Her ailenin biz dinozor dönemi oluyor sanırım, erkek çocuğu olan arkadaşlarımda bu gözlemi hep yapmışımdır. Ama nedense :) benim oğlumun ne işi olur canım dinozorlarla demişimdir kendi kendime...
Ama öyle değilmiş. Erkeklerin genlerinde yazıyormuş dinozorlar :) Bir süredir bunu deneyimlemiş bulunuyorduk.
Hatta Damla hanım da Tuna'nın ilgisine bakıp dinozorcu olup çıkmıştı (mesela bugün markete giderken arabada dinozor timi kurdular)
TV'de İstanbul'daki dinozor parkını görünce söz vermiştim onları götüreceğime dair.
İyi ki de gitmişiz... Hem çok eğlendik, hem de değişik şeyler öğrendik. Dinozor parkı, farklı bölümlerden oluşan bir eğlence alanı. İlk girişte müzeyle karşılaşıyorsunuz. Dinozor kemikleri (hepsi çakma ama orijinal gibiler), yumurtaları, ayak izleri, resimler.. bir müze kıvamında sunuluyor. Rehberler eşliğinde geziliyor, bol bol bilgi de veriyorlar. Sonra dinozor laboratuvarında güya dinozor üretimini, yumurtadan çıkışlarını, kuluçka makineleri, yaşasaydı veterinerde nasıl tedavi edilirlerdi vs, canlandırmalarını geziyorsunuz. Herşey güzel düşünülmüş, gerçek gibi. Sadece etçil dinozorlar bölümünde rehber "sessiz olun, bunlar çok tehlikeli, insan yiyebilirler, ürkütmeyin, çok hareket etmeyin" deyip karanlık salonda el feneriyle hareket edip ses çıkaran dev dinozorları gösterince biraz korktuk... Üç yaşında bir çocuk için, hatta beş yaşındaki kızım için bile fazla gerçekçi ve korkutucuydu.... Ama güzeldi.
Bir de dört boyutlu sinema var, beş dakikalık bir film izliyorsunuz. Dinozor saldırısına uğruyorsunuz ve salyalarının yüzünüze sıçramasından tutun arabanızın devrilmesine kadar son derece gerçekçi olduğundan bizim için çok korkutucuydu.
En son bölümde dinozorlarla hatıra fotoğrafı çektirebilir ve hediyelik eşya alabilirsiniz. Biz bir yumurta aldık, suya koyduk. İki gün sonra içinden dev bir dinozor çıktı. Her gün kabuğunun bir parçası kırılıyordu, tamamının yumurtadan çıkmasını bekleyemedik, dinozorumuzu İstanbul'da bırakıp dönmek zorunda kaldık..
Uzun lafın kısası, Dinozor parkı görülmeye değerdi. Giriş için iki çocuk ve benim için 65 TL istediler, ancak sonra Tuna beyi iki yaş altı kontenjanından aldılar ve 45 lira tuttu biletlerimiz.
Dinozor meraklısı küçük bey ve hanımlara gidip bi gezmelerini öneririz biz.
Burası benim hayal alanım. Adım Hayal. Kendi kendime gezintiye çıkmak istediğimde buraya uğrarım. Kimseleri almam yanıma. Gülersem de kendim gülerim, ağlarsam da kendi kendime burada ağlarım.
Buyrun, ben
27 Mart 2012
İstanbul'da kaç gün yeter?
Bir hafta yetmedi, orası kesin... Anneme mi doyayım, bahçede güneşli bahar günlerinin tadını mı çıkarayım, kardeşlerimle vakit mi geçireyim, arkadaşlarımı mı göreyim, İstanbul'u mu, özlediğim yerlere mi gideyim, şaşırdım kaldım. Maymun iştahlı bir çocuk gibi oradan oraya savruldum. İstanbul kazan ben kepçe dolandım durdum, ne doydum ne de bişey anladım. Kısacık geçti bir hafta..
Kapalıçarşı'ya, Eminönü'ne gidemedim mesela.. Beşiktaş sokaklarında, Bebek'te deniz kıyısında yürüyemedim. Üsküdar'dan motorla Beşiktaş'a geçemedim. Kızımı Deniz Anaokulu'na götüremedim, köşelerde saklanmış dükkanlarımdan, Ali'den Suat'tan alışverişe gidemedim. Emirgan'da kahvaltı edemedim. İstiklal'e çıkamadım.
Yahu ne yaptım ben o zaman? Haftalar öncesinden söz verdiğim gibi bebeklerimi Dinozor Parkı'na götürdüm (ne cesaret, arabasız iki bebek dört büyükle Koşuyolu'ndan Bayrampaşa'ya gitmek)... Sonra Forum'a gitmişken İkea & HM klasiği. Ertesi günüm de küçük gelen kıyafetleri değiştirmek için aynı yolu tepmekle geçti.. Bu kez taksiye binmedim ama, güya toplu taşımayı kullandım, topa dizecektim az daha. Aynı hattaki metro - tramvay - metrobüsü kullanmak için 5 aktarma yapıp beş kez bilet atıp rezil oldum kısacası..
İstanbul'dan soğumadım ama trafiğine epeyce iyi söylendim.
Arkadaşlarımı görmeye çalıştım elimden geldiğince, kısa kısa da olsa... Söylene söylene onları arkamda bırakıp İstanbul'dan ayrılmak zorunda kaldığım için.
Sonra prensesimin beş yaş doğumgünü partisini yaptık, güzel bir partiydi, şahane geçti. Güneş de bizimleydi annemlerin nefis bahçesinde, sevdiklerimiz de...
Ne ara büyüdüğünü anlayamadığımız miniklerimiz.... Siz ne ara doğdunuz da ne ara bu kadar oldunuz?
10 Mart 2012
İyi insanlar her yerde var mı
Hangi kelimelerle yazmaya başlayacağımı bilemediğim bir konu var aklımda, bu yaz yaşadıklarım, acının büyüklüğünü içime sindirdiğimde, çok da unutmadan, her satırını yazmak istediğim.. Ama düşündükçe gözlerim doluyor, anlıyorum ki hazır değilim, erteliyorum hep.
Bugünse, durup durup aklıma geldi, güzel bir insan vardı bütün o acı günlerin arasında, ışık gibi doğmuştu hayatımıza. Ondan bahsetmek istiyorum.
Dilara.
Antalya'da, canımızın yarısı hayatta kalma savaşı verirken, kan bulmamız gerektiğinde tanıdık onu. Beni aradı: "Alo, ben Ayça'nın arkadaşı, Dilara." Kardeşimle üç günlük bir tatilde birliktelerdi, arkadaşlardı ama çook da samimi değillerdi. O Antalya'da yaşardı, turizm işinde çalışırdı. Dünya güzeliydi (bana da öyle geliyor olabilir).
Yaşam halkalarımızın onunla kesiştiği gün, bizden onbeş ünite kan bulmamızı istemişlerdi ilk olarak. Nereden bulacaktık ki? Hiç tanıdığımızın olmadığı Antalya'da, sadece tatile gelip havaalanından doğrudan plaja çufçufladığımız Antalya'da. Bir gece önce Alanya'da bulunan 29 ünite kanın da nasıl, nereden bulunduğunu blimiyorduk. Onun parmağı varmış sonradan öğrendik.
Bir şekilde, yanında arkadaşı Onur'la (başka bir dünya güzeli insan) geldi, girdi hayatımıza. Şaşkın ve şoktaki bizleri kenara çekti, bir ağacın gölgesine sakince oturttu. Ellerinde ikişer cep telefonu, listeler dolusu insanı aradılar teek tek. Biz ne olup bittiğini bile anlayamadan, kan bankasının kan alma kapasitesi doldu. "Onbeş ünite kan istendi, sizin donörleriniz otuzbeş üniteyi geçti, kan merkezi kontrolden çıktı, bu kanları başka hastalara yönlendiriyoruz" diye aradılar kan bankasından.
Sonraki ameliyatlarda da.. Tüm Antalya'yı örgütledi. Yüzlerce kişi kan vermeye geldi, kardeşim dışında bi sürü hastaya da şifa oldu.
Plaj kıyafetiyle, yüzünde güneş kremiyle, başında hasır şapkasıyla dolanan tipi (görüp de kılığa bak hastaneye nasıl gelmiş dediğim tipi) radyo anonsuyla plajdan getirtmişti..
Kipa'da temizlik görevlisiyim, amirlerimden izin alın da bi koşu gelip kan veriyim diyen tipi facebook mesajıyla bulmuştu..
Yanında ofis arkadaşlarıyla gelen abiyi parti listesinden bulup aramıştı..
Annesiyle gelen kızcağızı hanım teyzesinin gün arkadaşlarından tanıyordu, çağırmıştı..
Biz şaşırırken, o sakince, bizi hayata bağladı sonra.. Bütün gün yoğun, koştur, çalışıp, her gün ama hergün iş çıkışı hastanenin bahçesinde yaşadığımız ağacın altına geldi. Ama her gün. Gelemeyeceği gün arayıp özür diledi. Günümüzün en renkli anıydı onun kocaman gülümsemesiyle gelişi. Bir gün çekirdek getirdi, bir gün kocasıyla kocaman bir yaş pasta, bir gün iki şişe kola ya da bir kucak dolusu dürüm.
Çamaşırlarımızı yıkadı, yeri geldi bizi evine götürüp yıkadı, alışverişe götürdü.. Her gün ama hergün geldi. Hayatımıza girdi. Dördüncü kız kardeşimiz oldu. Bizimle ağladığı da oldu, bizimle güldüğü de.
Sevdik onu. Çok. Karşılıksız yaptığı için bütün bunları belki de.
Şimdi o kötü günlerden çıkıp, kocaman bir gülümsemeyle aklıma geliyor ne hoş.
Ne güzel insansın sen Dilara. Diloşum. Kardeşim.
Bugünse, durup durup aklıma geldi, güzel bir insan vardı bütün o acı günlerin arasında, ışık gibi doğmuştu hayatımıza. Ondan bahsetmek istiyorum.
Dilara.
Antalya'da, canımızın yarısı hayatta kalma savaşı verirken, kan bulmamız gerektiğinde tanıdık onu. Beni aradı: "Alo, ben Ayça'nın arkadaşı, Dilara." Kardeşimle üç günlük bir tatilde birliktelerdi, arkadaşlardı ama çook da samimi değillerdi. O Antalya'da yaşardı, turizm işinde çalışırdı. Dünya güzeliydi (bana da öyle geliyor olabilir).
Yaşam halkalarımızın onunla kesiştiği gün, bizden onbeş ünite kan bulmamızı istemişlerdi ilk olarak. Nereden bulacaktık ki? Hiç tanıdığımızın olmadığı Antalya'da, sadece tatile gelip havaalanından doğrudan plaja çufçufladığımız Antalya'da. Bir gece önce Alanya'da bulunan 29 ünite kanın da nasıl, nereden bulunduğunu blimiyorduk. Onun parmağı varmış sonradan öğrendik.
Bir şekilde, yanında arkadaşı Onur'la (başka bir dünya güzeli insan) geldi, girdi hayatımıza. Şaşkın ve şoktaki bizleri kenara çekti, bir ağacın gölgesine sakince oturttu. Ellerinde ikişer cep telefonu, listeler dolusu insanı aradılar teek tek. Biz ne olup bittiğini bile anlayamadan, kan bankasının kan alma kapasitesi doldu. "Onbeş ünite kan istendi, sizin donörleriniz otuzbeş üniteyi geçti, kan merkezi kontrolden çıktı, bu kanları başka hastalara yönlendiriyoruz" diye aradılar kan bankasından.
Sonraki ameliyatlarda da.. Tüm Antalya'yı örgütledi. Yüzlerce kişi kan vermeye geldi, kardeşim dışında bi sürü hastaya da şifa oldu.
Plaj kıyafetiyle, yüzünde güneş kremiyle, başında hasır şapkasıyla dolanan tipi (görüp de kılığa bak hastaneye nasıl gelmiş dediğim tipi) radyo anonsuyla plajdan getirtmişti..
Kipa'da temizlik görevlisiyim, amirlerimden izin alın da bi koşu gelip kan veriyim diyen tipi facebook mesajıyla bulmuştu..
Yanında ofis arkadaşlarıyla gelen abiyi parti listesinden bulup aramıştı..
Annesiyle gelen kızcağızı hanım teyzesinin gün arkadaşlarından tanıyordu, çağırmıştı..
Biz şaşırırken, o sakince, bizi hayata bağladı sonra.. Bütün gün yoğun, koştur, çalışıp, her gün ama hergün iş çıkışı hastanenin bahçesinde yaşadığımız ağacın altına geldi. Ama her gün. Gelemeyeceği gün arayıp özür diledi. Günümüzün en renkli anıydı onun kocaman gülümsemesiyle gelişi. Bir gün çekirdek getirdi, bir gün kocasıyla kocaman bir yaş pasta, bir gün iki şişe kola ya da bir kucak dolusu dürüm.
Çamaşırlarımızı yıkadı, yeri geldi bizi evine götürüp yıkadı, alışverişe götürdü.. Her gün ama hergün geldi. Hayatımıza girdi. Dördüncü kız kardeşimiz oldu. Bizimle ağladığı da oldu, bizimle güldüğü de.
Sevdik onu. Çok. Karşılıksız yaptığı için bütün bunları belki de.
Şimdi o kötü günlerden çıkıp, kocaman bir gülümsemeyle aklıma geliyor ne hoş.
Ne güzel insansın sen Dilara. Diloşum. Kardeşim.
9 Mart 2012
Damla hanımın ilkokulu
Benim, 23 sene sürecek eğitim hayatım şu okulda başladı:
Kahramanmaraş Muallim Hayrullah Efendi İlkokulu (yoksa ilkokul biri Adana'da mı okumuştum? 30 sene geçince unutmuş olabilir miyim?). Hiç özel okulda okumadım, okumam gerektiğini de düşünmedim. Annemle babam beni ilkokula yazdırırken sanırım başka tercihleri yoktu, eve en yakın okul buydu çünkü.
Bu okuldan o dönem yaşayacağımız şehrin en iyisi olan Anadolu Lisesi'ni kazandım, Antakya Osman Ötken Anadolu Lisesi.
O dönem Antakya'da özel okul yoktu bile. Bir "kollej" vardı, ama... Zenginlerin bile başarılı çocukları bizim okuldaydı. Şehrin tüm iyi öğrencileri toplanmıştı.. Devlet okulu, en iyiydi. Net hatırlıyorum..
Şimdi öyle değil gibime geliyor. Gene iyi devlet okulları vardır eminim, ama Adana'da (ben Adana Anadolu Lisesi'ni bitirdiğimde sadece 1 İng 1 Almanca olmak üzere 2 tanelerdi) bugün 17 tane Anadolu Lisesi var. Antep'te ne var ne yok bilmiyorum.. Aslında İstanbul'dayken devlet okuluna göndermeyi düşünüyordum, hatta çalışan annelerin çocukları için tam gün eğitim veren pilot okullar açılmıştı, oranın kurasına girerim diyordum.
Evvelki sene Damla hanım için anaokulu ararken, biisürü kriterim vardı, burada yazmıştım: http://hayalalani.blogspot.com/2009/03/anaokulu-secimi.html, günlerce dolaşmıştık annemle.
İlkokul ararkense tek bir kriterim vardı, özel ya da devlet olsun değil de:
Çocuğum mutlu olsun.. Bunun parantez içinde şunlar yazıyor: Yarış atı gibi koşmasın, tek bildiği (benim gibi) ders çalışmak olmasın, ders kadar sosyal faaliyetlere de vakit ayıran bir okul olsun, güzel sanatlarla, dansla müzikle oyunla öğrensin.. Evet çok iyi İngilizce de bilsin.. Evet matematik de öğrensin.. Ama bunları yurtdışı kamplarda, matematik laboratuvarında öğrensin. Yüzmesini, balesini, müziğini okulunda, arkadaşlarıyla eğlenerek yapsın. Hayatını ders çalışmaya adayacaksa evet adasın, ama hayatta başka şeyler de olduğunu farketsin.
Bu nedenle çok düşünmedim, başka hiçbir okulu gezmedim, Antep'te sosyal faaliyetleriyle ünlü bir okula verdik kızımızı. Bu sene anaokulu, inşallah seneye de ilkokul (tabii Antep'te olursak)..
Bir tek endişem var, tabii küçük yer, Antep çook çok zengin bir şehir, gerçek para burda :)) Bu nedenle sınıfında memur çocuğu olan bir tek benim kızım olursa, kendini kötü hisseder mi diye düşünmedim değil, ama ona paranın yeri ve önemini iyi verebilirsem bu endişeme gerek kalmayacağını biliyorum.
Kızım sabahları okuluna mutlu gitsin istiyorum. İnşallah en doğru kararı vermişizdir.
Kahramanmaraş Muallim Hayrullah Efendi İlkokulu (yoksa ilkokul biri Adana'da mı okumuştum? 30 sene geçince unutmuş olabilir miyim?). Hiç özel okulda okumadım, okumam gerektiğini de düşünmedim. Annemle babam beni ilkokula yazdırırken sanırım başka tercihleri yoktu, eve en yakın okul buydu çünkü.
Bu okuldan o dönem yaşayacağımız şehrin en iyisi olan Anadolu Lisesi'ni kazandım, Antakya Osman Ötken Anadolu Lisesi.
O dönem Antakya'da özel okul yoktu bile. Bir "kollej" vardı, ama... Zenginlerin bile başarılı çocukları bizim okuldaydı. Şehrin tüm iyi öğrencileri toplanmıştı.. Devlet okulu, en iyiydi. Net hatırlıyorum..
Şimdi öyle değil gibime geliyor. Gene iyi devlet okulları vardır eminim, ama Adana'da (ben Adana Anadolu Lisesi'ni bitirdiğimde sadece 1 İng 1 Almanca olmak üzere 2 tanelerdi) bugün 17 tane Anadolu Lisesi var. Antep'te ne var ne yok bilmiyorum.. Aslında İstanbul'dayken devlet okuluna göndermeyi düşünüyordum, hatta çalışan annelerin çocukları için tam gün eğitim veren pilot okullar açılmıştı, oranın kurasına girerim diyordum.
Evvelki sene Damla hanım için anaokulu ararken, biisürü kriterim vardı, burada yazmıştım: http://hayalalani.blogspot.com/2009/03/anaokulu-secimi.html, günlerce dolaşmıştık annemle.
İlkokul ararkense tek bir kriterim vardı, özel ya da devlet olsun değil de:
Çocuğum mutlu olsun.. Bunun parantez içinde şunlar yazıyor: Yarış atı gibi koşmasın, tek bildiği (benim gibi) ders çalışmak olmasın, ders kadar sosyal faaliyetlere de vakit ayıran bir okul olsun, güzel sanatlarla, dansla müzikle oyunla öğrensin.. Evet çok iyi İngilizce de bilsin.. Evet matematik de öğrensin.. Ama bunları yurtdışı kamplarda, matematik laboratuvarında öğrensin. Yüzmesini, balesini, müziğini okulunda, arkadaşlarıyla eğlenerek yapsın. Hayatını ders çalışmaya adayacaksa evet adasın, ama hayatta başka şeyler de olduğunu farketsin.
Bu nedenle çok düşünmedim, başka hiçbir okulu gezmedim, Antep'te sosyal faaliyetleriyle ünlü bir okula verdik kızımızı. Bu sene anaokulu, inşallah seneye de ilkokul (tabii Antep'te olursak)..
Bir tek endişem var, tabii küçük yer, Antep çook çok zengin bir şehir, gerçek para burda :)) Bu nedenle sınıfında memur çocuğu olan bir tek benim kızım olursa, kendini kötü hisseder mi diye düşünmedim değil, ama ona paranın yeri ve önemini iyi verebilirsem bu endişeme gerek kalmayacağını biliyorum.
Kızım sabahları okuluna mutlu gitsin istiyorum. İnşallah en doğru kararı vermişizdir.
5 Mart 2012
Çocukların çerçeveleri
Blogcu Anne Elif'in bu yazısını okurken, bunu ne zamandır yazmak istediğimi farkettim.
Çocuklar kendi sınırlarını çizemediklerinden, ama daima sınırlara ihtiyaç duyduklarından, onlar için en doğru çerçeveleri anne babaları çizmeli ve hazırlamalıdır.
Bunu hep sağımdaki solumdakilere anlatıyorum - da anlıyorlar mı, ayrı. Herkes istediği kadarını anlıyor, istemediğini es geçiyor. Sonrası malum.
Aslında Elif gayet bilimsel ve doyurucu açıklamış. Mesela Dr Ferber'in kitabı benim yıllarca başucu kitabım olmuştur, o vakitler Türkiye'de yoktu, taa Amerika'dan getirmiştim.
Demem o ki, çocuklar kendi çerçevelerini çizecek olgunlukta olmadıklarından - ve daima çerçeveler içinde daha rahat, mutlu ve huzurlu olduklarından, onlar için doğru çerçeveleri hazırlamak gerek.. Dünya onların minicik bedenlerine çook büyük; eğer sınırları olmazsa, kendi sınırlarını yaratmayı bilemeyeceklerinden şaşırıp kalıyorlar. Bununla sadece fiziksel sınırları kastetmiyorum... Davranış, düşünüş ne bileyim her anlamda çerçevelere ihtiyaç duyuyorlar.
İki çocuğumda da deneyimlediğim herşey de bunu doğrular.
Basit örnekler:
Televizyonu sadece iki çizgi filmle sınırlamazsanız sonsuza dek izlemek için ağlarlar, inanın bana hep onlar kazanır ve o TV hiç kapanmaz. Sonunda, ne kadar çok izlerlerse o kadar hırçın, o kadar huysuz ve kavgacı olurlar ve o gün aldıkları zararlı ışınların fazlalığı da cabası (benim kızım fazla TV izleyince yüzü kıpkırmızı oluyor ve daha huzursuz oluyor, uyuyamıyor, sürekli ağlıyor o gün.)
Örneğin yatma saati için bir çerçeve çizmezseniz, her gece kendi istediği saatte yatmak için diretir, ne kadar geç yatarsa o kadar aksi ve yorgun kalkar, ertesi gün daha huysuz olur. Çocuk uykunun ne kadar önemli ve gerekli olduğunu bilemez, ona rehberlik etmeli ve önemli belli başlı doğruları biz öğretmeliyiz.
Benim çocuklarım mükemmel demiyorum. Ama onlarla tek ilgilenen ben olabildiğim sürece (bu iş yoğunluğunda çok sık olamasa da), uykuları yemekleri TV saatleri nispeten düzenli, daha az huysuzluk yapıyorlar ve sıklıkla benimle işbirliği içinde oluyorlar. En azından, sınırlamadığım konularda takıldıklarında, kafamı duvarlara vurmuyorum, onlara hak veriyorum. Bilemezler ki, öğrenme aşamasındalar diyorum.
Aslında bu konuda söyleyeceklerim bitmedi.
Çocuklar kendi sınırlarını çizemediklerinden, ama daima sınırlara ihtiyaç duyduklarından, onlar için en doğru çerçeveleri anne babaları çizmeli ve hazırlamalıdır.
Bunu hep sağımdaki solumdakilere anlatıyorum - da anlıyorlar mı, ayrı. Herkes istediği kadarını anlıyor, istemediğini es geçiyor. Sonrası malum.
Aslında Elif gayet bilimsel ve doyurucu açıklamış. Mesela Dr Ferber'in kitabı benim yıllarca başucu kitabım olmuştur, o vakitler Türkiye'de yoktu, taa Amerika'dan getirmiştim.
Demem o ki, çocuklar kendi çerçevelerini çizecek olgunlukta olmadıklarından - ve daima çerçeveler içinde daha rahat, mutlu ve huzurlu olduklarından, onlar için doğru çerçeveleri hazırlamak gerek.. Dünya onların minicik bedenlerine çook büyük; eğer sınırları olmazsa, kendi sınırlarını yaratmayı bilemeyeceklerinden şaşırıp kalıyorlar. Bununla sadece fiziksel sınırları kastetmiyorum... Davranış, düşünüş ne bileyim her anlamda çerçevelere ihtiyaç duyuyorlar.
İki çocuğumda da deneyimlediğim herşey de bunu doğrular.
Basit örnekler:
Televizyonu sadece iki çizgi filmle sınırlamazsanız sonsuza dek izlemek için ağlarlar, inanın bana hep onlar kazanır ve o TV hiç kapanmaz. Sonunda, ne kadar çok izlerlerse o kadar hırçın, o kadar huysuz ve kavgacı olurlar ve o gün aldıkları zararlı ışınların fazlalığı da cabası (benim kızım fazla TV izleyince yüzü kıpkırmızı oluyor ve daha huzursuz oluyor, uyuyamıyor, sürekli ağlıyor o gün.)
Örneğin yatma saati için bir çerçeve çizmezseniz, her gece kendi istediği saatte yatmak için diretir, ne kadar geç yatarsa o kadar aksi ve yorgun kalkar, ertesi gün daha huysuz olur. Çocuk uykunun ne kadar önemli ve gerekli olduğunu bilemez, ona rehberlik etmeli ve önemli belli başlı doğruları biz öğretmeliyiz.
Benim çocuklarım mükemmel demiyorum. Ama onlarla tek ilgilenen ben olabildiğim sürece (bu iş yoğunluğunda çok sık olamasa da), uykuları yemekleri TV saatleri nispeten düzenli, daha az huysuzluk yapıyorlar ve sıklıkla benimle işbirliği içinde oluyorlar. En azından, sınırlamadığım konularda takıldıklarında, kafamı duvarlara vurmuyorum, onlara hak veriyorum. Bilemezler ki, öğrenme aşamasındalar diyorum.
Aslında bu konuda söyleyeceklerim bitmedi.
2 Mart 2012
Bir kapı kapanır, başka bir kapı açılır
Bir gün bir şey olmadı diye çok fazla üzülürken.. ve üzülmekten alternatifleri net olarak düşünemezken.. acele karar verme bir üstüne uyu derken..
Sabah uyanınca, daha iyi bir B planının daha iyi olduğunu farkedince.. hele de hayata geçirme yolunda attığın adım yere sağlam basınca.. Olmasına ramak kalınca istediğin bir şeyin..
Bir bakarsın.. Leuven olmaz da.. Strasbourg oluverir. Bu yüzden,
Çok sevinince....
Şükrederken Allah'a...
Demeli ki...
Bir kapı kapanır.. başka bir kapı açılır.
Bunu hep hatırlamalı, üzülürken bile. Çünkü her zaman kapanan kapılar üzüntüyle kapanıyor ya.. Üzüntüden bunu düşünemeyip ağlamak yerine vardır bi hayır demeyi bilmeli.
Değil mi?
Sabah uyanınca, daha iyi bir B planının daha iyi olduğunu farkedince.. hele de hayata geçirme yolunda attığın adım yere sağlam basınca.. Olmasına ramak kalınca istediğin bir şeyin..
Bir bakarsın.. Leuven olmaz da.. Strasbourg oluverir. Bu yüzden,
Çok sevinince....
Şükrederken Allah'a...
Demeli ki...
Bir kapı kapanır.. başka bir kapı açılır.
Bunu hep hatırlamalı, üzülürken bile. Çünkü her zaman kapanan kapılar üzüntüyle kapanıyor ya.. Üzüntüden bunu düşünemeyip ağlamak yerine vardır bi hayır demeyi bilmeli.
Değil mi?
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)