Hissettiklerimi unutmamak için, bu satırları size Belçika’nın
Leuven şehrindeki otel odasında yazıyorum. Leuven’e bir kurs için geldim. Kurs
çok yoğun olduğundan mağazalarını, müzelerini gezecek, kafelerde oturup bira
içecek ya da alışveriş yapacak fırsatım yok. Ben de, bunun yerine sabahları
dersten önce ya da akşamları ders çıkışı geziyorum şehrin sokaklarını…
Herhangi bir geziyazısı okumuş olabilirsiniz Leuven ile ilgili. Ya da gitmiş olabilirsiniz. Bu bir gezi yazısı değil, bir his yazısı olacak. Ben size hissettiklerimi anlatacağım.
Seyahatim, İstanbul Atatürk Havaalanında pasaport kuyruğunda
bekleyen binlerce insanın arkasında biraz da söylenerek sıraya geçmemle
başladı. Bir yandan bekliyorum bir yandan da kuyruğun kalabalıklığı hakkında
saydırıyorum. Sonra farkettim ki, Türk Vatandaşları dışındaki kişiler için
ayrılmış olan kuyrukta bekliyorum. Tekrar söylenerek tüm o kalabalığı yara yara
bizim bölüme gittim, sadece beş kişi bekliyordu. Sonra kendime kızdım tabii..
Havaalanlarında Avrupa’da Avrupa Birliği dışındaki ülkeler için ayrılan
yerlerdeki kötü muameleye o kadar alışmışım ki, tabelalara bakmadan kalabalık
nerdeyse oraya durmuşum. Önce kendimiz değerli olduğumuza inanmazsak nasıl
değerimiz artacak ki?
Uzun bir yolculuktan sonra geldim nihayet.. Küçük bir şehir burası. Bir uçtan bir uca yarım saatte yürüyebilirsiniz. Ama herşey var. Gerçekten herşey var. Üniversite bile. Benim algımın almadığı, ülkemde olduğu gibi, şehirlerin büyüdükçe modernleşeceği, ya da gelişeceği fikrinin yanlış olduğu. Öyle gördüm ama ülkemde. Bir yer ya küçüktür ya büyük. Ya gelişmiştir, ya köy. Bu ülkelerde, sanırım bu yüzden ezberim şaşıyor. Bu ülkenin tamamı İstanbul kadar bile değil ama Avrupa Birliği’nin merkezi burda. Şu anda içinde bulunduğum kasabanın tamamı Bodrum kadar değil, ama üniversitesi, devasa kiliseleri (dışarıdan gördüğüm kadarı ile), alışveriş için bütün markaların mağazaları, kafeleri, restoranları, barları.. Her şey varoğlu var.
Anlayamadığım bu işte. Kompakt, yoğun.
Akşam yürüyüşe çıktım, bomboş sokaklarda korkayım mı diye düşündüm önce. Sonra baktım ki sokaklar boş değil. Pazar akşamıydı ve sanırım başka şehirlerden okumaya gelen öğrencilerin dönüş saatiydi. Tren istasyonundan başlayıp tüm şehre yayılan bir tıkırtı.. Ne mi? Tümü Arnavut kaldırımlı olan cadde ve kaldırımlarda tekerlekli valiz çekilme sesi. Yüzlerce valiz, yüzlerce tıkırtı bana eşlik etti yürüyüşimde..
Yağmurlu, ıslak sokaklarında yürürken değişik hissediyorum. Yaya geçidinden karşıya geçmek için bekliyorum kaldırımda, uzaktaki bir araba gelsin geçsin de ben öyle caddeye ineyim diye. Araba da gelip önümde durup, önce benim karşıya geçmemi bekliyor. Her seferinde şaşırıyorum. Bu sefer de.. Üç kez yaptım aynı şeyi, arabalara yol verdim. Saçma hissettim sonra, burada ben öncelikliyim ya, onlar bana yol verir. Bir çöp kamyonu mesela (resmini çekecektim olmadı), ön camının içi oyuncak ayılarla dolu, bildiğin sevimli bir çöp kamyonuydu, durdu, yaya geçidinden geçeyim diye.
Sokaklara ve caddelere bakan apartmanlar var, aslında İstanbul’daki gibi ama değil. Tam cadde üzerindeki dairelerde oturan aileler var. Bizde bu daireler daha ucuzdur , hem de yol üzeri diye pek kimse oturmak istemez. Burada hep aileler var bu dairelerde. Pencerelerde perde yok, yarı seviyesine kadar –yoldan içerisi görünmeyecek kadar – beyaza boyamışlar camları, akşam geçtim önlerinden, sıcak yemek kokusu geliyordu hepsinden. Kimisinde ocak başındaki annenin saçlarını gördüm, çoğunda televizyonun ışıkları görünüyordu. Yaşıyordu yani bu evler, sokaklara bakan daireler. Hatta çoğunun içerisi görünüyordu, nedense bakmak istedi canım. Bebelerine yemek yediren babalar (gördüğüm kadarıyla hepsinin birden çok, hatta ikiden de çok çocuğu var) ..
Bodrum’da yaşayan bir Belçika’lı arkadaşım hep üzülür, benim ülkemde çocuklar mutlu, burada çok baskı altında der. İşin gerçeği onu biraz anladım sanırım. Sabahları okula giden bisikletli çocuklar sağımdan solumdan geçtikçe, konuşmaları, gülüşmeleri, pedala asılmaları bana da aynı şeyi düşündürdü. Yüzlerce, binlerce çocuk bisikletle okula gidiyor. Bizim gibi sabahın karanlığında servise binmek yerine, arkadaşlarıyla bisikletle.. Çocuklardan sonra bi nebze büyüklerin sırası geldi.. Onlar da gittikten sonra, ya üniversitede okuyan ya da kurs gibi birşeylere giden ara bir yaş grubu vardı – üzülerek söylüyorum- büyük gruplar halinde sigara içen. Dersi beklerken sigara içmek için toplanmış gibilerdi okulun dışında. Anlamadığım, madem mutlu çocuklardı, neden bu kadar çok sigara içen genç vardı? Özgürlüklerini bu yönde mi değerlendiriyorlardı?
Carrefour’a bir girdim dolandım. Gördüğüm kadarıyla meyve sebze çok pahalı. Nedenini anlayamadım ama taze meyve alayım dedim, 5 euroya bir kilo muzu görünce vazgeçtim. Tarım yapmadıkları için mi acaba?
Bir Avrupa kentine her gelişimde, burada yaşamanın nasıl olduğunu hayal ediyorum. Birey olarak saygı duyulduğum, ciddiye alındığım, haklarımın olduğu bir yaşam. Ulaşımın, eğitimin kolay olduğu, okulların aynı kalitede ve ücretsiz olduğu, üniversiteye girmek için kıçını yırtmadan insan gibi çalışmakla girebildiğin.
Aslında bir yanım bunu deneyimlemiş olmayı istiyor. Bir yanım da diyor ki, dört mevsim güneş görmeyen, yazın en sıcak günleri bizim baharımız kadar sıcak olan bir yerde mutlu olamayacağımı biliyor. Ben güneş insanıyım, gölgede mutlu olamam. Eminim.
Ama gene de, keşke diyorum, vizyonum biraz daha geniş olsaymış da, en azından üniversitede okurken, ya da sonrasında, bir süreliğine gelseymişim. Bir Avrupa şehrinde bir süre yaşasaymışım. İstermişim evet. Belki çocuklarım yapacak bunu, onların peşinden geleceğim, kim bilir?