olduğumu söylüyor.
Bu benim en büyük ödülüm. Kalbimin ortasındaki o ağırlık, o "şarta bağlılık" kalktı. Üzücü bir şey yaşadığımda dahi artık yüreğim ağırlaşıp suratımı astırmıyor, hayatımı karartmıyor. Mutluluğumu durdurmuyor. Dün farkettim ki, savunma kalkanlarımmış beni mutsuz eden, nihayet onlardan kurtulabilmişim. Sürekli bir mağdur duygusu içimdeymiş, hep ezilen, haksızlığa uğrayan sanıyormuşum kendimi, bu yüzdenmiş sürekli tırnaklarım dışarıda gezişim.
Yok artık. Artık açığım.
Ve çok şükür ki mutluyum.
Evet, olsaydı daha iyi olurdu'larım hala var, bu da böyle olsaydı'larım da var, ama çok şükür çok şükür, sahip olduklarımın da farkındayım.
Daima, mutluluğum bir şarta bağlı olurdu. O gün kötü bir şey olduysa, birşeylere üzüldüysem, kırıldıysam, o gün mutsuzum demekti. İstediğim bir şey olduysa, birşeye sevindiysem, o gün mutlu bir gün oluyordu.
Yani mutluluğum bir şarta bağlıydı: Beni mutsuz edecek bir şey olmamış olması ve ayrıca da beni mutlu edecek bir sebep olması şartına.
Yani mutluluğu içimde değil dışarıda arıyordum. Bulamıyordum.
Gün sonunda, sağlıklı olduğum ve ailemin varlığı ve sağlıklı olması, güzel bir okulda okumam, güzel bir şehirde yaşamam ve sevdiğim şeyleri yapabiliyor olmam, sevdiğim mesleği seçmiş olmam gibi şeyler -PEK ÇOK İNSANI OLDUĞU GİBİ- beni de mutlu etmeye yetmiyordu.
Ben, bu gerçeğe taa 35 yaşımda uyandım. Yüzlerce kitap okuyarak, kardeşimin desteğiyle ve Esra'nın ittirmesiyle.
Öğrenciyken mutluluğu arama denemelerimde kendimi depresyonda sanırken gittiğim bir psikiyatrist abim, demişti ki, "ben şimdi senin psikiyatrın olursam kendini hasta sanırsın, değilsin. Oğlak burcusun, ben de öyleyim, 35 yaşına kadar dalgalanıp sonra durulacaksın" (belki de bu beni erteledi, olabilir).
En sonunda nihayet, uyandım. Aslında şu klişenin içindeki gerçeklik payını farkettim:
"Mutluluğu uzaklarda arama, kendinde ara."
Uzun çalışmalar yaptım, kitaplar okudum, Esra'yla bitmek bilmeyen, sonu gelmeyen seanslar yaptım. Enerji alanımı değiştirmeye uğraştım.
Bir sene sonra toplamaya başladım nihayet bunun meyvelerini. Önceden hep ilk tanıştığım insanlar negatif enerji aldıklarını söylerdi, geçen hafta biri benden güzel bir pozitif enerji aldığını söyledi.. Çalışma arkadaşlarım, ailem, eşim, son bir yıldır daha mutlu, daha güleryüzlü, daha sakin, ... olduğumu söylüyor.
Bu benim en büyük ödülüm. Kalbimin ortasındaki o ağırlık, o "şarta bağlılık" kalktı. Üzücü bir şey yaşadığımda dahi artık yüreğim ağırlaşıp suratımı astırmıyor, hayatımı karartmıyor. Mutluluğumu durdurmuyor. Dün farkettim ki, savunma kalkanlarımmış beni mutsuz eden, nihayet onlardan kurtulabilmişim. Sürekli bir mağdur duygusu içimdeymiş, hep ezilen, haksızlığa uğrayan sanıyormuşum kendimi, bu yüzdenmiş sürekli tırnaklarım dışarıda gezişim.
Yok artık. Artık açığım.
Ve çok şükür ki mutluyum.
Evet, olsaydı daha iyi olurdu'larım hala var, bu da böyle olsaydı'larım da var, ama çok şükür çok şükür, sahip olduklarımın da farkındayım.
5 Kasım 2013
Leuven şehrinde hissettiklerim..
Hissettiklerimi unutmamak için, bu satırları size Belçika’nın
Leuven şehrindeki otel odasında yazıyorum. Leuven’e bir kurs için geldim. Kurs
çok yoğun olduğundan mağazalarını, müzelerini gezecek, kafelerde oturup bira
içecek ya da alışveriş yapacak fırsatım yok. Ben de, bunun yerine sabahları
dersten önce ya da akşamları ders çıkışı geziyorum şehrin sokaklarını…
Herhangi bir geziyazısı okumuş olabilirsiniz Leuven ile ilgili. Ya da gitmiş olabilirsiniz. Bu bir gezi yazısı değil, bir his yazısı olacak. Ben size hissettiklerimi anlatacağım.
Herhangi bir geziyazısı okumuş olabilirsiniz Leuven ile ilgili. Ya da gitmiş olabilirsiniz. Bu bir gezi yazısı değil, bir his yazısı olacak. Ben size hissettiklerimi anlatacağım.
Seyahatim, İstanbul Atatürk Havaalanında pasaport kuyruğunda
bekleyen binlerce insanın arkasında biraz da söylenerek sıraya geçmemle
başladı. Bir yandan bekliyorum bir yandan da kuyruğun kalabalıklığı hakkında
saydırıyorum. Sonra farkettim ki, Türk Vatandaşları dışındaki kişiler için
ayrılmış olan kuyrukta bekliyorum. Tekrar söylenerek tüm o kalabalığı yara yara
bizim bölüme gittim, sadece beş kişi bekliyordu. Sonra kendime kızdım tabii..
Havaalanlarında Avrupa’da Avrupa Birliği dışındaki ülkeler için ayrılan
yerlerdeki kötü muameleye o kadar alışmışım ki, tabelalara bakmadan kalabalık
nerdeyse oraya durmuşum. Önce kendimiz değerli olduğumuza inanmazsak nasıl
değerimiz artacak ki?
Uzun bir yolculuktan sonra geldim nihayet.. Küçük bir şehir burası. Bir uçtan bir uca yarım saatte yürüyebilirsiniz. Ama herşey var. Gerçekten herşey var. Üniversite bile. Benim algımın almadığı, ülkemde olduğu gibi, şehirlerin büyüdükçe modernleşeceği, ya da gelişeceği fikrinin yanlış olduğu. Öyle gördüm ama ülkemde. Bir yer ya küçüktür ya büyük. Ya gelişmiştir, ya köy. Bu ülkelerde, sanırım bu yüzden ezberim şaşıyor. Bu ülkenin tamamı İstanbul kadar bile değil ama Avrupa Birliği’nin merkezi burda. Şu anda içinde bulunduğum kasabanın tamamı Bodrum kadar değil, ama üniversitesi, devasa kiliseleri (dışarıdan gördüğüm kadarı ile), alışveriş için bütün markaların mağazaları, kafeleri, restoranları, barları.. Her şey varoğlu var.
Anlayamadığım bu işte. Kompakt, yoğun.
Akşam yürüyüşe çıktım, bomboş sokaklarda korkayım mı diye düşündüm önce. Sonra baktım ki sokaklar boş değil. Pazar akşamıydı ve sanırım başka şehirlerden okumaya gelen öğrencilerin dönüş saatiydi. Tren istasyonundan başlayıp tüm şehre yayılan bir tıkırtı.. Ne mi? Tümü Arnavut kaldırımlı olan cadde ve kaldırımlarda tekerlekli valiz çekilme sesi. Yüzlerce valiz, yüzlerce tıkırtı bana eşlik etti yürüyüşimde..
Yağmurlu, ıslak sokaklarında yürürken değişik hissediyorum. Yaya geçidinden karşıya geçmek için bekliyorum kaldırımda, uzaktaki bir araba gelsin geçsin de ben öyle caddeye ineyim diye. Araba da gelip önümde durup, önce benim karşıya geçmemi bekliyor. Her seferinde şaşırıyorum. Bu sefer de.. Üç kez yaptım aynı şeyi, arabalara yol verdim. Saçma hissettim sonra, burada ben öncelikliyim ya, onlar bana yol verir. Bir çöp kamyonu mesela (resmini çekecektim olmadı), ön camının içi oyuncak ayılarla dolu, bildiğin sevimli bir çöp kamyonuydu, durdu, yaya geçidinden geçeyim diye.
Sokaklara ve caddelere bakan apartmanlar var, aslında İstanbul’daki gibi ama değil. Tam cadde üzerindeki dairelerde oturan aileler var. Bizde bu daireler daha ucuzdur , hem de yol üzeri diye pek kimse oturmak istemez. Burada hep aileler var bu dairelerde. Pencerelerde perde yok, yarı seviyesine kadar –yoldan içerisi görünmeyecek kadar – beyaza boyamışlar camları, akşam geçtim önlerinden, sıcak yemek kokusu geliyordu hepsinden. Kimisinde ocak başındaki annenin saçlarını gördüm, çoğunda televizyonun ışıkları görünüyordu. Yaşıyordu yani bu evler, sokaklara bakan daireler. Hatta çoğunun içerisi görünüyordu, nedense bakmak istedi canım. Bebelerine yemek yediren babalar (gördüğüm kadarıyla hepsinin birden çok, hatta ikiden de çok çocuğu var) ..
Bodrum’da yaşayan bir Belçika’lı arkadaşım hep üzülür, benim ülkemde çocuklar mutlu, burada çok baskı altında der. İşin gerçeği onu biraz anladım sanırım. Sabahları okula giden bisikletli çocuklar sağımdan solumdan geçtikçe, konuşmaları, gülüşmeleri, pedala asılmaları bana da aynı şeyi düşündürdü. Yüzlerce, binlerce çocuk bisikletle okula gidiyor. Bizim gibi sabahın karanlığında servise binmek yerine, arkadaşlarıyla bisikletle.. Çocuklardan sonra bi nebze büyüklerin sırası geldi.. Onlar da gittikten sonra, ya üniversitede okuyan ya da kurs gibi birşeylere giden ara bir yaş grubu vardı – üzülerek söylüyorum- büyük gruplar halinde sigara içen. Dersi beklerken sigara içmek için toplanmış gibilerdi okulun dışında. Anlamadığım, madem mutlu çocuklardı, neden bu kadar çok sigara içen genç vardı? Özgürlüklerini bu yönde mi değerlendiriyorlardı?
Carrefour’a bir girdim dolandım. Gördüğüm kadarıyla meyve sebze çok pahalı. Nedenini anlayamadım ama taze meyve alayım dedim, 5 euroya bir kilo muzu görünce vazgeçtim. Tarım yapmadıkları için mi acaba?
Bir Avrupa kentine her gelişimde, burada yaşamanın nasıl olduğunu hayal ediyorum. Birey olarak saygı duyulduğum, ciddiye alındığım, haklarımın olduğu bir yaşam. Ulaşımın, eğitimin kolay olduğu, okulların aynı kalitede ve ücretsiz olduğu, üniversiteye girmek için kıçını yırtmadan insan gibi çalışmakla girebildiğin.
Aslında bir yanım bunu deneyimlemiş olmayı istiyor. Bir yanım da diyor ki, dört mevsim güneş görmeyen, yazın en sıcak günleri bizim baharımız kadar sıcak olan bir yerde mutlu olamayacağımı biliyor. Ben güneş insanıyım, gölgede mutlu olamam. Eminim.
Ama gene de, keşke diyorum, vizyonum biraz daha geniş olsaymış da, en azından üniversitede okurken, ya da sonrasında, bir süreliğine gelseymişim. Bir Avrupa şehrinde bir süre yaşasaymışım. İstermişim evet. Belki çocuklarım yapacak bunu, onların peşinden geleceğim, kim bilir?
31 Ekim 2013
Ya işini sev ya da sevdiğin işi yap
Geçtiğimiz haftasonu boyunca, özellikle hastaneye gelip giderken, aklımda dolanıp duran cümle buydu. İnsanlar upuzun yıllardır mutluluğun sırrını arayıpdurur. Mutluluğun sırrını ben de tam bilmiyorum ama mutsuzluğun sırrını biliyorum:
"İşini sevmemek"..
Örneklerle anlatmak mümkün.. Aynı işi yapan kişilere bir bakın: Kimisi mutlu kimisi mutsuz. İş aynı. Ortam aynı. Maaş aynı. Neden kimisi mutlu kimisi mutsuz?
Bizim kafeteryada Gizem vardı, garson.. Güleryüzlü ve sevimli bir kız. Kimseyi kırmaz incitmez, surat asmaz. Herkesi mutlu etmeye çalışır, koşturur. İşine birşeyler katar, istemesen de arada bi kahve getirir, çocuğuna bi kurabiye verir, sana gülümser. Gizem çok mutlu bir kızdı. Onu kafeteryadan alıp ön büroya yükselttiler. Bir nevi terfi yani. Çalışkanlığı ve güleryüzü hakettiğini buldu sonunda.
Bir de gerçek var, Gizem garsonluktan ayrılmak isterdi hep! Bunu ben biliyordum, kimse bilmezdi. Çünkü o nasılsa ayrılmak istediği için hiç işini baştan savma yapmadı, bozmadı. Elinden gelenin en iyisini yaptı. Garsondu ve en iyisi olmaya uğraştı. Garson olduğu için hoşnut değildi ama bunu bir kez bile belli ettiğini görmedim.
Diğer garsonlara soruyorum, niye suratın asık, mutsuzsun diye, diyorlar ki, siz burda kaç kişi çalışıyoruz biliyor musunuz, koca kafeteryada kaç kişiyiz (Gizem de kaç kişiydi?), maaşımız ne kadar biliyor musunuz (Gizem'in de aynıydı).. Gece kaçta çıktım biliyor musunuz? Falan falan. Sebep çok yani.
Mutsuzluğa neden daha kolay bulunuyor, biliyor musunuz?
Kısacası, çalıştığın işi sev. İlla ki sevmiyorsan, değiştir. Ama elinden gelenin en iyisini yap, yapabildiğinin en iyisini yap. İntikamını işinin kalitesinden alma.
İşimiz bizim kendimizi ifade biçimimiz. Kendimizi ifade edemediğimiz bir işte dirsek çürütmek zor geliyorsa, işi değiştirmeli, mutlu olacağımız işi bulmak gerek.
Yaptığınız işe kendinizden birşeyler katmaya başarırsanız anlamını bulur. Sebat ederseniz, enerjinizi verirseniz yükselmeyi başarırsınız. Zaten sebat edenler eninde sonunda yükselecektir.
Kısacası, ya işinizi sevin ya da sevdiğiniz işi yapın!
"İşini sevmemek"..
Örneklerle anlatmak mümkün.. Aynı işi yapan kişilere bir bakın: Kimisi mutlu kimisi mutsuz. İş aynı. Ortam aynı. Maaş aynı. Neden kimisi mutlu kimisi mutsuz?
Bizim kafeteryada Gizem vardı, garson.. Güleryüzlü ve sevimli bir kız. Kimseyi kırmaz incitmez, surat asmaz. Herkesi mutlu etmeye çalışır, koşturur. İşine birşeyler katar, istemesen de arada bi kahve getirir, çocuğuna bi kurabiye verir, sana gülümser. Gizem çok mutlu bir kızdı. Onu kafeteryadan alıp ön büroya yükselttiler. Bir nevi terfi yani. Çalışkanlığı ve güleryüzü hakettiğini buldu sonunda.
Bir de gerçek var, Gizem garsonluktan ayrılmak isterdi hep! Bunu ben biliyordum, kimse bilmezdi. Çünkü o nasılsa ayrılmak istediği için hiç işini baştan savma yapmadı, bozmadı. Elinden gelenin en iyisini yaptı. Garsondu ve en iyisi olmaya uğraştı. Garson olduğu için hoşnut değildi ama bunu bir kez bile belli ettiğini görmedim.
Diğer garsonlara soruyorum, niye suratın asık, mutsuzsun diye, diyorlar ki, siz burda kaç kişi çalışıyoruz biliyor musunuz, koca kafeteryada kaç kişiyiz (Gizem de kaç kişiydi?), maaşımız ne kadar biliyor musunuz (Gizem'in de aynıydı).. Gece kaçta çıktım biliyor musunuz? Falan falan. Sebep çok yani.
Mutsuzluğa neden daha kolay bulunuyor, biliyor musunuz?
Kısacası, çalıştığın işi sev. İlla ki sevmiyorsan, değiştir. Ama elinden gelenin en iyisini yap, yapabildiğinin en iyisini yap. İntikamını işinin kalitesinden alma.
İşimiz bizim kendimizi ifade biçimimiz. Kendimizi ifade edemediğimiz bir işte dirsek çürütmek zor geliyorsa, işi değiştirmeli, mutlu olacağımız işi bulmak gerek.
Yaptığınız işe kendinizden birşeyler katmaya başarırsanız anlamını bulur. Sebat ederseniz, enerjinizi verirseniz yükselmeyi başarırsınız. Zaten sebat edenler eninde sonunda yükselecektir.
Kısacası, ya işinizi sevin ya da sevdiğiniz işi yapın!
26 Ekim 2013
Bugünün güzel bir gün olması için neye ihtiyacım var?
Sabahın köründe gelen saçma telefonlarla başladığım gıcık bir gün. Mutlu bir güne dönüşmesi benim elimde. Biliyorum.
Tüm kodlara sahibim.
Ama bazen olmuyor ya, bugün o günlerden biri.
Şimdi değiştiriyorum.
Bugün güzel bir gün. Evet hem de harika bir gün. Güneşli bir ekim günü. Bahar.
Bugünün güzel bir gün olması için ışığa ihtiyacım var (o da benim içimde). Güzel birkaç gülümsemeye ihtiyacım olabilir (nerden bulunur ki?) aynaya bakıp kendim gülümserim olmazsa)
Sıcak bir merhaba da fena olmazdı.
Bugün güzel bir gün.
Günaydın.
Tüm kodlara sahibim.
Ama bazen olmuyor ya, bugün o günlerden biri.
Şimdi değiştiriyorum.
Bugün güzel bir gün. Evet hem de harika bir gün. Güneşli bir ekim günü. Bahar.
Bugünün güzel bir gün olması için ışığa ihtiyacım var (o da benim içimde). Güzel birkaç gülümsemeye ihtiyacım olabilir (nerden bulunur ki?) aynaya bakıp kendim gülümserim olmazsa)
Sıcak bir merhaba da fena olmazdı.
Bugün güzel bir gün.
Günaydın.
23 Ekim 2013
Güne nasıl başlamak
Sanırım bu hayattaki en önemli sorunsal.
Güne nasıl başlamalı? Uff uykum bölündü diyerek mendebur mu başlamalı? Yoksa heyoo yeni bir gün başladı diye keyifli mi....
İki çocuğum arasındaki fark tam da bu olduğundan çok net görüyorum aradaki farkın yarattığı farkı. Birisini saat kaçta uyandırırsan uyandır, gülerek "günaydın annem" derken, diğerini kaçta uyandırırsan uyandır mendeburca "ufff" der ve ekşiyecek bir mutsuzluk kaynağı bulur. Akşam neyle uyuduysa onunla uyanır, mesela, yatarken ışığı açık bırak demiştir ve ben bırakmamışımdır ya, onu söyleyip, ama sen böyle yapmıştın diye ağlar.
Bu insanın kontrol edemediği, yapısından gelen, içinden gelen birşey biliyorum. Elinde değil. Öyleyse öyle.
Sanırdım.. Ama değil-miş, öğrenilebilirmiş. Nasıl mutlu olmak öğrenilebilirse, güne mutlu başlamak da öğrenilebilirmiş.
Yani uzak doğu felsefe kitaplarında yazan, güne güzel başlangıç için teşekkür et, hayata sana sundukları için minnet duy, bıdı bıdılar işe yarıyormuş hakkaten.
Acayip ama bende böyle oldu. Bir süre sonra, sabahları uyandığımda işe doğru yoldayken, bu güzel günü de yaşama şansı bulduğum için minnet dolu hissetmeye başladım kendimi. Bunun için Allah'a şükretmeyi ihmal etmemeye başladım.
Evet, şükür, zira yaşıyoruz ve aslında ne istiyorsak ona sahibiz. (Bu apayrı bir yazının konusu: Evet ne istiyorsak tastamam ona sahibiz. Ama ben daha çok para daha çok bişey istiyorum... diyenleri duyar gibiyim. Aslında, NE İSTİYORSAK ONA SAHİBİZ. İstediklerimizi daha yürekten, daha inanarak, daha güvenerek istersek, inanarak dua edersek kesinlikle gerçekleşir ve ona sahip oluruz. Ya da tersinden söylersek, neyi yürekten istiyor ve neye sahip olacağımıza inanıyorsak ona sahip olabiliriz anca.)
Kısacası, şunu öneriyorum: Uyanınca, yani yeni bir güne başlarken, şöyle bir deriiin nefes alıp (mümkünse camı açın bir, temiz hava içeri dolsun), sonra bir bakın bakalım: Ne kadar da güzel bir gün değil mi?
Değil mi?
O zaman hadi, bu günü ne kadar güzel bir güne çevirin. Buna gücünüz var, inanın.
Hadi günaydın!
Güne nasıl başlamalı? Uff uykum bölündü diyerek mendebur mu başlamalı? Yoksa heyoo yeni bir gün başladı diye keyifli mi....
İki çocuğum arasındaki fark tam da bu olduğundan çok net görüyorum aradaki farkın yarattığı farkı. Birisini saat kaçta uyandırırsan uyandır, gülerek "günaydın annem" derken, diğerini kaçta uyandırırsan uyandır mendeburca "ufff" der ve ekşiyecek bir mutsuzluk kaynağı bulur. Akşam neyle uyuduysa onunla uyanır, mesela, yatarken ışığı açık bırak demiştir ve ben bırakmamışımdır ya, onu söyleyip, ama sen böyle yapmıştın diye ağlar.
Bu insanın kontrol edemediği, yapısından gelen, içinden gelen birşey biliyorum. Elinde değil. Öyleyse öyle.
Sanırdım.. Ama değil-miş, öğrenilebilirmiş. Nasıl mutlu olmak öğrenilebilirse, güne mutlu başlamak da öğrenilebilirmiş.
Yani uzak doğu felsefe kitaplarında yazan, güne güzel başlangıç için teşekkür et, hayata sana sundukları için minnet duy, bıdı bıdılar işe yarıyormuş hakkaten.
Acayip ama bende böyle oldu. Bir süre sonra, sabahları uyandığımda işe doğru yoldayken, bu güzel günü de yaşama şansı bulduğum için minnet dolu hissetmeye başladım kendimi. Bunun için Allah'a şükretmeyi ihmal etmemeye başladım.
Evet, şükür, zira yaşıyoruz ve aslında ne istiyorsak ona sahibiz. (Bu apayrı bir yazının konusu: Evet ne istiyorsak tastamam ona sahibiz. Ama ben daha çok para daha çok bişey istiyorum... diyenleri duyar gibiyim. Aslında, NE İSTİYORSAK ONA SAHİBİZ. İstediklerimizi daha yürekten, daha inanarak, daha güvenerek istersek, inanarak dua edersek kesinlikle gerçekleşir ve ona sahip oluruz. Ya da tersinden söylersek, neyi yürekten istiyor ve neye sahip olacağımıza inanıyorsak ona sahip olabiliriz anca.)
Kısacası, şunu öneriyorum: Uyanınca, yani yeni bir güne başlarken, şöyle bir deriiin nefes alıp (mümkünse camı açın bir, temiz hava içeri dolsun), sonra bir bakın bakalım: Ne kadar da güzel bir gün değil mi?
Değil mi?
O zaman hadi, bu günü ne kadar güzel bir güne çevirin. Buna gücünüz var, inanın.
Hadi günaydın!
22 Ekim 2013
Kakaolu fındıklı kek kokusu
Nedense, hemen hemen herkese "çocukluk anısı deyince aklına ne geliyor?" diye sorsanız, "mutfaktan gelen annemin yaptığı kek / kurabiye kokusu" der.
Ben yıllardır, buna üzülüp durdum. Hani mutfakla ilgim yoktu ya, hani yağda yumurta kırmayı bile beceremezdim ya, hani yemek yapamazdım ya..
Çocuklarımın anılarında benim onlara kek yaptığım yer etmeyecek.. Okuldan geldiklerinde sıcak kek yeyip süt içemeyecekler (çünkü zaten onları karşılayan ben olmayacağım :( diye üzülüp dururdum.. Son birkaç yıldır kalıplarını yık, şartlanmalarını boz, gibi kişisel gelişim şeyleri üzerinde çalıştığımdan, bir gün kendime, neden mutfakta kötü olayım ki? diye sorup girdim mutfağa..
Aaa bir de baktım ki, aslında mutfakta iyiydim!!
Nasıl yaniydi!
Krep yapmıştım, hem de nefis olmuştu. Tam olarak şöyle gelişmişti, görümcem her gün ama her gün yanımda krep yapardı ve ben (nedense!) tüm öğretme çabalarına direnip, yapamam ben demiştim. Sonunda bir gün, markette kreplerle ilgili bir dergi görüp, alıp eve getirdim.
İlk denemede: Bingo!
Şahane krepler. Sonra daha şahane bi sürü şey yaptım. Yapabildim. İşin gerçeği, neyi denersem yapabildim.
Hem de çocuklarım bayıla bayıla yediler.
Ama benim tedirginliğim geçmemişti henüz, hala yapabilir miyim acaba'yı atamamıştım içimden.
Bayramda otururken, dedim ki, hadi kek yapayım çayın yanına (sanki daha önce hiç kek yapmışım gibi). Neli olsun, evde fındık ve kakao var, en iyisi fındıklı ve kakaolu olsun.
Sonra kayınvalidemin mutfağına girip, daha önce her gün yaptığım bir şeymiş gibi HARİKA bir fındıklı kakaolu kek yaptım! Kendim bile bayıldım, harika oldu. Sonra iki gün sonra bu sefer kardeşlerimle otururken, büyük bir kendine güvenle, dedim ki, hadi size bi kek yapayım.
Gittim, yaptım.
Nefis oldu.
Bu olaylardan çıkardığım dersler:
1. Kalıplarını kır. Ne olursa olsun, yapabilirsin. Asla yapamam deme, yapabilirsin..
2. Fındıklı kekin fındıklarını bütün olarak koymayın, pişince kötü oluyor. Havanda ezerken güzelce ezin.
3. Kek kalıbını tereyağla yağlayın.
Afiyet olsun.
Ben yıllardır, buna üzülüp durdum. Hani mutfakla ilgim yoktu ya, hani yağda yumurta kırmayı bile beceremezdim ya, hani yemek yapamazdım ya..
Çocuklarımın anılarında benim onlara kek yaptığım yer etmeyecek.. Okuldan geldiklerinde sıcak kek yeyip süt içemeyecekler (çünkü zaten onları karşılayan ben olmayacağım :( diye üzülüp dururdum.. Son birkaç yıldır kalıplarını yık, şartlanmalarını boz, gibi kişisel gelişim şeyleri üzerinde çalıştığımdan, bir gün kendime, neden mutfakta kötü olayım ki? diye sorup girdim mutfağa..
Aaa bir de baktım ki, aslında mutfakta iyiydim!!
Nasıl yaniydi!
Krep yapmıştım, hem de nefis olmuştu. Tam olarak şöyle gelişmişti, görümcem her gün ama her gün yanımda krep yapardı ve ben (nedense!) tüm öğretme çabalarına direnip, yapamam ben demiştim. Sonunda bir gün, markette kreplerle ilgili bir dergi görüp, alıp eve getirdim.
İlk denemede: Bingo!
Şahane krepler. Sonra daha şahane bi sürü şey yaptım. Yapabildim. İşin gerçeği, neyi denersem yapabildim.
Hem de çocuklarım bayıla bayıla yediler.
Ama benim tedirginliğim geçmemişti henüz, hala yapabilir miyim acaba'yı atamamıştım içimden.
Bayramda otururken, dedim ki, hadi kek yapayım çayın yanına (sanki daha önce hiç kek yapmışım gibi). Neli olsun, evde fındık ve kakao var, en iyisi fındıklı ve kakaolu olsun.
Sonra kayınvalidemin mutfağına girip, daha önce her gün yaptığım bir şeymiş gibi HARİKA bir fındıklı kakaolu kek yaptım! Kendim bile bayıldım, harika oldu. Sonra iki gün sonra bu sefer kardeşlerimle otururken, büyük bir kendine güvenle, dedim ki, hadi size bi kek yapayım.
Gittim, yaptım.
Nefis oldu.
Bu olaylardan çıkardığım dersler:
1. Kalıplarını kır. Ne olursa olsun, yapabilirsin. Asla yapamam deme, yapabilirsin..
2. Fındıklı kekin fındıklarını bütün olarak koymayın, pişince kötü oluyor. Havanda ezerken güzelce ezin.
3. Kek kalıbını tereyağla yağlayın.
Afiyet olsun.
20 Ekim 2013
İmdat! Bloğuma ne oldu?
Lütfen bir bilen bana söylesin: Yazılarımın içindeki bazı kelimelere verilen linklerle tuhaf reklamlar ekleniyor. Önleyemiyorum.
Bunun sebebi / çözümü nedir?
Herhangi bir maddi kazancım olmayan bu reklamları yok edemezsem bloğumu yok etmek zorunda kalacağım :(
Lütfen bir bilen bana yazar mı?
Bunun sebebi / çözümü nedir?
Herhangi bir maddi kazancım olmayan bu reklamları yok edemezsem bloğumu yok etmek zorunda kalacağım :(
Lütfen bir bilen bana yazar mı?
Çocuklarla 2600 km yolculuk: Ne kadarı macera, ne kadarı delilik?
Bayram yolculuğu yazıları gelir benden arada.. Memleketten uzak olunca, İstanbul - Gaziantep - İskenderun arası arabayla gitmiş ve dönmüşlüğümüz var. Ama bu kadar uzununu, konaklamadan, uzunca duraklamadan, bir solukta gitmişliğimiz olmamıştı.
Bodrum - Erzin (İskenderun), yaklaşık 1200 km.. Otoban, Pozantı'ya kadar, hemen hemen hiç yok. Yollar "eh fena değil"le "ne bu böyle" arasında.
Çocukların biri 6,5 - diğeri 4,5 yaşında.
Ben, benzer bir seyahate çıkmayı planlayanlar için yaptığım hazırlıklardan bahsedeyim. Zira, bu yolculuk gayet iyiydi.
Tekrar ediyorum, gayet iyiydi. Arka koltukta yaklaşık 16 saat birlikte oturan, onlar için hazırladığım aktivitelerle oyalanan, biri kız biri erkek, gayet iyi idare ettiler - ki benim için bile yeterince yorucu idi!
Her yolculukta yaptığım gibi bu sefer de onlara, daha önce görmedikleri kitaplar / oyuncaklar vs.'den oluşan birer çanta hazırladım. İçine boya kalemleri, bir kaçminik oyuncak, su, kitap ve dergi koydum.
Resim yapmaca, boyamaca, kitap okumaca...
6-7 yaştakiler için olan bil bakalım tarzı birbirine bağlı kartlardan oluşan bir kitabımsı almıştım. İçinde sorular var, artık okuma yazma bilen ablamız okudu, biz de bilgi yarışması kıvamında cevap bulmaya çalıştık.
Yeni sayısını merakla bekledikleri Meraklı Minik dergisini almıştım.
Bir kaç yeni CD aldım (Ice Age, Madagaskar, Tom ve Jerry...) Her birinin kendine ait DVD player'ları var, onları şarj etmiştim.
Aralarda çok sık durmak zorunda kalmayalım ve elleri oyalansın diye, kuruyemiş (fındık, badem, üzüm) verdim ellerine, plastik bardaklara koyup. Bir de börek ve elma almıştım. Onları yediler. Son dönemeçte artık Jelibon vermek zorunda kaldım, ki dönüşte son iki saat ben bile arızaya geçtim, hem açlık hem yorgunluktan.
Son kozumuz ipad ve iphone'lar idi. En son dönüşte, artık mızmızlanmaya başladıklarında başvurduk. Giderken gerek olmamıştı.
Ben sadece dönüşte üç saat araba kullandım, babamız sağolsun bütün yükü aldı, ben de bebekler için oyalama taktikleri geliştirdim ve bol bol kitap okudum.
Giderken ve dönerken, Akşehir'de bir yemek molası verdik, yolun ortası. Dönüşte bunun dışında sadece tuvalet molası verdik! Çünkü bayram dönüşü olduğundan yavaş geldik, vakit kaybetmek istemediğimizden molalardan çaldık.. Çok şükür kazasız belasız geldik.
Yine de son olarak söylemek istediğim şu:
Home sweet home....
Bodrum - Erzin (İskenderun), yaklaşık 1200 km.. Otoban, Pozantı'ya kadar, hemen hemen hiç yok. Yollar "eh fena değil"le "ne bu böyle" arasında.
Çocukların biri 6,5 - diğeri 4,5 yaşında.
Ben, benzer bir seyahate çıkmayı planlayanlar için yaptığım hazırlıklardan bahsedeyim. Zira, bu yolculuk gayet iyiydi.
Tekrar ediyorum, gayet iyiydi. Arka koltukta yaklaşık 16 saat birlikte oturan, onlar için hazırladığım aktivitelerle oyalanan, biri kız biri erkek, gayet iyi idare ettiler - ki benim için bile yeterince yorucu idi!
Her yolculukta yaptığım gibi bu sefer de onlara, daha önce görmedikleri kitaplar / oyuncaklar vs.'den oluşan birer çanta hazırladım. İçine boya kalemleri, bir kaçminik oyuncak, su, kitap ve dergi koydum.
Resim yapmaca, boyamaca, kitap okumaca...
6-7 yaştakiler için olan bil bakalım tarzı birbirine bağlı kartlardan oluşan bir kitabımsı almıştım. İçinde sorular var, artık okuma yazma bilen ablamız okudu, biz de bilgi yarışması kıvamında cevap bulmaya çalıştık.
Yeni sayısını merakla bekledikleri Meraklı Minik dergisini almıştım.
Bir kaç yeni CD aldım (Ice Age, Madagaskar, Tom ve Jerry...) Her birinin kendine ait DVD player'ları var, onları şarj etmiştim.
Aralarda çok sık durmak zorunda kalmayalım ve elleri oyalansın diye, kuruyemiş (fındık, badem, üzüm) verdim ellerine, plastik bardaklara koyup. Bir de börek ve elma almıştım. Onları yediler. Son dönemeçte artık Jelibon vermek zorunda kaldım, ki dönüşte son iki saat ben bile arızaya geçtim, hem açlık hem yorgunluktan.
Son kozumuz ipad ve iphone'lar idi. En son dönüşte, artık mızmızlanmaya başladıklarında başvurduk. Giderken gerek olmamıştı.
Ben sadece dönüşte üç saat araba kullandım, babamız sağolsun bütün yükü aldı, ben de bebekler için oyalama taktikleri geliştirdim ve bol bol kitap okudum.
Giderken ve dönerken, Akşehir'de bir yemek molası verdik, yolun ortası. Dönüşte bunun dışında sadece tuvalet molası verdik! Çünkü bayram dönüşü olduğundan yavaş geldik, vakit kaybetmek istemediğimizden molalardan çaldık.. Çok şükür kazasız belasız geldik.
Yine de son olarak söylemek istediğim şu:
Home sweet home....
11 Ekim 2013
Sağlıklı beslenmenin aile bütçesine etkisi: Analiz
Aslında, eskinin tabiriyle "sağlıklı" yeninin tabiriyle "organik" adı altında üretilen / pazarlanan besinler, gerçekten de marketlerde satılan, seri üretim çemberinden geçen ve çok hızlı tüketilen benzerlerine göre daha pahalı. Örnek olması için bir kaç fiyat vereyim. Bu ürünlerin market fiyatlarını tam bilmemekle birlikte, ben, serbest dolaşan tavuk yumurtasının tanesini 1 TL'den, taze sağım tek inekten elde edilen sütün kilosunu 2 TL'den, serbest dolaşan tavuk etini, ortalama büyüklükte ve henüz kesilmiş / temizlenmiş bir tüm tavuğu 25 TL'den alıyorum. Pazardan alınan sebze / meyvelerin fiyatını veremem, ama marketten daha ucuz olduğunu sanmıyorum.
Ekmeğe para vermiyorum, kendim yapıyorum. Ama çöpe giden ekmek oranı hemen hemen sıfır dilime düştüğü için, orda kazançlıyız. Fiyat olarak olmasa da prensip olarak kazançlıyız.
Şimdi gelelim aile bütçesine olan katkıya.
Market alışveriş listesinin önemli bir kısmını haftada en az bir ya da iki kez alınan süt yumurta ekmek yoğurt gibi tüketim maddeleri alıyordu. Şimdi yoğurdu da evde yapıyoruz. Sütçüye ve yumurtacuya elden verdiğim para ayda ortalama 180 TL.
Markete girdiğimizde asıl yekünü tutan bunlar değildi aslında. Bu gerçeği epeydir farketmiştim. Listede yazılı olmayan, tüketim toplumu olmanın getirdiği harcamalar, her girişimizde en az 200 - 250 TL'lik alışverişle çıkmamızı sağlıyordu. Bunlar neler mi, küçük kutularda çukulatalı muzlu vs sütler, yarısı yenmeyip çöpe giden haribolar, çukulatalar, bisküviler, asla çukulatası yenmeyen oyuncağı ile de oynanmayan, açılır açılmaz heyecanı biten ve çöpe giden süpriz yumurtalar (çocuklar anne abur cubur alalım diye ifade eder), alınıp okunmayan dergiler, lüzum olmadığı halde ucuz diye alınan tabak çanaklar, havlular, yani aklıma bile gelmeyen gereksiz neler neler. Bir keresinde markete süt almaya gidip 12 kişilik tabak takımı almışlığım var! Ya da bu haftasonu, markete girip basketbol potası aldık mesela! Bu benim kendimi tutamamamla ilgili değil. Uzun süredir ihtiyacımız olan (olduğunu sandığımız) herhangi bir şeyin, indirimde / kampanyada olduğunu görünce almakla ilgili birşey.
Sonuçta gereksiz kalemlerin oluşturduğu bu masraf, markete gidiş sıklığımızın azalması ile doğru orantılı olarak azaldı.
Gelelim buzdolabımızdan çıkarttığımız tüketim ürünlerine. Aslında önemli bir yekün tutan içecekler vardı. Kola, meyve suları, dediğim gibi meyveli sütler, gazozlar gibi kutu kutu aldığımız bardak bardak içtiğimiz ve hatta çocuklarımıza da içirdiğimiz bol şekerli olması dışında hiçbir yararı olmayan, zararlı kalori depoları. Bunlar artık nadiren (diyelim ki ayda bir şişe kola) alınıyor. İŞin enteresanı, ayda bir dışarıda falan içtiğimizde mesela kola, eşime bile çok şekerli gelmeye başladılar :) Bir kola düşkünüdür kendisi :)
Kısacası, aslında tek tek düşünüldüğünde daha pahalı gibi gelen sağlıklı besinler, toplamda (bence) bizim aile bütçemizdeki mutfak masraflarının yerini yarı yarıya azalttı. Tabii asıl gerçek sonucu birkaç ay sonra kredi kartı ekstrelerine bakınca verebileceğim ama şimdilik bana böyle geldi.
Ekmeğe para vermiyorum, kendim yapıyorum. Ama çöpe giden ekmek oranı hemen hemen sıfır dilime düştüğü için, orda kazançlıyız. Fiyat olarak olmasa da prensip olarak kazançlıyız.
Şimdi gelelim aile bütçesine olan katkıya.
Market alışveriş listesinin önemli bir kısmını haftada en az bir ya da iki kez alınan süt yumurta ekmek yoğurt gibi tüketim maddeleri alıyordu. Şimdi yoğurdu da evde yapıyoruz. Sütçüye ve yumurtacuya elden verdiğim para ayda ortalama 180 TL.
Markete girdiğimizde asıl yekünü tutan bunlar değildi aslında. Bu gerçeği epeydir farketmiştim. Listede yazılı olmayan, tüketim toplumu olmanın getirdiği harcamalar, her girişimizde en az 200 - 250 TL'lik alışverişle çıkmamızı sağlıyordu. Bunlar neler mi, küçük kutularda çukulatalı muzlu vs sütler, yarısı yenmeyip çöpe giden haribolar, çukulatalar, bisküviler, asla çukulatası yenmeyen oyuncağı ile de oynanmayan, açılır açılmaz heyecanı biten ve çöpe giden süpriz yumurtalar (çocuklar anne abur cubur alalım diye ifade eder), alınıp okunmayan dergiler, lüzum olmadığı halde ucuz diye alınan tabak çanaklar, havlular, yani aklıma bile gelmeyen gereksiz neler neler. Bir keresinde markete süt almaya gidip 12 kişilik tabak takımı almışlığım var! Ya da bu haftasonu, markete girip basketbol potası aldık mesela! Bu benim kendimi tutamamamla ilgili değil. Uzun süredir ihtiyacımız olan (olduğunu sandığımız) herhangi bir şeyin, indirimde / kampanyada olduğunu görünce almakla ilgili birşey.
Sonuçta gereksiz kalemlerin oluşturduğu bu masraf, markete gidiş sıklığımızın azalması ile doğru orantılı olarak azaldı.
Gelelim buzdolabımızdan çıkarttığımız tüketim ürünlerine. Aslında önemli bir yekün tutan içecekler vardı. Kola, meyve suları, dediğim gibi meyveli sütler, gazozlar gibi kutu kutu aldığımız bardak bardak içtiğimiz ve hatta çocuklarımıza da içirdiğimiz bol şekerli olması dışında hiçbir yararı olmayan, zararlı kalori depoları. Bunlar artık nadiren (diyelim ki ayda bir şişe kola) alınıyor. İŞin enteresanı, ayda bir dışarıda falan içtiğimizde mesela kola, eşime bile çok şekerli gelmeye başladılar :) Bir kola düşkünüdür kendisi :)
Kısacası, aslında tek tek düşünüldüğünde daha pahalı gibi gelen sağlıklı besinler, toplamda (bence) bizim aile bütçemizdeki mutfak masraflarının yerini yarı yarıya azalttı. Tabii asıl gerçek sonucu birkaç ay sonra kredi kartı ekstrelerine bakınca verebileceğim ama şimdilik bana böyle geldi.
10 Ekim 2013
Diş tellerimle ilk günlerim ve hissettiklerim: Erişkin ortodontisi
Diş teli taktırmayı planlayan / korktuğu için kaçan / düşünme aşamasında olan birçok erişkin bana soruyor şimdi: Memnun muyum?
Ben tabii artık diş tellerimle ilk yarım-haftamı geçirdiğim için artık uzman sayılırım :) Hemen fikirlerimi beyan edeyim o halde.
Önce iki dişim çekildi, hem de üst her iki taraftan 4. dişler. Baba dişler yani! Benim diş konusuyla ilişkimi bilenler bilir, aslında düşündüm de ağrı eşiği yüksek biriyim ama dişle ilgili hiçbirşeyi tolere edemiyorum. Sebebi çocukluk travmam. Diş mirasım da kötü, 18 (yazıyla on sekiz) dolgum var ve sanırım en çok zaten 20 dişim falan var. Bu nedenle hayatımın hatırı sayılır bir kısmı dişçi koltuklarında geçti. Bu bilgilerden sonra, bu iki dişi çektirmenin benim için zor olduğunu anlamışsınızdır. Bu nedenle anestezi altında çekildi dişlerim. Dişhekimi arkadaşım Berna, arkadaşlığımızın bozulmasını istemediği için :) bu talebimi kabul etti. Anestezi uzmanı arkadaşım Haluk abi de beni kırmadı ve kısa bir sedasyonla, yaklaşık 40 dk ya da 1 saatte çok şükür sorunsuzca çekildi dişlerim.
Sonrasındaki iki gün benim için zor geçti. Çekilen dişlerin yerleri, yanları, yöreleri ağrıdı. Daha çok da stresi yetti, zaten dokunamıyorum, bakamıyorum, bir de unutup çiğniyorum boşluğun içine bir şey lokma vs giriyor, acıtıyor.. Derken.. Tellerin takılma günü geldi.
Takılması zor değildi. Bütün dişlerin üzerine braket adı verilen birer parça yapıştırdılar. Braket, üzerine tellerin monte edildiği tutacak gibi bir şey. Benimkiler porselen, diş renginde. Bir de metal olanları ve şeffaf olanları var. Farkı fiyatları :) Takılırken sanırım dolgu yapıştırıcısı gibi birşeyle dişlerin üzerine tek tek yapıştırıyor, ağrısız. Sonra üzerine teli geçirip tek tek braketlere klipsliyor. Burada kıtırt diye hissediliyor takışı.
Sonra gayet mutlu çıktım oradan. Teller hiç belli olmuyor, gerçekten de (söylemiştiler de inanmamıştım), 1 metre yakından bakılmadığı sürece gözükmüyor. Sadece dudağımın altında sakız saklamışım gibi bir kabarıklık var.
Sonra, kimsenin bana söylemediği (korkmamı istememişler, yaşayarak öğrenmemi istemişler) mesele: Teller dudaklarımın ve yanaklarımın iç kısımlarını haşat etti! İlk gece telin en ucu o kadar çok battı ki yanaklarıma acıdan uyuyamadım. Meğer mum diye bir şey varmış ve tellerin ve braketlerin üzerine yapıştırılıyormuş ve yanakları koruyormuş. Ertesi sabah hemen koştum, telin uzantılarını kestirdim, mumumu aldım ve mutluluk! Kısacası tüm sıkıntıları hekimle paylaşmak gerek, unuttukları veya ihmal ettikleri bir detay hayat kurtarıcı olabilir... Şimdi batan yerleri mumla kaplıyorum ve rahat ettim. Bir süre sonra bu yaralar geçecekmiş..
Gelelim asıl beni ilgilendiren kısmına: Yemek yiyemiyorum! Böylelikle de kilo veriyorum.. Aslında bir yan etki olan bu etki, benim işime geldi açıkçası. Mesela şimdi bu yazıyı yazarken arkadaşım çekirdeksiz üzüm getirdi, bir tane ağzıma attım ve dişim o kadar acıdı ki gerisini yiyemedim, çekilen dişin boşluğuna battı çünkü :( İki sebepten yiyemiyorum, birincisi dişlerim çekileli daha dört gün oldu ve yerleri çok acıyor, ikincisi dişlerim ağrıyor :) Hareket ettikleri için hassaslar ve güçlü çiğneyemiyorum, bebekler gibi ezilebilir şeyleri veya çorba yoğurt gibi sulu şeyleri yiyebiliyorum. Kısacası güçlü çiğneme yapamıyorum. Bu da geçici bir hismiş, zamanla alışacak ve yiyebilecekmişim...
Şimdi gelelim asıl soruya: Diş telleri ağrılı bir şey mi? Dört gündür teli olan bir uzman olarak yanıtlayayım. Evet ağrılı (acısız güzellik olmaz!). Ama dayanılmaz bir ağrı değil. Daha çok bir gerginlik hissi var dişlerimde, gerilme ve çekilme gibi. Ara ara ağrıyor, ara ara kulağımda bir gıcırtı sesi oluyor. Ama genelde ağzımda bir baskı ve dolgunluk var. Dayanabilirim. Şimdiye dek sadece iki kez ağrı kesici ihtiyacım oldu..
Güzel olacak. Yıllardır kaçıyordum, boşuna kaçmışım..
Herşey çok güzel olacak :) Buyrun bu öncesi:
Resmi büyütmeden göremediniz di mi tellerimi :))))
Ben tabii artık diş tellerimle ilk yarım-haftamı geçirdiğim için artık uzman sayılırım :) Hemen fikirlerimi beyan edeyim o halde.
Önce iki dişim çekildi, hem de üst her iki taraftan 4. dişler. Baba dişler yani! Benim diş konusuyla ilişkimi bilenler bilir, aslında düşündüm de ağrı eşiği yüksek biriyim ama dişle ilgili hiçbirşeyi tolere edemiyorum. Sebebi çocukluk travmam. Diş mirasım da kötü, 18 (yazıyla on sekiz) dolgum var ve sanırım en çok zaten 20 dişim falan var. Bu nedenle hayatımın hatırı sayılır bir kısmı dişçi koltuklarında geçti. Bu bilgilerden sonra, bu iki dişi çektirmenin benim için zor olduğunu anlamışsınızdır. Bu nedenle anestezi altında çekildi dişlerim. Dişhekimi arkadaşım Berna, arkadaşlığımızın bozulmasını istemediği için :) bu talebimi kabul etti. Anestezi uzmanı arkadaşım Haluk abi de beni kırmadı ve kısa bir sedasyonla, yaklaşık 40 dk ya da 1 saatte çok şükür sorunsuzca çekildi dişlerim.
Sonrasındaki iki gün benim için zor geçti. Çekilen dişlerin yerleri, yanları, yöreleri ağrıdı. Daha çok da stresi yetti, zaten dokunamıyorum, bakamıyorum, bir de unutup çiğniyorum boşluğun içine bir şey lokma vs giriyor, acıtıyor.. Derken.. Tellerin takılma günü geldi.
Takılması zor değildi. Bütün dişlerin üzerine braket adı verilen birer parça yapıştırdılar. Braket, üzerine tellerin monte edildiği tutacak gibi bir şey. Benimkiler porselen, diş renginde. Bir de metal olanları ve şeffaf olanları var. Farkı fiyatları :) Takılırken sanırım dolgu yapıştırıcısı gibi birşeyle dişlerin üzerine tek tek yapıştırıyor, ağrısız. Sonra üzerine teli geçirip tek tek braketlere klipsliyor. Burada kıtırt diye hissediliyor takışı.
Sonra gayet mutlu çıktım oradan. Teller hiç belli olmuyor, gerçekten de (söylemiştiler de inanmamıştım), 1 metre yakından bakılmadığı sürece gözükmüyor. Sadece dudağımın altında sakız saklamışım gibi bir kabarıklık var.
Sonra, kimsenin bana söylemediği (korkmamı istememişler, yaşayarak öğrenmemi istemişler) mesele: Teller dudaklarımın ve yanaklarımın iç kısımlarını haşat etti! İlk gece telin en ucu o kadar çok battı ki yanaklarıma acıdan uyuyamadım. Meğer mum diye bir şey varmış ve tellerin ve braketlerin üzerine yapıştırılıyormuş ve yanakları koruyormuş. Ertesi sabah hemen koştum, telin uzantılarını kestirdim, mumumu aldım ve mutluluk! Kısacası tüm sıkıntıları hekimle paylaşmak gerek, unuttukları veya ihmal ettikleri bir detay hayat kurtarıcı olabilir... Şimdi batan yerleri mumla kaplıyorum ve rahat ettim. Bir süre sonra bu yaralar geçecekmiş..
Gelelim asıl beni ilgilendiren kısmına: Yemek yiyemiyorum! Böylelikle de kilo veriyorum.. Aslında bir yan etki olan bu etki, benim işime geldi açıkçası. Mesela şimdi bu yazıyı yazarken arkadaşım çekirdeksiz üzüm getirdi, bir tane ağzıma attım ve dişim o kadar acıdı ki gerisini yiyemedim, çekilen dişin boşluğuna battı çünkü :( İki sebepten yiyemiyorum, birincisi dişlerim çekileli daha dört gün oldu ve yerleri çok acıyor, ikincisi dişlerim ağrıyor :) Hareket ettikleri için hassaslar ve güçlü çiğneyemiyorum, bebekler gibi ezilebilir şeyleri veya çorba yoğurt gibi sulu şeyleri yiyebiliyorum. Kısacası güçlü çiğneme yapamıyorum. Bu da geçici bir hismiş, zamanla alışacak ve yiyebilecekmişim...
Şimdi gelelim asıl soruya: Diş telleri ağrılı bir şey mi? Dört gündür teli olan bir uzman olarak yanıtlayayım. Evet ağrılı (acısız güzellik olmaz!). Ama dayanılmaz bir ağrı değil. Daha çok bir gerginlik hissi var dişlerimde, gerilme ve çekilme gibi. Ara ara ağrıyor, ara ara kulağımda bir gıcırtı sesi oluyor. Ama genelde ağzımda bir baskı ve dolgunluk var. Dayanabilirim. Şimdiye dek sadece iki kez ağrı kesici ihtiyacım oldu..
Güzel olacak. Yıllardır kaçıyordum, boşuna kaçmışım..
Herşey çok güzel olacak :) Buyrun bu öncesi:
Resmi büyütmeden göremediniz di mi tellerimi :))))
8 Ekim 2013
Her doğum bir mucizedir*
*Duayen kadın doğum hocalarından Aykut Kazancıgil'in kitabının başlığını seçmem tesadüf değil bu yazı için. Çünkü gerçekten de her doğum bir mucize..
Ben, hala, belki kaç yüzüncü doğumumu yaptırırken, sevinç / heyecan gözyaşları döken yeni anneyle birlikte ağlayabiliyorum. Bu mucizeye tanıklık etmek benim kaderimde var, ebelik / kadın doğumculuk, bizim aracılığımızla dünyaya gelmeye karar vermiş olan minik ruhların doğum anını yaşamak, onları bacaklarından tutup havaya kaldırmak, annesine göstermek, ilk nefesini - çığlığını ilk duyan olmak, göbek kordonunu kesip annesiyle fiziksel bağını ayırıp sonra daha güçlü olan duygusal bağı kurmak üzere memesine vermek... hem mucize, hem şans.. Evet ben şanslıyım. Hem bu mucizelere tanık olduğumdan, hem de işimi sevdiğimden..
Bugün bir mucizeye daha tanık olurken bunları düşünüyordum işte.. Dünya güzeli yeni-anneye karışmadan, kendi doğurup tadını çıkarmasına yardım ederek.. Işıkları kapattım çünkü bebeğimin, anne karnındaki zifiri karanlıktan gün ışığına çıkması bile travma iken, spot ışıklara doğmasını istemedim. Herkesi dışarı çıkarttım, bebeğiyle başbaşa olabilmesi için.. Babasını çağırdım, bu mucizeye tanıklık etmesi için..
Aferin dedim ona hep, aferin, harikasın dedim. İpleri, kabloları, makineleri, serumları boğmadım annenin sağına soluna, arada bebeğimin kalbini dinledim o kadar.. Hazırda bekledi ama hem tıbbi müdahale olanakları, hem ilaçlar, hem çocuk doktorumuz, bebek hemşiremiz, hem de her türlü tıbbi olanak.
Orada cerrahi bir müdahale değil kutsal bir yolculuk için vardık. Bir bebek, bir minik ruh, Çağan, dünyaya, bilmediği bir yere, bilmediği yollardan geçip gelecekti. Biz getirmedik onu, hazır olunca kendi geldi. Sabah kadar başında bekledik, geleceğini hissediyorduk, ama müdahale etmedik, çağırmadık. Sessizce bekledik. Tahmin ettiğimiz saatte, tahmin ettiğimiz kiloda, çok şükür sapasağlıklı doğdu bebeğim. Kaçıncı bebeğim olduğunu bilmediğim, ne kadar çok sevdiğimi anlatamayacağım Çağan..
Hoşgeldin kuzum. Hoşgeldin oğlum. Dünyamızı ışıttın.
Ben, hala, belki kaç yüzüncü doğumumu yaptırırken, sevinç / heyecan gözyaşları döken yeni anneyle birlikte ağlayabiliyorum. Bu mucizeye tanıklık etmek benim kaderimde var, ebelik / kadın doğumculuk, bizim aracılığımızla dünyaya gelmeye karar vermiş olan minik ruhların doğum anını yaşamak, onları bacaklarından tutup havaya kaldırmak, annesine göstermek, ilk nefesini - çığlığını ilk duyan olmak, göbek kordonunu kesip annesiyle fiziksel bağını ayırıp sonra daha güçlü olan duygusal bağı kurmak üzere memesine vermek... hem mucize, hem şans.. Evet ben şanslıyım. Hem bu mucizelere tanık olduğumdan, hem de işimi sevdiğimden..
Bugün bir mucizeye daha tanık olurken bunları düşünüyordum işte.. Dünya güzeli yeni-anneye karışmadan, kendi doğurup tadını çıkarmasına yardım ederek.. Işıkları kapattım çünkü bebeğimin, anne karnındaki zifiri karanlıktan gün ışığına çıkması bile travma iken, spot ışıklara doğmasını istemedim. Herkesi dışarı çıkarttım, bebeğiyle başbaşa olabilmesi için.. Babasını çağırdım, bu mucizeye tanıklık etmesi için..
Aferin dedim ona hep, aferin, harikasın dedim. İpleri, kabloları, makineleri, serumları boğmadım annenin sağına soluna, arada bebeğimin kalbini dinledim o kadar.. Hazırda bekledi ama hem tıbbi müdahale olanakları, hem ilaçlar, hem çocuk doktorumuz, bebek hemşiremiz, hem de her türlü tıbbi olanak.
Orada cerrahi bir müdahale değil kutsal bir yolculuk için vardık. Bir bebek, bir minik ruh, Çağan, dünyaya, bilmediği bir yere, bilmediği yollardan geçip gelecekti. Biz getirmedik onu, hazır olunca kendi geldi. Sabah kadar başında bekledik, geleceğini hissediyorduk, ama müdahale etmedik, çağırmadık. Sessizce bekledik. Tahmin ettiğimiz saatte, tahmin ettiğimiz kiloda, çok şükür sapasağlıklı doğdu bebeğim. Kaçıncı bebeğim olduğunu bilmediğim, ne kadar çok sevdiğimi anlatamayacağım Çağan..
Hoşgeldin kuzum. Hoşgeldin oğlum. Dünyamızı ışıttın.
Etiketler:
doğum hikayesi,
iyi fikirler,
kadın doğum uzmanlığı
7 Ekim 2013
AKUT gönüllüsü olmak
Kendim dışında birileri için herhangi birşey yapmıyor olmak ara ara aklıma geliyordu. Tam bu aralardan birinde, arkadaşım Damla, AKUT eğitimine katıldı ve sosyal medyadan, hepimizin AKUT eğitimlerine katılmamız, en azından ilk yardımı öğrenmemiz hakkında mesaj bombardımanına tuttu bizi.
Ardından, Bodrum AKUT Başkanı ile bir vesileyle tanıştık. Sohbet ederken, dünya kurtarma ekipleri arasında en az sağlıkçı gönüllünün Türkiye AKUT'ta olduğunu, sağlıkçılar arasından daha fazla gönüllüye ihtiyaçları olduğunu, aralarında herkese göre yapılacak bazı işler olduğunu anlattı. En azından sunumlara, seminerlere gidip ders anlatacak, toplumu bilinçlendirmede görev alacak birilerine şiddetle ihtiyaç olduğunu anlattı.
İşaretleri takip etmenin gerekliliğini farketmiş bulunmaktayım.
Bunun bir işaret olduğunu düşündüm ve bugün AKUT tanışma toplantısına gidiyoruz eşimle. Bakalım neler olacak, gelişmeleri takip edelim beraber...
Ardından, Bodrum AKUT Başkanı ile bir vesileyle tanıştık. Sohbet ederken, dünya kurtarma ekipleri arasında en az sağlıkçı gönüllünün Türkiye AKUT'ta olduğunu, sağlıkçılar arasından daha fazla gönüllüye ihtiyaçları olduğunu, aralarında herkese göre yapılacak bazı işler olduğunu anlattı. En azından sunumlara, seminerlere gidip ders anlatacak, toplumu bilinçlendirmede görev alacak birilerine şiddetle ihtiyaç olduğunu anlattı.
İşaretleri takip etmenin gerekliliğini farketmiş bulunmaktayım.
Bunun bir işaret olduğunu düşündüm ve bugün AKUT tanışma toplantısına gidiyoruz eşimle. Bakalım neler olacak, gelişmeleri takip edelim beraber...
5 Ekim 2013
En iyi diyet size en iyi gelen diyet!
Diyet ne demek? Beslenme şekli, beslenme planı demek. Yıllarca plansız beslenen, yenebilir her şeyi yemek olarak kabul eden, her türlü diyeti yapan, kilolar alıp veren, nihai kilosu (doğum sonrası hariç) hep normal / normale yakın olan biriyim. Gene de kendimi şişman görürüm. "Beden - imaj algısı bozukluğu" şeklinde bir tanı bile almışlığım var.
Herkes şişman değilsin der, ben kendimi beğenmem. Aynaya bakar ağlarım. Zayıflık = güzellik sanırım. Diyetisyenlerle çalışırım, kilo veririm. Gene de beğenmem.
Bilinçaltından düzeltilmesi gerektiğini anladıktan sonra bununla ilgili bir çok kitap okudum, işe yarayanlar oldu, yaramayanlar oldu.
En sonunda ne mi oldu?
Allah'ın bu söyleyeceklerimi ben mi söylüyorum inanamıyorum ama: Nihayet anladım ki, en iyi diyet size en iyi gelen diyet (yani beslenme şekli)... Dukan diyeti, Karatay diyeti, kalori diyeti, ot diyeti, bok diyeti... sonunda anladım ki, benim bedenim karbohidratları tolere edemiyor. Sindiremiyor yani.
Bana en iyi gelen diyet, karbohidrattan kısıtlı, protein ağırlıklı, bolca sebze ve ot içeren, meyve içeren ama az içeren, yüksek glisemik indeksli gıdaları içermeyen bir diyet.
Çünkü benim asıl anlaşamadığım, aslında kilolarım değil karnımdaki şişkinlik(miş) meğer. Diğer Türklerin çoğu gibi ben de karbohidratları sindiremiyormuşum ve yemediğimde de rahat ediyormuşum. Tatlı pasta bol şekerli meyveler ekmek vs yediğimde karnım bir davul olduğundan kıyafetlerim dar geliyor, karnım ağrıyor ve kendimden bu nedenle nefret ediyormuşum.
Evet, sevgili Dr Canan Karatay, bana bunu biraz geç de olsa siz öğrettiniz, farkettirdiniz.
Karatay'ın beslenme önerilerinden bahsedip dersler verecek değilim. Kitapları çerez gibi satılıyor zaten, herkesin evinde de var sanırım.
Artık akıllanmış biri olarak Karatay diyeti yapıyorum falan da demeyeceğim. Sadece, Karatay'ın önerdiği beslenme şeklini vücudum çok iyi kabul etti ve tolere etti diyebilirim. Benim ve ailemin beslenme şeklini etkiledi.. En temel önerisi olan rafine gıdaları hayatımızdan çıkardık, ya da elimizden geldiği kadar elimine ettik. Keskin sınırlarım çerçevelerim olmasa da, yuvarlak çerçeveler dahilinde, gazlı içecekler, asitli - hızlı şekerler içeren meyve, pasta, meyve suyu vs şeyleri yememeye çalışıyorum. Adında diyet içeren her türlü gıdayı, diyet bisküvileri, cocopops - kellogs vs.yi çöpe attım. Vallahi attım. Dolaplarımı buzdolabımı da yavaş yavaş arındırıyorum.
Hergün posa ihtiyacıma yardımcı olması için bir dilim ekmek yiyorum (genelde kendi yaptığım tam tahıllı ekmekten).. Bir bilemedin iki porsiyon meyve yiyorum. Sık sık abur cubur yemiyor, çok acıktıysam kuruyemiş - kurumeyve yiyorum.
Kendimi zorlamıyorum, keyfime bakıyorum.
Sanırım ilk defa amacım kilo vermek değil. Şaşırtıcı, evet, ama sağlıklı beslenmek!!
Not: Bu arada, göbeğimin çevresinde birikmiş (Karatay hocanın tabiriyle) simitleri kafama takmıyorum ama eridiklerini görünce de seviniyorum :)
Herkes şişman değilsin der, ben kendimi beğenmem. Aynaya bakar ağlarım. Zayıflık = güzellik sanırım. Diyetisyenlerle çalışırım, kilo veririm. Gene de beğenmem.
Bilinçaltından düzeltilmesi gerektiğini anladıktan sonra bununla ilgili bir çok kitap okudum, işe yarayanlar oldu, yaramayanlar oldu.
En sonunda ne mi oldu?
Allah'ın bu söyleyeceklerimi ben mi söylüyorum inanamıyorum ama: Nihayet anladım ki, en iyi diyet size en iyi gelen diyet (yani beslenme şekli)... Dukan diyeti, Karatay diyeti, kalori diyeti, ot diyeti, bok diyeti... sonunda anladım ki, benim bedenim karbohidratları tolere edemiyor. Sindiremiyor yani.
Bana en iyi gelen diyet, karbohidrattan kısıtlı, protein ağırlıklı, bolca sebze ve ot içeren, meyve içeren ama az içeren, yüksek glisemik indeksli gıdaları içermeyen bir diyet.
Çünkü benim asıl anlaşamadığım, aslında kilolarım değil karnımdaki şişkinlik(miş) meğer. Diğer Türklerin çoğu gibi ben de karbohidratları sindiremiyormuşum ve yemediğimde de rahat ediyormuşum. Tatlı pasta bol şekerli meyveler ekmek vs yediğimde karnım bir davul olduğundan kıyafetlerim dar geliyor, karnım ağrıyor ve kendimden bu nedenle nefret ediyormuşum.
Evet, sevgili Dr Canan Karatay, bana bunu biraz geç de olsa siz öğrettiniz, farkettirdiniz.
Karatay'ın beslenme önerilerinden bahsedip dersler verecek değilim. Kitapları çerez gibi satılıyor zaten, herkesin evinde de var sanırım.
Artık akıllanmış biri olarak Karatay diyeti yapıyorum falan da demeyeceğim. Sadece, Karatay'ın önerdiği beslenme şeklini vücudum çok iyi kabul etti ve tolere etti diyebilirim. Benim ve ailemin beslenme şeklini etkiledi.. En temel önerisi olan rafine gıdaları hayatımızdan çıkardık, ya da elimizden geldiği kadar elimine ettik. Keskin sınırlarım çerçevelerim olmasa da, yuvarlak çerçeveler dahilinde, gazlı içecekler, asitli - hızlı şekerler içeren meyve, pasta, meyve suyu vs şeyleri yememeye çalışıyorum. Adında diyet içeren her türlü gıdayı, diyet bisküvileri, cocopops - kellogs vs.yi çöpe attım. Vallahi attım. Dolaplarımı buzdolabımı da yavaş yavaş arındırıyorum.
Hergün posa ihtiyacıma yardımcı olması için bir dilim ekmek yiyorum (genelde kendi yaptığım tam tahıllı ekmekten).. Bir bilemedin iki porsiyon meyve yiyorum. Sık sık abur cubur yemiyor, çok acıktıysam kuruyemiş - kurumeyve yiyorum.
Kendimi zorlamıyorum, keyfime bakıyorum.
Sanırım ilk defa amacım kilo vermek değil. Şaşırtıcı, evet, ama sağlıklı beslenmek!!
Not: Bu arada, göbeğimin çevresinde birikmiş (Karatay hocanın tabiriyle) simitleri kafama takmıyorum ama eridiklerini görünce de seviniyorum :)
4 Ekim 2013
Evde ekmek yapma meselesi: Ekmek yapma makinesi ile
Bir arkadaşım dedi ki, "Çekirdekli ekmek de yaptıysan.." (ki yaptım) "artık ekmek yapma makineni yakında kaldırırsın rafa..."
Sonra birkaç dolandım web'de, herkes aynı şeyleri söylüyor, ben artık kullanmıyorum, rafa kaldırdım, sıkıldım, yoruldum, zaten hiç kabarmıyor, güzel olmuyor, vs, vs....
Aslında, evet çekirdekli, üzümlü, cevizli, beyaz, esmer.. ekmekler yaptım. Aslında bir teki bile ziyan olmadı.. Aslında hepsi çok güzel oldu...
Ve aslında, yaklaşık yirmi gündür eve dışarıdan ekmek girmedi :)
Aslında bu yazıyı yazmak için biraz erken olabilir, belki bıkma eşiğim yüksektir, biraz daha beklemeliydim, ama gene de yazayım ki hem bana hem de okuyanlara motivasyon olsun.
Neden mi evde ekmek yapmaya karar verdim? Çocuklarıma yedirdiğim ekmeğin içine neler konduğunu bilmek için diye özetlenebilir. Hani bu doğal beslenme şeysi yapıyorum ya ben şimdi, bir yazı okudum gazetede, fırınlardaki ekmek tekneleri şöyle pis, böyle fareli falan diye... Bir iğrendim ki sormayın. En iyisi kendi bildiğim malzemelerde kendim yapayım dedim. Daha da önemli yararı: Çöpe giden ekmek miktarı %150 kadar azaldı :) Herhalde iki ya da üç dilim atılmıştır 20 gündür - ki bu önceki miktara göre çok düşük bir oran..
Makinemi aldığım günden beridir, gayet başarılı, lezzetli ve temiz ekmekler yapıyorum. Otlu böcekli de değil, genelde sade, ama tam buğday unundan.. Az tuzlu...
Şöyle görünüyor ekmeklerim:
Eğer benim yazdıklarımdan birşeyler öğrenme isteyen varsa diye, bildiklerimi paylaşacağım: Ben öyle özel, güzel, alengirli bir tarif kullanmıyorum. Kutunun içinden çıkan kullanma kılavuzundaki tarif neyse onun aynısını yapıyorum. Bir iki küçük müdahale yaptım, mesela, içine yumurta koydum ama birkaç kişi kokuyor dedi diye vazgeçtim. Su yerine yarısı kadar süt koyuyorum. Tuzu bir buçuk yerine bir koyuyorum (büyük fark :)). Fındık fıstık gibi malzeme nadiren koyuyorum. Beyaz ekmek nadiren yapıyorum, beyaz ekmek programlanabiliyor ama tahıllı olunca programlanamıyor, yani hemen makineyi çalıştırmak ve pişince hemen açmak gerekiyor. Pişme süresi biraz uzun, tahıllı olunca yaklaşık 4 saat sürüyor. Bu biraz kısıtlayıcı, başında beklemesem bile sıklıkla gece uykum geldiği halde beklemek zorunda kalıyorum. Diğer bir alternatif de makineye beyaz ekmek malzemesi hazırlayıp, sabah hazır olacak şekilde kurup, sıcak ekmek kokusuyla uyanmak.. Ki bu oldukça tehlikeli çünkü hergün fırından sıcacık taze ekmek aldığınızı düşünün, kilo alırsınızzz!!!
Makinem Arçelik, çok memnunum. Reklama girebilir, girsin, daha iyisini bilen varsa yorumlarda paylaşsın. Yalnız kullanma kılavuzu çıkmadı içinden, Arçelik ve Hepsiburada.com'u kınarım, internetten indirip basmak zorunda kaldım.
Makinenin tariflerinde küçük ve büyük diye iki ölçü miktarı vardı, ben ikisini de denedim, boyutları aynı oldu.. Sadece büyük ekmek daha yoğun oldu (belki ben bu kadar becerdim :) ) Bu nedenle ben hep küçük yapıyorum, resimdeki kadar oluyor ve bize iki gün yetiyor.
Dikkat edilecek birkaç husus var: Önce sıvı malzemeler konulacak (su - süt - sıvı yağ), sonra katı malzemeler konacak, maya tuza ve sıvı malzemelere değmeyecek... Zaten bütün bunları ben kendi kullanım kılavuzundan okudum. Açıkçası hiçbir araştırma, tarif vs bulmadım.
Markette hazırlanmış olarak satılan ekmek karışımlarından almadım hiç, zira onun da içinde ne olduğunu bilmiyoruz ki! Bunun yerine ben haftasonları kendi bir haftalık karışımımı hazırlıyorum buzdolabı poşetlerime, daha doğrusu unu ölçüp içine şekerini de koyup ağzını bağlıyorum. Çünkü hızlıca ekmek koymak zorunda kalıyorum genelde ve en oyalayan kısmı unun ölçülmesi. Bu yöntemle iki dakikada makineyi çalıştırabiliyorum ve günlük işlerimi aksatmıyor.
Yemeğe misafir geldiğinde bile kendi yaptığım ekmeği ikram ediyorum, hem çok beğeniliyor hem de makbule geçiyor. "Hıh, sanki elinde yoğuruyorsun, makinenin yaptığı şeyle mi övünüyorsun?" diyenleri ise hiç dikkate almıyorum. Kendi evlerinde de ekmek yapma makinesi var ve o kadar kolaysa neden kullanmıyorlar bakalım? :)
Çocuklarıma gün aşırı tost yapıyorum ekmeğimle, tostu çok güzel oluyor.. Yumuşacık oluyor ve bayatlamış bile olsa ısınınca yumuşuyor, takır takır kayış gibi bir tost olmuyor.
Resimdeki ekmekler dilimin ortadan bölünmüş hali, normalde büyük kare dilimleri var. Yani ekmek geniş bir dikdörtgen, boylamasına ikiye bölüp öyle dilimleyince normal büyüklükte dilimler oluyor.
Fırında yumurtalı peynirli ekmek, üzerinde de bir dilim kaşar ve kurutulmuş domates.. Beni tanıyanlar bilir, bu benim için komplike bir tarif :))
Alıcılarım durumdan memnun :) Ben de kendimden :) Devam edicem anacım.
3 Ekim 2013
Bir gerçekliği değiştirmek kolay mı?
Ben kendimi yıllar yılı akşamları erkenden uykusu gelen biri olarak bilirim. Çevremdeki herkes de bunu böyle bilir. "Tavuk" tabir edilen kişilerdenim kısacası.
Sabahları da erken kalkarım ama. Hafta içi hafta sonu farketmez altıda altı buçukta ayaktayım. Kalkarım kahve içerim yürüyüşe giderim iş yaparım. Erken de kalktığım için erken yatmamı kendimce normal olarak kabul etmiştim.
Bunun değiştirilemez bir gerçeklik olduğunu sanıyorduk. Ben ve çevremdeki herkes.
Taa ki bir gün bunun hayatımı olumsuz yönde basbayağı etkilediğini farkedene kadar. Bir kez kocamla hiçbirşey paylaşamaz olmuştuk. Çocuklar uyuduktan sonra başbaşa hiç birşey yapamıyorduk. Akşam dışarı çıkamıyorduk çünkü ben hemen esnemeye başlardım. Sinemaya götürmüyordu beni çünkü filmin ortasında mutlaka uyurdum. Nişanlıyken sevgililer gününde ve hatta bir gün Cem Yılmaz'ın gösterisinde uyumuşluğum var. Evimize misafir geldiğinde biraz uzarsa sohbet mutlaka ben esnemeye başlardım. Kocam utanıyordu bu durumdan elbette.
Bir gün dank etti. Bu benim gerçekliğimdi ve değiştirilebilirdi. Neden olmasındı ki? Onu ben yaratmıştım ben bozabilirdim.
Hem de bir anda.
Oluşturduğum gibi yok edebilirdim.
Ettim.
Bir gün, "erkenden uykumun gelmesi, hatta bayılarak uykuya yenik düşmem kabul edilebilir birşey değil. Bunu değiştiriyorum" dedim.
Oldu.
Önce zor oldu. Çünkü kimse bana inanmadı. Kocam, kardeşlerim, heryerde herkesin arasındayken "ablam şimdi uyur nasılsa" "uyuyorsun gözlerin kapanıyor" demeye devam ettiler. Herkesin üzerimde yarattığı baskının bu gerçekliği nasıl güçlendirdiğini farkettim. Eşim bile TV ya da film vs izlerken ikide bir yüzüme bakıyordu uyudum mu diye.
Bir gün, biraz da sinirlenerek onlara, "Onbeş yıldır yaptığım birşeyin tersini yapmaya çalışıyorken, siz lütfen köstek olmak yerine destek olun" konuşması yaptım. Beni anladılar ve artık olumsuz desteklemeleri bıraktılar.
Şimdi artık istemezsem serilmiyorum ve erkenden uyuyakalmıyorum. Bazen film izlerken uyuyor ama hemen ayılıp devam ediyorum. Haftada birkaç gece eşimle oturup geceyarısına kadar film izliyoruz. Dışarı çıktığımızda sürekli insanların yüzüne bakıp esnemiyorum.
Biliyorum ki artık kendi yarattığım ve içinden çıkamadığım bir kurgunun esiri değilim.
Kendimi daha iyi hissediyorum.
Sabahları da erken kalkarım ama. Hafta içi hafta sonu farketmez altıda altı buçukta ayaktayım. Kalkarım kahve içerim yürüyüşe giderim iş yaparım. Erken de kalktığım için erken yatmamı kendimce normal olarak kabul etmiştim.
Bunun değiştirilemez bir gerçeklik olduğunu sanıyorduk. Ben ve çevremdeki herkes.
Taa ki bir gün bunun hayatımı olumsuz yönde basbayağı etkilediğini farkedene kadar. Bir kez kocamla hiçbirşey paylaşamaz olmuştuk. Çocuklar uyuduktan sonra başbaşa hiç birşey yapamıyorduk. Akşam dışarı çıkamıyorduk çünkü ben hemen esnemeye başlardım. Sinemaya götürmüyordu beni çünkü filmin ortasında mutlaka uyurdum. Nişanlıyken sevgililer gününde ve hatta bir gün Cem Yılmaz'ın gösterisinde uyumuşluğum var. Evimize misafir geldiğinde biraz uzarsa sohbet mutlaka ben esnemeye başlardım. Kocam utanıyordu bu durumdan elbette.
Bir gün dank etti. Bu benim gerçekliğimdi ve değiştirilebilirdi. Neden olmasındı ki? Onu ben yaratmıştım ben bozabilirdim.
Hem de bir anda.
Oluşturduğum gibi yok edebilirdim.
Ettim.
Bir gün, "erkenden uykumun gelmesi, hatta bayılarak uykuya yenik düşmem kabul edilebilir birşey değil. Bunu değiştiriyorum" dedim.
Oldu.
Önce zor oldu. Çünkü kimse bana inanmadı. Kocam, kardeşlerim, heryerde herkesin arasındayken "ablam şimdi uyur nasılsa" "uyuyorsun gözlerin kapanıyor" demeye devam ettiler. Herkesin üzerimde yarattığı baskının bu gerçekliği nasıl güçlendirdiğini farkettim. Eşim bile TV ya da film vs izlerken ikide bir yüzüme bakıyordu uyudum mu diye.
Bir gün, biraz da sinirlenerek onlara, "Onbeş yıldır yaptığım birşeyin tersini yapmaya çalışıyorken, siz lütfen köstek olmak yerine destek olun" konuşması yaptım. Beni anladılar ve artık olumsuz desteklemeleri bıraktılar.
Şimdi artık istemezsem serilmiyorum ve erkenden uyuyakalmıyorum. Bazen film izlerken uyuyor ama hemen ayılıp devam ediyorum. Haftada birkaç gece eşimle oturup geceyarısına kadar film izliyoruz. Dışarı çıktığımızda sürekli insanların yüzüne bakıp esnemiyorum.
Biliyorum ki artık kendi yarattığım ve içinden çıkamadığım bir kurgunun esiri değilim.
Kendimi daha iyi hissediyorum.
2 Ekim 2013
Mutluluk bir seçimdir. Gerçekten. Çocuklarıma öğretmem gereken en önemli ders bu işte.
Dün sabah, güneşli, neşeli, denizli - plajlı harika bir pazar gününün ardından, karanlık, yağmurlu, bulutlu, -bence- iç karartıcı bir pazartesiye uyanınca, sosyal medyada dedim ki:
"Bugün iç karartıcı harika bir gün! İç karartıcı (bulutlu, karanlık, yağmurlu, kapalı) olması kendi seçimi. Harika bir gün (verimli, mutlu, kahkahalı) olması ise bizim seçimimiz."
Bunu inanarak söylemiştim.
Ardından, evren bana bir sürpriz hazırladı.
Karşıma, sabah sabah çayımı içerken okuduğum bir kitapta, şu cümle çıktı:
"Derin bir nefes alın, yüzünüze bir gülümseme yerleştirin ve bugünü harika bir güne çevirin."
Ben artık tesadüf diye birşey olmadığını bildiğimden, şaşırmadım. Çok açık, basit ve net olan bir gerçeği, biz nasıl olmuş da bunca yıl ıskalamıştık ki! Evrene bir mesaj veriyordun ve evren sana karşılığını veriyordu. İyi mesaja iyi karşılık. Kötü mesaja kötü karşılık.
Bunu ıskalamıştık ve bu yaşımıza kadar (kendim için konuşuyorum) mutsuzluğu sıkça seçmiş, evrene mutsuz mesajlar yollamış ve karşılığını da aynı tonda almıştık.
Demek ki neydi, hayat seçimlerden ibaretti. Hayatta mutlu olmayı istiyorsak seçimlerimizi ona göre yapmalıydık. Ve ayrıca, sevgilimin deyimiyle, "Dün dünde kaldı, yarın ise yaşanmadı. Gerçek olan sadece an. Bu nedenle an'da mutlu olmayı başarmalıyız. Anın tadını çıkarmalıyız."
Bütün bunlar ele alındığında, ben bunu başarabiliryor muyum acaba? Son zamanlarda, biraz daha fazla başarabiliyorum. Bunda en büyük pay, okuduğum yüzlerce kitapla birlikte, Esra'nın (yaşam koçum :) ve psikoloğum), kardeşim Begüş'ün ve eşimin. Ne yapabilyorum mesela? Gelecek için daha az kaygılanıyorum. Canımı sıkacak şeyleri daha az dikkate alıyorum. Daha az üzülüyorum. Anın daha çok tadını çıkarıyorum. Bazı şeylerin üzerine basıp daha kolay geçiyorum. Bazen üzülüyorum ama inanın ki sabah uyandığımda hiç ama hiç birşey kalmamış oluyor.
Bu bence hayatımda katettiğim en büyük adım: Artık gülümseyebiliyorum! Benim için en zoru buydu. Ama şimdi bunun üzerimdeki mucizevi etkisini yaşıyorum. Önce zorla gülümsüyorum (Aykut Oğut'un gülümseme egzersizlerindeki gibi), sonrasında bu gülümseme içimdeki gerginliği eritip azaltıyor.
Şimdi gelelim bu yazının en can alıcı mesajına: Çocuklarıma mutlu olmayı nasıl öğretebilirim? Oğlum zaten doğuştan mutlu bir çocuk. Güler yüzlü, neşeli. Daha avantajlı başlıyor yani. Kızımsa (benim teorime göre geçirdiğim zor ve depresif hamilelik sürecinin eseri olabilir, bu bloğun eski okurları süreci yakından bilir zaten), mutsuzluğu ve olumsuzluğu yaşam sürecinin parçası haline getirmiş bir tip. Geçenlerde yaşadığımız bir olayda o kadar çileden çıktım ki, sinir krizi geçirdim diyebilirim. Sürekli olarak şikayet eden, hiçbir şeyden memnun olmayan, yaşadıklarından keyif almak yerine yaşayamadıklarını kafaya takıp üzülen, ağlayan bir tip. Benim o yaştayken sahip olduklarımın kat be kat fazlasına sahip olduğu halde memnunsuzluk yaptı ve bende hatlar koptu. Araba kullanıyordum ve sanırım yaklaşık yarım saat boyunca arabada bağırdım.. Mutlu olmayı seçeceksin bundan sonra diye. Artık oyuncak - kitap - kıyafet alınmaması (ki hakikaten hiçbirşeye ihtiyaçları yok), i-pad - televizyon sınırlaması, herşeylerini iki kardeş ortak kullanmaları gibi birçok radikal kararla beraber, ona mutluluğu seçmesini bağırdım!!
Gülümseme egzersini öğrettim ona. Sürekli ağlamak yerine gülümsemeye çalışmasını, ben ya da babası geldiğinde yanımıza gelip birşeylerden şikayet etmek yerine (tv açalım Tuna şöyle yaptı bunu istiyorum mızmızmız), yanımıza gülümseyerek koşmasını, sabahları suratı asık uyanmak yerine gülümseyerek uyanmasını, vs.. Daha neler söylediğimi hatırlamıyorum. Zavallı Tuna bağırtılarımdan korkup uyudu.. Damla dinlemiyor gibi göründü. Ama algıları çok açık bir çocuk, çok akıllı ve kavrayışı oldukça yüksek. Her kelimeyi dinleyip hafızaya yazmış.. Her noktayı.
Bu olay olalı yaklaşık on gün oldu. On günde gözle görülür değişim oldu kızımda.
Ara ara ben mutsuz göründüğümde bana o hatırlatıyor, anne gülümseme nerde diye! Ya da geçen baktım ciddi ciddi gülümseme egzersizi yapıyor. Oyunda vs ağladığında daha çabuk sakinleşip oyuna dönüyor, mutsuzluğu da uzatmıyor. Bir de nedenini bilmem ama kardeşiyle daha az itişiyor.
Bakalım mutluluğu seçme projemizi proje olmaktan çıkarıp hayata geçirebilecek miyiz?
Sevgiler, saygılar, bu uzun yazıyı okuyup bitirdiyseniz teşekkürler.
Dilaram sen okuduysan ara bi zahmet de bi görüşelim! :)))
"Bugün iç karartıcı harika bir gün! İç karartıcı (bulutlu, karanlık, yağmurlu, kapalı) olması kendi seçimi. Harika bir gün (verimli, mutlu, kahkahalı) olması ise bizim seçimimiz."
Bunu inanarak söylemiştim.
Ardından, evren bana bir sürpriz hazırladı.
Karşıma, sabah sabah çayımı içerken okuduğum bir kitapta, şu cümle çıktı:
"Derin bir nefes alın, yüzünüze bir gülümseme yerleştirin ve bugünü harika bir güne çevirin."
Ben artık tesadüf diye birşey olmadığını bildiğimden, şaşırmadım. Çok açık, basit ve net olan bir gerçeği, biz nasıl olmuş da bunca yıl ıskalamıştık ki! Evrene bir mesaj veriyordun ve evren sana karşılığını veriyordu. İyi mesaja iyi karşılık. Kötü mesaja kötü karşılık.
Bunu ıskalamıştık ve bu yaşımıza kadar (kendim için konuşuyorum) mutsuzluğu sıkça seçmiş, evrene mutsuz mesajlar yollamış ve karşılığını da aynı tonda almıştık.
Demek ki neydi, hayat seçimlerden ibaretti. Hayatta mutlu olmayı istiyorsak seçimlerimizi ona göre yapmalıydık. Ve ayrıca, sevgilimin deyimiyle, "Dün dünde kaldı, yarın ise yaşanmadı. Gerçek olan sadece an. Bu nedenle an'da mutlu olmayı başarmalıyız. Anın tadını çıkarmalıyız."
Bütün bunlar ele alındığında, ben bunu başarabiliryor muyum acaba? Son zamanlarda, biraz daha fazla başarabiliyorum. Bunda en büyük pay, okuduğum yüzlerce kitapla birlikte, Esra'nın (yaşam koçum :) ve psikoloğum), kardeşim Begüş'ün ve eşimin. Ne yapabilyorum mesela? Gelecek için daha az kaygılanıyorum. Canımı sıkacak şeyleri daha az dikkate alıyorum. Daha az üzülüyorum. Anın daha çok tadını çıkarıyorum. Bazı şeylerin üzerine basıp daha kolay geçiyorum. Bazen üzülüyorum ama inanın ki sabah uyandığımda hiç ama hiç birşey kalmamış oluyor.
Bu bence hayatımda katettiğim en büyük adım: Artık gülümseyebiliyorum! Benim için en zoru buydu. Ama şimdi bunun üzerimdeki mucizevi etkisini yaşıyorum. Önce zorla gülümsüyorum (Aykut Oğut'un gülümseme egzersizlerindeki gibi), sonrasında bu gülümseme içimdeki gerginliği eritip azaltıyor.
Şimdi gelelim bu yazının en can alıcı mesajına: Çocuklarıma mutlu olmayı nasıl öğretebilirim? Oğlum zaten doğuştan mutlu bir çocuk. Güler yüzlü, neşeli. Daha avantajlı başlıyor yani. Kızımsa (benim teorime göre geçirdiğim zor ve depresif hamilelik sürecinin eseri olabilir, bu bloğun eski okurları süreci yakından bilir zaten), mutsuzluğu ve olumsuzluğu yaşam sürecinin parçası haline getirmiş bir tip. Geçenlerde yaşadığımız bir olayda o kadar çileden çıktım ki, sinir krizi geçirdim diyebilirim. Sürekli olarak şikayet eden, hiçbir şeyden memnun olmayan, yaşadıklarından keyif almak yerine yaşayamadıklarını kafaya takıp üzülen, ağlayan bir tip. Benim o yaştayken sahip olduklarımın kat be kat fazlasına sahip olduğu halde memnunsuzluk yaptı ve bende hatlar koptu. Araba kullanıyordum ve sanırım yaklaşık yarım saat boyunca arabada bağırdım.. Mutlu olmayı seçeceksin bundan sonra diye. Artık oyuncak - kitap - kıyafet alınmaması (ki hakikaten hiçbirşeye ihtiyaçları yok), i-pad - televizyon sınırlaması, herşeylerini iki kardeş ortak kullanmaları gibi birçok radikal kararla beraber, ona mutluluğu seçmesini bağırdım!!
Gülümseme egzersini öğrettim ona. Sürekli ağlamak yerine gülümsemeye çalışmasını, ben ya da babası geldiğinde yanımıza gelip birşeylerden şikayet etmek yerine (tv açalım Tuna şöyle yaptı bunu istiyorum mızmızmız), yanımıza gülümseyerek koşmasını, sabahları suratı asık uyanmak yerine gülümseyerek uyanmasını, vs.. Daha neler söylediğimi hatırlamıyorum. Zavallı Tuna bağırtılarımdan korkup uyudu.. Damla dinlemiyor gibi göründü. Ama algıları çok açık bir çocuk, çok akıllı ve kavrayışı oldukça yüksek. Her kelimeyi dinleyip hafızaya yazmış.. Her noktayı.
Bu olay olalı yaklaşık on gün oldu. On günde gözle görülür değişim oldu kızımda.
Ara ara ben mutsuz göründüğümde bana o hatırlatıyor, anne gülümseme nerde diye! Ya da geçen baktım ciddi ciddi gülümseme egzersizi yapıyor. Oyunda vs ağladığında daha çabuk sakinleşip oyuna dönüyor, mutsuzluğu da uzatmıyor. Bir de nedenini bilmem ama kardeşiyle daha az itişiyor.
Bakalım mutluluğu seçme projemizi proje olmaktan çıkarıp hayata geçirebilecek miyiz?
Sevgiler, saygılar, bu uzun yazıyı okuyup bitirdiyseniz teşekkürler.
Dilaram sen okuduysan ara bi zahmet de bi görüşelim! :)))
1 Ekim 2013
Söylediklerime inanmak o kadar kolay mı
Kişi kendi (hep) söylediklerine bile inanamıyor bazen. Bazı an geliyor, kendine saçmalama diyesi geliyor. Bazı an geliyor, söylediklerine o kadar inanıyor ki, herkesi de inandırası geliyor. Bu uğurda çalışası, dövüşesi, inanmayanları aptallıkla suçlayası oluyor.
Ama bazen.. Hakkaten kişi kendi söylediklerine kendi de inanamıyor.
Zor oluyor o zaman.
Ama bazen.. Hakkaten kişi kendi söylediklerine kendi de inanamıyor.
Zor oluyor o zaman.
30 Eylül 2013
Gündelik şeyler yazısı
Bodrum'da günler nasıl mı geçiyor?
Güzel geçiyor :) Keyifli gerçekten bizim için çünkü okul maceramız başladı malum ve tam hız devam ediyoruz..
Bir doğum günü çılgınlığı var mesela... Bizim de bir parçası olduğumuz... Hemen hemen her hafta sonu bir doğum günü partisine katılıyoruz. Sosyalleşmek için süper fırsatlar, çocuklarımızın sınıf arkadaşlarının velileri ile tanışıp kaynaşıyoruz. İlk kez geldiğimiz bir şehirde edindiğim arkadaşlarımın çoğunu böyle edindim mesela :)
Bu partilerin bir kısmı kostümlü oluyor. Aşağıdaki resimdeki İspanyola kostümünü teyzesi Aycuş İspanya'dan almıştı (lütfen bu İspanya seyahatinin hikayesini linkten okuyun).. Ben de seve seve giydiriyorum bu kostümleri, heveslerini alsınlar, çocukluklarını yaşasınlar diye.
Bu da Damla'nın kendi doğum günü partisinden bir kare:
Başka bir doğum günü partisinden bir kare:
Bir de spor / faaliyet çılgınlığı söz konusu. Geçen sene, bizi ve kızımızı çok yoran bazı denemelerimiz oldu. Piyano (ki birkaç yıldır devam ediyordu aslında), bale (okulda kulüpte), basketbol (okulda kulüpte), drama, halk oyunları (okulda)... Bunların hepsinde çok mutlu oldu, sahneye çıktı (ki tam bir sahne çocuğu aslında kendisi - inanılmaz mutlu), seviyor. Ama git geller esnasında yıprandık. Yol bitmedi, hazırlıklar bitmedi, gösteriler bitmedi.. Dört ayrı gösteriye çıktı sonunda.. Bu spor çalışmalarının da hepsi yarım kaldı en nihayetinde.
En sonunda biz babasıyla bir karar verdik, bir tek spor yapsın ama onu uzun yıllar yapsın. Bodrum'da olmamızın avantajını kullanalım diyerek, denesin bakalım deyip yelkene verdik bu yaz Damla'yı.
Gördüğümüz kadarıyla sevdi, sebat etti, devam etti. Söylenmeden gitti geldi. Böylelikle de kışın da tek faaliyet olarak yelkene devam etmesini düşündük. Bakalım böyle ne olacak.
Okuldaki kulüp çalışmaları ile ilgili de beklentimizi düşük tutmaya, ne istiyorsa onu seçmesine karar verdik. Kendisi ilgisini çeken iki tane kulüp seçti (yaratıcı eller gibi bir şeyler, Arka Bahçede Bilim'i çok sevdiği için galiba).
Böylelikle biz de aman basket oynasın tenise de gitsin piyano da çalsın çılgınlığından kurtulduk.
Aslında seçimi kendisine bırakınca rahat ettik. Doğruyu geç bulduk galiba :)
Fotoğrafta Yelken Kulübü'nün sertifika töreni görülüyor.. Bu arada sabır ve inatla kursa götürüp getiren Begüş teyzeye teşekkürü borç biliriz :)
Tuna Bey için henüz sosyal faaliyet arayışına girmedim. Damla'nın yelken saatleri belli olunca onu da yaratıcı dramaya vermeyi düşünüyorum. Zira, geçen sene 100 kişilik okulda sahneye çıkmayan bir Tuna vardı :) Biraz topluluk önünde kendini geliştirmesine yardımcı olabilir. Tabii ki bir şartla, zorlamamak ve istemediği bir şeyi yaptırmamak şartıyla :) Bu kez akıllandık yani..
Bir konu daha var aslında, o da çocuğumuzla oyun oynamak. Bunu aslında başka bir yazıda anlatayım, çok uzun çünkü.
Sevgiler, saygılar.
27 Eylül 2013
Seyahat yazısı: Akyaka
Aslında Akyaka'yı kapısından girer girmez sevdim.. Çünkü dev çam ağaçları karşıladı bizi kapıda...
Ya da şu Gökova körfezine baka baka mutsuz olabilir mi insan?
Başımı kaldırdığımda gökyüzünü göremeyeceğim kadar büyük, dallarıyla beni sarmalayabilecek kadar çok... Neden kendimi bu kadar huzurlu hissediyorum çam ağaçlarının ortasında? Çocukluğumu, babamı mı geri getiriyor bana? Olabilir.
Neyse..
Akyaka Bodrum'a yaklaşık iki saat mesafede, Muğla'nın Ula ilçesine bağlı turistik bir kasaba. Aslında evlerini görmeye diye gittik ilk, hakikaten hepsi restore edilmiş, ahşap cumbalar panjurlar.. Resim gibi bir kasaba. Biraz Safranbolu'ya benziyor. Ben hiç ev resmi çekmedim gerçi ama evleri görülmeye değer.
Plajı denizi bana pek çekici gelmedi. Bodrum'dan sonra sanırım beğenmez oldum. Ama yaz dönemi ilk gittiğimde çok ama çok kalabalıktı. Kalabalıktan hoşlanmadığım için biz denize girmeden kaçmıştık.
İçerisinden Azmak deresi akıyor. Alışkın olanlar için ilginç değil, ama berrak suyu ve içinde yüzen yüzlerce kefal sayesinde benim ruhumu çok okşadı.
Kefaller resimde görünmemiş ama yüzlercelerdi ve epeyce seyrettik onları, besledik.
Nehir üzerinde çok ünlü balıkçılar ve kahvaltı mekanları var. Biz bunlardan adını unuttuğum Cennet bişey olanda kahvaltı ettik. Öküz dozunda, doyurucu ve lezzetli, ama öte yandan su sesi o kadar huzur verici idi ki bu kahvaltı çok aklımda kaldı.
Bu nedenle, kongre dönüşü Akyaka'dan yolumuzu geçirip, annemi ve çocuklarımı da bu harika yerde kahvaltıya götürdüm. Bir kere daha huzur doldum.
Akyaka'dan Bodrum'a dönüş yolunu kıyıdan gittik. Çam ağaçları ve denizin içi içe olduğu nefis bir yoldu. Mesela şu aşağıdaki evde yaşayan kişi yaşlanır mı?
Ya da şu Gökova körfezine baka baka mutsuz olabilir mi insan?
25 Eylül 2013
Bu yaştan sonra diş telleri mi? Nasıl?
Bu seneki yeni yıl yazımda, kendimi şimdiye kadarki yaşlarımdan daha güzel hissettiğimi yazmıştım.. Şimdi buraya kaç yaşında olduğumu yazacak değilim, ama "yolun yarısı"nı geçtiğimi söyleyebilirim :)
Tabii bu acaba kendimi daha güzel görme çabamdan mı, kırkından sonra azanı teneşir mi paklar, ufak estetik müdahalelere artık daha sıcak bakmaya başladım.
İlkin, şu çatık kaşlarımın ortasındaki, (benim güneşe bakarken gözlerimi kısmaktan olduğunu iddia ettiğim ama aslında içimdeki birikmiş öfkeyi dışa vurduğunu psikoloğum Esra ile tanıştıktan sonra kendime itiraf ettiğim) çatıklıkla vedalaştım.
Aslında, botoks çok da bana göre değildi, ben kırışıklıklarımla barışıktım, falan filan. Ama sonunda, çok sevdiğim dermatolog arkadaşımın biraz da zorlamasıyla, iğneyi yedim kaşımın ortasına :) Sonuç umduğumdan çok farklı oldu. Meğer öfkeli ifade beni hem yaşlı, hem mutsuz, hem gergin, hem, hem.... Gösteriyormuş. Aslında sandığımdan daha güzelmişim. Vesaire.
Pişman olmadım hiç. Aksine, etkisi nerdeyse geçmesine rağmen, beni görenler gençleştiğimi söylüyorlar (geçen hafta sonu kongredeki herkes de mesela..). Gençleşmek için tüm yüzüme kırışık tedavisi, botoks, dolgu vs yaptırmadım ki! Sadece kaşlarımın arasına, öfkeli ifademe. Ne kadar da farketti!
İnsan yaşlandıkça kendini daha iyi hisseder mi, tuhaf... Artık buna da yaş aldıkça diyorum, kulağa daha iyi geliyor..
Sonracığıma, bir gece yarısı, yüz kadar defter kaplarken dişimle bant koparmam sonrası bir dişim elime düşüversin.. Kökünden kırılıp hem de. Sabaha kadar ağladıktan sonra, diş hekimi arkadaşımın yapıverdiği porselen dişi kendi sağlıksız, çoğu dolgu olan ve rengi deforme olmuş dişlerimden daha çok beğenince, dedi ki Berna, hadi gel hepsini bi toparlayalım. "Gülüş estetiği" deniyormuş buna. Dedim ki, sanırım zamanı geldi. Artık hadi.
Sonracığıma, 17 yaşından beri, kimi korkudan, kimi param olmamasından, kimi zamanım olmamasından kaçtığım ortodonti muayenesini olmak zorunda kaldım. Zira gülüş estetiğinin işe yaraması için önce zeminin toparlanması gerekirmiş. Benim yıllardır o benim özelliğim, çok sempatik dediğim dişlerim, evet, aslında bozuk!
Öyle, böyle, olur mu olmaz mı, altı ay, bir yıl derken, iki dişimin çekilmesine ve bir buçuk yıl ağzımda tellerle dolaşmama sebep olacak ortodonti tedavisine "tamam, yapalım" derken buldum kendimi. Bu bitmeden laminasyon, yani kaplama yapılamayacak.
Aman Allah'ım ne yapıyorum ben diyerek kaçmamam için de harekete geçtim, gerekli ayarlamaları yaptım, diş çekimlerim için hazırlanıyorum şimdi.
Evet, merak ediyorum, bu yaştan sonra diş teli olur mu hiç?
Bilmem, bence olur.
Olur olur.
Sizce nasıl olur?
Gittiğiniz kadın doğum doktorunun dişinde telleri görseniz ne hissedersiniz? Gıcığınıza mı gider yoksa hiç birşey hissetmez misiniz?
Tabii bu acaba kendimi daha güzel görme çabamdan mı, kırkından sonra azanı teneşir mi paklar, ufak estetik müdahalelere artık daha sıcak bakmaya başladım.
İlkin, şu çatık kaşlarımın ortasındaki, (benim güneşe bakarken gözlerimi kısmaktan olduğunu iddia ettiğim ama aslında içimdeki birikmiş öfkeyi dışa vurduğunu psikoloğum Esra ile tanıştıktan sonra kendime itiraf ettiğim) çatıklıkla vedalaştım.
Aslında, botoks çok da bana göre değildi, ben kırışıklıklarımla barışıktım, falan filan. Ama sonunda, çok sevdiğim dermatolog arkadaşımın biraz da zorlamasıyla, iğneyi yedim kaşımın ortasına :) Sonuç umduğumdan çok farklı oldu. Meğer öfkeli ifade beni hem yaşlı, hem mutsuz, hem gergin, hem, hem.... Gösteriyormuş. Aslında sandığımdan daha güzelmişim. Vesaire.
Pişman olmadım hiç. Aksine, etkisi nerdeyse geçmesine rağmen, beni görenler gençleştiğimi söylüyorlar (geçen hafta sonu kongredeki herkes de mesela..). Gençleşmek için tüm yüzüme kırışık tedavisi, botoks, dolgu vs yaptırmadım ki! Sadece kaşlarımın arasına, öfkeli ifademe. Ne kadar da farketti!
İnsan yaşlandıkça kendini daha iyi hisseder mi, tuhaf... Artık buna da yaş aldıkça diyorum, kulağa daha iyi geliyor..
Sonracığıma, bir gece yarısı, yüz kadar defter kaplarken dişimle bant koparmam sonrası bir dişim elime düşüversin.. Kökünden kırılıp hem de. Sabaha kadar ağladıktan sonra, diş hekimi arkadaşımın yapıverdiği porselen dişi kendi sağlıksız, çoğu dolgu olan ve rengi deforme olmuş dişlerimden daha çok beğenince, dedi ki Berna, hadi gel hepsini bi toparlayalım. "Gülüş estetiği" deniyormuş buna. Dedim ki, sanırım zamanı geldi. Artık hadi.
Sonracığıma, 17 yaşından beri, kimi korkudan, kimi param olmamasından, kimi zamanım olmamasından kaçtığım ortodonti muayenesini olmak zorunda kaldım. Zira gülüş estetiğinin işe yaraması için önce zeminin toparlanması gerekirmiş. Benim yıllardır o benim özelliğim, çok sempatik dediğim dişlerim, evet, aslında bozuk!
Öyle, böyle, olur mu olmaz mı, altı ay, bir yıl derken, iki dişimin çekilmesine ve bir buçuk yıl ağzımda tellerle dolaşmama sebep olacak ortodonti tedavisine "tamam, yapalım" derken buldum kendimi. Bu bitmeden laminasyon, yani kaplama yapılamayacak.
Aman Allah'ım ne yapıyorum ben diyerek kaçmamam için de harekete geçtim, gerekli ayarlamaları yaptım, diş çekimlerim için hazırlanıyorum şimdi.
Evet, merak ediyorum, bu yaştan sonra diş teli olur mu hiç?
Bilmem, bence olur.
Olur olur.
Sizce nasıl olur?
Gittiğiniz kadın doğum doktorunun dişinde telleri görseniz ne hissedersiniz? Gıcığınıza mı gider yoksa hiç birşey hissetmez misiniz?
24 Eylül 2013
Ben eskiden, her gün
Ben eskiden her gün, bu kalbim kadar temiz sayfalara yazar da yazardım.. Diyeceklerimi derdim, bir solukta, bir çırpıda.. Kelimeler arasında boşluk bile bırakmadığım olurdu.
Bi sürü kişi okurdu, bana akıl verirdi, beni tanırlardı, ben de onları tanırdım zamanla.
Demez oldum, vaktim olmadı dedim, fırsatım yok dedim.
Ama gene geldiler kelimelerim, kafamın içinde konuşmaya başladığımdan anladım. bunu yazsam dediğim laflar çoğaldı sabahları arabada giderken. Böylece geri geldim, resimsiz, fotoğrafsız, şimdilik bol laflı olacak ama..
Kongreye gittim geçen gün, Filiz geldi, merhaba dedi, beni hatırladınız mı dedi, hatırlamadım, blogdan tanıyorum sizi dedi. Ayıp ettim, bloğumdan da dünyamdan da kopmuşum. Laflarımı facebookta durum güncellemesine sıkıştırmışım. Kendime de ayıp etmişim, geçmişime sırtımı dönmüşüm. Yoksa hayallerim mi bitti? Yok yok değil, hatta büyüttüm bazılarını, besledim, olgunlaştırdım, oluşturdum. Sırası geldikçe anlatırım.
E o zaman hoşgeldim gene hayal alanıma.
Biraz günlerden söz edeyim.
Bodrum'da günler su gibi akıp gidiyor. Başta biraz sallandıysak da alıştık. Bodrum aldı götürdü bizi. Yazı yedik bitirdik.. İş çıkışı (mecburen :) ) denize giderek, akşamları bahçede sohbet ederek, sabahları sahilde sabah yürüyüşüne giderek.
Keyifli de günler geçirdik, zor da, ama güzel bir yaz geçirdik. Kardeşlerimle arkadaş oldum yeniden, çocuklarıma anne oluyorum son günlerde, annemle de anne kız oluyorum hissediyorum... Sevgilim güzel güzel balıklar tuttu, vallahi nefis de pişiriyor, yazı balığa doyarak geçirdik.
Kızımı yelkene gönderdim, bakalım sevecek mi, kışın da gidecek, yelkenci olacak mı kendi bilecek ama.. Damla hanımı tanıyanlar, beni tanıyanlar bilirler, geçen seneyi bir hengameyle okullu olarak geçirdik, keşke uzun uzun yazsaydım yaşadıklarımızı, mini mini birlerin annelerine belki yol gösterirdi. Ama geçti bitti.. Kızım büyüdü. Bununla ilgili de söyleyecek çok ama çok lafım var, ayrıca yazayım bir gün.. Meğer herşeyin zamanı varmış. Boşuna (mı) ağlamışım bir yıl boyunca? Şimdi okullu olduk asıl, şimdi geldi zamanı farkettim. Bunu sonra anlatacağım daha uzun.
Oğlumu da büyüttük biraz ama hala bebek, hala şeker, hala sevimli. Hala çiş yapıyor gece altına, napalım o da biraz geç büyüsün tanıdığım diğer erkek bebeler gibi :)
Anne demek sıcak kek kokusu, taze ekmek kokusu mutfakta biraz sanki.. Ben de sağlıklı (ya da daha sağlıklı) beslenmeye taktım bu aralar. Madem Bodrum'a yani bir kasabaya taşındık, o zaman nispeten sağlıklı beslenelim dedim. Ne kadar dayanabileceğimi, ya da sebat edebileceğimi bilmiyorum ama şimdilik son birkaç haftadır, sütümü ineğin memesinden (dolayısıyla yoğurdumu annemden), yumurtamı tavuğun poposundan, tereyağımı sütçünün yayığından alıyorum. Yumurtalı patatesi fırında kavurup yapıyorum, yumurtalı ekmeği yağda değil de fırında pişiriyorum. Ekmeği kendim yapıyorum evde, sıcacık, yumuşacık... Evet ben de şaşırmış durumdayım ama yapıyorum hakkaten..
Meyve suyu, kola gibi şeyleri artık tamamen almaz olduk. Taze meyve suyumuzu kendimiz yapıyor ya da süt veya su içiyoruz. Bulguru pirince yeğlemeye çalışıyoruz. Haftada bir McDonald's günümüzü ayda bir gibi daha iyimser bir sayıya çekmeye çalışıyoruz.
Oluyor mu? Bence oluyor.. İstikrarlı da olursa tam süper olacak...
Şimdilik böyle ortaya karışık bir yazı olsun. Birikmiş diyeceklerim de bitene kadar biraz böyle olacak bence..
Şimdilik hoşçakalın, beni izlemeye devam edin anacımm
Bi sürü kişi okurdu, bana akıl verirdi, beni tanırlardı, ben de onları tanırdım zamanla.
Demez oldum, vaktim olmadı dedim, fırsatım yok dedim.
Ama gene geldiler kelimelerim, kafamın içinde konuşmaya başladığımdan anladım. bunu yazsam dediğim laflar çoğaldı sabahları arabada giderken. Böylece geri geldim, resimsiz, fotoğrafsız, şimdilik bol laflı olacak ama..
Kongreye gittim geçen gün, Filiz geldi, merhaba dedi, beni hatırladınız mı dedi, hatırlamadım, blogdan tanıyorum sizi dedi. Ayıp ettim, bloğumdan da dünyamdan da kopmuşum. Laflarımı facebookta durum güncellemesine sıkıştırmışım. Kendime de ayıp etmişim, geçmişime sırtımı dönmüşüm. Yoksa hayallerim mi bitti? Yok yok değil, hatta büyüttüm bazılarını, besledim, olgunlaştırdım, oluşturdum. Sırası geldikçe anlatırım.
E o zaman hoşgeldim gene hayal alanıma.
Biraz günlerden söz edeyim.
Bodrum'da günler su gibi akıp gidiyor. Başta biraz sallandıysak da alıştık. Bodrum aldı götürdü bizi. Yazı yedik bitirdik.. İş çıkışı (mecburen :) ) denize giderek, akşamları bahçede sohbet ederek, sabahları sahilde sabah yürüyüşüne giderek.
Keyifli de günler geçirdik, zor da, ama güzel bir yaz geçirdik. Kardeşlerimle arkadaş oldum yeniden, çocuklarıma anne oluyorum son günlerde, annemle de anne kız oluyorum hissediyorum... Sevgilim güzel güzel balıklar tuttu, vallahi nefis de pişiriyor, yazı balığa doyarak geçirdik.
Kızımı yelkene gönderdim, bakalım sevecek mi, kışın da gidecek, yelkenci olacak mı kendi bilecek ama.. Damla hanımı tanıyanlar, beni tanıyanlar bilirler, geçen seneyi bir hengameyle okullu olarak geçirdik, keşke uzun uzun yazsaydım yaşadıklarımızı, mini mini birlerin annelerine belki yol gösterirdi. Ama geçti bitti.. Kızım büyüdü. Bununla ilgili de söyleyecek çok ama çok lafım var, ayrıca yazayım bir gün.. Meğer herşeyin zamanı varmış. Boşuna (mı) ağlamışım bir yıl boyunca? Şimdi okullu olduk asıl, şimdi geldi zamanı farkettim. Bunu sonra anlatacağım daha uzun.
Oğlumu da büyüttük biraz ama hala bebek, hala şeker, hala sevimli. Hala çiş yapıyor gece altına, napalım o da biraz geç büyüsün tanıdığım diğer erkek bebeler gibi :)
Anne demek sıcak kek kokusu, taze ekmek kokusu mutfakta biraz sanki.. Ben de sağlıklı (ya da daha sağlıklı) beslenmeye taktım bu aralar. Madem Bodrum'a yani bir kasabaya taşındık, o zaman nispeten sağlıklı beslenelim dedim. Ne kadar dayanabileceğimi, ya da sebat edebileceğimi bilmiyorum ama şimdilik son birkaç haftadır, sütümü ineğin memesinden (dolayısıyla yoğurdumu annemden), yumurtamı tavuğun poposundan, tereyağımı sütçünün yayığından alıyorum. Yumurtalı patatesi fırında kavurup yapıyorum, yumurtalı ekmeği yağda değil de fırında pişiriyorum. Ekmeği kendim yapıyorum evde, sıcacık, yumuşacık... Evet ben de şaşırmış durumdayım ama yapıyorum hakkaten..
Meyve suyu, kola gibi şeyleri artık tamamen almaz olduk. Taze meyve suyumuzu kendimiz yapıyor ya da süt veya su içiyoruz. Bulguru pirince yeğlemeye çalışıyoruz. Haftada bir McDonald's günümüzü ayda bir gibi daha iyimser bir sayıya çekmeye çalışıyoruz.
Oluyor mu? Bence oluyor.. İstikrarlı da olursa tam süper olacak...
Şimdilik böyle ortaya karışık bir yazı olsun. Birikmiş diyeceklerim de bitene kadar biraz böyle olacak bence..
Şimdilik hoşçakalın, beni izlemeye devam edin anacımm
2 Mayıs 2013
Aile toplantısı
Bloğumu çok ihmal ettiğimin farkındayım ama işler güçler :) Kişisel web sayfam www.aybalaakil.com ve kişisel bebeklerim Damla.com ve Tuna.com pek fazla vaktimi alıyor :)
Gene de, hem tarihe not düşmesi adına, hem de ileride hatırlamak adına bazen önemli şeyleri yazayım istiyorum.
Örneğin aile toplantısı...
Emin olmamakla birlikte sanırım E.A.E. kitabında* okumuştum, çocuklara söz hakkı vermenin önemiyle ilgili birşeyler. Bu toplantı fikrini öneriyordu.
Ben de, çatışmalarımızın fazla olduğu bir dönemde, hadi bir aile toplantısı yapalım ve bunları toplantıda konuşalım dedim. Damla (6) fikri çok beğendi, Tuna (4) pek bişey anlamadı, babamızı (39) da biraz zorla masaya oturttuk.
Önce gündem maddelerini belirledik. Herkesin memnun olmadığı şeyleri yazdık. Örneğin, Damla: Ödev yaparken Tuna'nın onun dikkatini dağıtması, ben: Oyuncak yüzünden kavga etmeleri, vs... Sonra teker teker tüm maddeleri konuştuk. Sırayla herkes fikrini ve çözüm önerisini söyledi. En sonunda karara bağladık, her maddeyle ilgili yapacaklarımız tek tek yazdı yazmanımız Damla.
Karar kağıdını buzdolabına astık. Gerektikçe hatırlattık ve tekrar okuduk.
Hafta boyunca inanılmaz bir şekilde kararlara herkes uydu.
Hafta içinde yeni anlaşmazlıklar çıktığında, bunu yeni toplantıda konuşmak üzere bir kenara not aldık. Yeni toplantı için bizi masaya oturtan, sürekli hatırlatan Damla oldu. Babamız da bu sefer istekliydi ve kendi maddeleriyle geldi konuşulmak üzere. Tuna fikrini belirtmek istemediğini söyleyerek ağladı. Bir dahaki toplantıda en fazla dört madde konuşmaya (uzadıkça dikkatler dağılıyor çünkü) ve toplantıları haftada bir kez tekrarlamaya karar verdik.
Bu arada, ilk toplantıdan sonra pedagog kontrolümüz vardı. Damla hanım için gittiğimiz pedagoğumuz, bu toplantıda her ne yaptıysak çok işe yaradığını, Damla'ya çok hitab ettiğini ve her nasıl bir şeyse mutlaka ciddiye alıp devam etmemizi önerdi!!
*Çocuklara söz hakkı vermek ve onların da fikirlerinin dinlendiğini ve ciddiye alındığını hissetmeleri için neler yapılması ve bunun olumlu sonuçlarının neler olacağıyla ilgili detaylı bilgi için: Etkili Anne Baba Eğitimi (EAE) Thomas Gordon.
23 Mart 2013
Bodrum'dan havadisler
Bu aralar (gene) bloğumu pek ihmal etmişim... Aslında çok istiyorum eskisi gibi hergün yazayım.. Teşhirci bir yanım mı olduğundan, burada bulduklarımdan mı kopamadığımdan, yoksa bloğum sayesinde edindiğim arkadaşlarımı mı çok sevdiğimden, bloğumu da çok seviyorum.. Ama yazacak vaktim olmuyor, nasıl oluyorsa oluyor işte.. Aslında hiç boş vaktim yok ama pek de elle tutulur birşey yapmıyorum gibi geliyor. Aslında, pek çok şey yaptığıma eminim... Zira iki ay önce her gün üç bölüm izlediğim Dr House'un son ay bir tek bölümünü bile izlemeye vaktim olmayışı yoğun olduğumu düşündürüyor bana.
O zaman neler yaptığımı sıralayayım da ben de inanayım...
- Aslında, işler de yoğunlaştı bir yandan. Hastalarımız artıyor.. Bu da tabii bir vakit alıyor. İşimle ilgili işleri severek yapıyorum. Gebelik Okulu'muz başladı mesela.. Orada gebelerimizle sohbet ediyoruz, onlara bilmeleri gereken bissürü şey anlatıyoruz.
- Çocuklarımda daha çok ilgileniyorum. Okullarına gidiyorum, aktivitelerine katılıyorum (örneğin Damla hanımla okumayı kutlamak için kurabiye yaptık seslerden...
- Haftada iki gün yoga yapıyorum.... Minik kuzu Tuna'nın da okulda yoga yaptığını öğrenip şaşırıyorum, asanaları ve adlarını biliyor oluşuna :)
- Bahara hazırlanıyorum, annemin daha yoğun çabasıyla, sardunyalar, kasımpatları... Bahçe mevsimi geliyor, heyecanlanıyorum..
- Sevgilimle haftada en az bir gün başbaşa birşeyler yapmaya çalışıyoruz, bowling + sinema ile mesela dün gece pek eğlendik..
- Eğitim öğrenim faaliyetlerinden asla geri duymuyorum.. JED (Jinekolojik Endoskopi Derneği) çatısı altında oluşturulan GEP (Genç Endoskopistler Platformu) toplantısına katıldım ve bana verilen görevleri seve seve yerine getirdim mesela... Şu adresteki son bültenin hazırlanmasından biriydi mesela bu görevlerden biri... GEP ile birlikte 15 Haziran'da Bodrum Acıbadem'de bir toplantı ve workshop düzenliyoruz mesela...
- Bu arada yeni bir endoskopi kursuna katılmayı planlıyorum sonbahara..
- Tüp bebek öğreniyorum mesela.. Yıllardır itinayla kaçtığım Siperoff adlı kitabımla yüzleşiyorum, artık okumaya başladım. Tüp bebek eğitimi için Sağlık Bakanlığı'na başvuruda bulunmaya hazırlanıyorum...
- Ayrıca web sitemi güncel tutuyor, hemen hemen her hafta biri bilimsel biri güncel olmak üzere en az iki yazı ekliyorum, Ayça'nın ve Ayça'nın da desteğiyle gittikçe büyüyen bir bebeğimiz oluyor... En çok mesaimi açıkçası bu iş alıyor..
- Arada kitap okuyorum, henüz istediğim kitabı bitiremediysem de, Anne Karnındaki Bebeğin Gizli Dünyası pek acayip şeyler öğretiyor bana...
- Yayınlarımla da ilgilenmeye başlıyorum bu ara, motive olabilirsem en sevdiğim işlerden biri olan bilimsel yayın yazma işine geri dönücem..
- Misafir bekliyorum heyecanla, gece gündüz aklımdan çıkmıyor, Ayça, Şebnem, Kıvanç gelicekler diye gün sayıyorum.. Bir kez kasırgaya yenildik ama ezilmedik, haftaya tekrar biraradayız inşallah...
- Minik kalbim kınalı kuzum Damla kuşumun 6. doğumgünü yaklaşıyor, hazırlık yapıyorum, o da ayrı bir heyecan..
Söyle bir bakıldığında pek de boş durmamışım gibi? Eh hadi o zaman müsade. İşe gidicem ben.
O zaman neler yaptığımı sıralayayım da ben de inanayım...
- Aslında, işler de yoğunlaştı bir yandan. Hastalarımız artıyor.. Bu da tabii bir vakit alıyor. İşimle ilgili işleri severek yapıyorum. Gebelik Okulu'muz başladı mesela.. Orada gebelerimizle sohbet ediyoruz, onlara bilmeleri gereken bissürü şey anlatıyoruz.
- Çocuklarımda daha çok ilgileniyorum. Okullarına gidiyorum, aktivitelerine katılıyorum (örneğin Damla hanımla okumayı kutlamak için kurabiye yaptık seslerden...
- Haftada iki gün yoga yapıyorum.... Minik kuzu Tuna'nın da okulda yoga yaptığını öğrenip şaşırıyorum, asanaları ve adlarını biliyor oluşuna :)
- Bahara hazırlanıyorum, annemin daha yoğun çabasıyla, sardunyalar, kasımpatları... Bahçe mevsimi geliyor, heyecanlanıyorum..
- Sevgilimle haftada en az bir gün başbaşa birşeyler yapmaya çalışıyoruz, bowling + sinema ile mesela dün gece pek eğlendik..
- Eğitim öğrenim faaliyetlerinden asla geri duymuyorum.. JED (Jinekolojik Endoskopi Derneği) çatısı altında oluşturulan GEP (Genç Endoskopistler Platformu) toplantısına katıldım ve bana verilen görevleri seve seve yerine getirdim mesela... Şu adresteki son bültenin hazırlanmasından biriydi mesela bu görevlerden biri... GEP ile birlikte 15 Haziran'da Bodrum Acıbadem'de bir toplantı ve workshop düzenliyoruz mesela...
- Bu arada yeni bir endoskopi kursuna katılmayı planlıyorum sonbahara..
- Tüp bebek öğreniyorum mesela.. Yıllardır itinayla kaçtığım Siperoff adlı kitabımla yüzleşiyorum, artık okumaya başladım. Tüp bebek eğitimi için Sağlık Bakanlığı'na başvuruda bulunmaya hazırlanıyorum...
- Ayrıca web sitemi güncel tutuyor, hemen hemen her hafta biri bilimsel biri güncel olmak üzere en az iki yazı ekliyorum, Ayça'nın ve Ayça'nın da desteğiyle gittikçe büyüyen bir bebeğimiz oluyor... En çok mesaimi açıkçası bu iş alıyor..
- Arada kitap okuyorum, henüz istediğim kitabı bitiremediysem de, Anne Karnındaki Bebeğin Gizli Dünyası pek acayip şeyler öğretiyor bana...
- Yayınlarımla da ilgilenmeye başlıyorum bu ara, motive olabilirsem en sevdiğim işlerden biri olan bilimsel yayın yazma işine geri dönücem..
- Misafir bekliyorum heyecanla, gece gündüz aklımdan çıkmıyor, Ayça, Şebnem, Kıvanç gelicekler diye gün sayıyorum.. Bir kez kasırgaya yenildik ama ezilmedik, haftaya tekrar biraradayız inşallah...
- Minik kalbim kınalı kuzum Damla kuşumun 6. doğumgünü yaklaşıyor, hazırlık yapıyorum, o da ayrı bir heyecan..
Söyle bir bakıldığında pek de boş durmamışım gibi? Eh hadi o zaman müsade. İşe gidicem ben.
23 Ocak 2013
Aslında herşey bir algı ilüzyonu
Birşeyler oluyor, bitiyor. Zaman geçiyor. İnsanlar geliyor, gidiyor.
Biz sürekli düşünüyoruz. Hissediyoruz. Birşeyler yapıyoruz, sonra yaptıklarımızı düşünüyoruz.
Birşeyler oluyor, sonra olanları düşünüyoruz.
Neyin nasıl olduğu değil önemli olan, neyi nasıl algıladığımız.
Aynı şeye bugün böyle, yarın şöyle tepki verebiliyoruz. Aynı kişiyi bugün böyle, yarın şöyle sevebiliyoruz.
Bugün aynı şeye sevinip yarın üzülebiliyoruz.
Herşeyi hergün, bir öncekinden farklı algılıyoruz.
Seçimlerimizin peşinden, bir labirentin içindeymiş gibi dolanıyoruz. Aslında çok karmaşık değil.. Anda kalmayı başarabilsek sorun olmayacakmış gibi..
Ben başaramadığımı düşünüyorum. Anda ol. Anda herşey mükemmel, demişti spiritüel yaşam koçum (Evet, var böyle birisi hayatımda. Evet, gerekli. Evet, benim bakış açımı değiştirmemi sağladı, biraz da olsa).
Anda kalmayı nasıl başaracağım peki?
Anlıyorum, biliyorum, da, o an geldiğinde kontolde tutamıyorum.
Daha stabil olsak olacak mı? (Ben olamıyorum da)
Aslında herşey bir algı ilüzyonu.
Biz nasıl algılıyorsak öyle...
Belki de olayları değiştirmeye değil, algımızı yüksek tutmaya çalışsak?
Biz sürekli düşünüyoruz. Hissediyoruz. Birşeyler yapıyoruz, sonra yaptıklarımızı düşünüyoruz.
Birşeyler oluyor, sonra olanları düşünüyoruz.
Neyin nasıl olduğu değil önemli olan, neyi nasıl algıladığımız.
Aynı şeye bugün böyle, yarın şöyle tepki verebiliyoruz. Aynı kişiyi bugün böyle, yarın şöyle sevebiliyoruz.
Bugün aynı şeye sevinip yarın üzülebiliyoruz.
Herşeyi hergün, bir öncekinden farklı algılıyoruz.
Seçimlerimizin peşinden, bir labirentin içindeymiş gibi dolanıyoruz. Aslında çok karmaşık değil.. Anda kalmayı başarabilsek sorun olmayacakmış gibi..
Ben başaramadığımı düşünüyorum. Anda ol. Anda herşey mükemmel, demişti spiritüel yaşam koçum (Evet, var böyle birisi hayatımda. Evet, gerekli. Evet, benim bakış açımı değiştirmemi sağladı, biraz da olsa).
Anda kalmayı nasıl başaracağım peki?
Anlıyorum, biliyorum, da, o an geldiğinde kontolde tutamıyorum.
Daha stabil olsak olacak mı? (Ben olamıyorum da)
Aslında herşey bir algı ilüzyonu.
Biz nasıl algılıyorsak öyle...
Belki de olayları değiştirmeye değil, algımızı yüksek tutmaya çalışsak?
11 Ocak 2013
37 yaşım, yeni yaşamım. Tarihe not düşmek için yazıyorum.
37 yaşındayım.
Kadın Doğum Uzmanıyım.
Evli, iki çocuk annesiyim.
An itibariyle 59 buçuktan 60 kiloyum. Son on yıldakinden daha ince görünüyorum.
Saçlarımın çoğu beyaz, genelde kızıl ya da kahve rengin arkasına saklanıyorlar.
18 tane dolgulu dişim var. Onlara hayatım boyunca baktığımdan daha iyi bakıyorum (diş ipi, ara yüz fırçası, antibakteriyel solüsyon, falan.)
Bodrum’da yaşıyor, Acıbadem Hastanesi’nde çalışıyorum.
Yıllardır yazdığım bir bloğum (burası), yeni açtığım bir kişisel web sitem var (www.aybalaakil.com).
Bi sürü kitabım var, kişisel gelişim kitapları okumayı en çok seviyorum.
Kişisel gelişiyorum.
Almanca öğrenmeye bininci kez başladım. Bu kez kararlıyım.
Reiki yapıyorum, çok güvendiğim bir Reiki hocam var.
Yogaya tekrar başladım, çok sevdiğim bir yoga hocam var.
Piyano çalmayı öğrenmek istediğime karar verdim, kızımın piyano hocasıyla konuştum, baharda başlıyoruz.
Artık genelde topuklu ayakkabı giyiyorum.
Ben istemediğim sürece bana ve aileme nazar değemez, farkındayım.
Sevgilim de yanımda, birlikteyiz artık.
Kızım ilkokula başladı bu yıl, okumayı öğrendi sayılır, ama farkettim ki epeyce büyüdü son aylarda. Dün beni odasından gönderip ödevini tek başına yaptı.
Küçük oğlum yuvaya gidiyor, gittikçe daha sevimli oluyor. Ona hiç kızamıyorum, kızıma haksızlık oluyor sanırım.
Annem de Bodrum’a taşınıyor. Küçük bir kaza geçirdiği için bugünlerde yatıyor ama çok heyecanlı, o da yeni hayatına adım atıyor.
Kardeşlerimi hayatım boyunca olduğundan daha çok seviyorum. Çok özlüyorum. Bu hafta geliyorlar neyse ki…
Kardeşim gibi gördüğüm Gamzem çok uzakta, farkettim ki onu da çok özlüyorum.
Bugün itibariyle 37 yaşım bitti.
Bu yazdıklarımdan ibaretim.
Mutluyum.
Olmak istediğim yerdeyim.
Farkındayım, şükrediyorum hepsi için.
İyi ki varım, iyi ki doğdum.
Kadın Doğum Uzmanıyım.
Evli, iki çocuk annesiyim.
An itibariyle 59 buçuktan 60 kiloyum. Son on yıldakinden daha ince görünüyorum.
Saçlarımın çoğu beyaz, genelde kızıl ya da kahve rengin arkasına saklanıyorlar.
18 tane dolgulu dişim var. Onlara hayatım boyunca baktığımdan daha iyi bakıyorum (diş ipi, ara yüz fırçası, antibakteriyel solüsyon, falan.)
Bodrum’da yaşıyor, Acıbadem Hastanesi’nde çalışıyorum.
Yıllardır yazdığım bir bloğum (burası), yeni açtığım bir kişisel web sitem var (www.aybalaakil.com).
Bi sürü kitabım var, kişisel gelişim kitapları okumayı en çok seviyorum.
Kişisel gelişiyorum.
Almanca öğrenmeye bininci kez başladım. Bu kez kararlıyım.
Reiki yapıyorum, çok güvendiğim bir Reiki hocam var.
Yogaya tekrar başladım, çok sevdiğim bir yoga hocam var.
Piyano çalmayı öğrenmek istediğime karar verdim, kızımın piyano hocasıyla konuştum, baharda başlıyoruz.
Artık genelde topuklu ayakkabı giyiyorum.
Ben istemediğim sürece bana ve aileme nazar değemez, farkındayım.
Sevgilim de yanımda, birlikteyiz artık.
Kızım ilkokula başladı bu yıl, okumayı öğrendi sayılır, ama farkettim ki epeyce büyüdü son aylarda. Dün beni odasından gönderip ödevini tek başına yaptı.
Küçük oğlum yuvaya gidiyor, gittikçe daha sevimli oluyor. Ona hiç kızamıyorum, kızıma haksızlık oluyor sanırım.
Annem de Bodrum’a taşınıyor. Küçük bir kaza geçirdiği için bugünlerde yatıyor ama çok heyecanlı, o da yeni hayatına adım atıyor.
Kardeşlerimi hayatım boyunca olduğundan daha çok seviyorum. Çok özlüyorum. Bu hafta geliyorlar neyse ki…
Kardeşim gibi gördüğüm Gamzem çok uzakta, farkettim ki onu da çok özlüyorum.
Bugün itibariyle 37 yaşım bitti.
Bu yazdıklarımdan ibaretim.
Mutluyum.
Olmak istediğim yerdeyim.
Farkındayım, şükrediyorum hepsi için.
İyi ki varım, iyi ki doğdum.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)