Buyrun, ben

Buyrun, ben

29 Aralık 2010

Tuna'nın kelimeleri

Ayda (ayça)
Baba
Mama
Dede
Ferah
Kırt kırt
Vuuuuv (elde uçak hareketi)
Aydede
Hey
Bay
Arada ağlarken de inneeee diyor, bu da anne oluyor işte.

Son bombası: Tuna herşeye “aaaa… aaaa” diyerek konuşur. Başka da bişey demez. Gene birgün babasının kucağında aaaa… aaa… larken, babası bakar ve “oğlum sen de anca a diyorsun artık bee’ye geçsen” der.
Tuna herkese şöyle bir bakış atar ve konuşur:
“beeee”
:)

Bu arada, Damla doğrudan konuşmaya, alenen kelimleri söylemeye ve cümle kurmaya başlamıştı, hem de bunu ilk doğumgünü civarında yapmıştı. Alışık değilim böyle aaa lara beee lere… Şimdi bay ya da hey deyince sevinir olduk yahu..
İki kardeş olmanın yararı da şuymuş, Tuna herşeyde olduğu gibi konuşmada da ablasının izinde, onu taklit etmeye çalışıyor, onun çıkardığı kelimeleri, sesleri taklit ediyor. Mesela Damla hadi baybaaay deyince arkasından babaaaay diyor. Böyle böyle konuşacak sanırım :)

23 Aralık 2010

Emzirme Reformu'nu Destekliyorum

1. Türkiye’de ilk altı ay sadece anne sütü alan bebeklerin oranı sizce yüzde kaç? (*)
Ben de açıkçası yarısı falandır sanırdım. %1,3 çook az değil mi?
(*) Türkiye’de ilk altı ay sadece anne sütü alan bebeklerin oranı yüzde 1,3. (Kaynak UNICEF Türkiye). Annelerin yüzde 98′i doğumdan sonra emzirmeye başlıyor, fakat ilk iki aydan sonra genel emzirme sorunları veya işe başladıklarında yaşadıkları sıkıntılar nedeniyle emzirmeyi ve anne sütüyle beslemeyi sonlandırabiliyorlar.

2. Siz bebeğinizi ne kadar süre anne sütü ile beslediniz?
İkisini de işe başladığım 6. aylarına kadar besledim. 7. ayın içinde sütüm (işyoğunluğundan olduğunu sanırım) azalarak kesildi. Bir ay kadar da depoladığım sütleri aldılar neyse ki... 8. ayda sütüm artık kalmamıştı.
3. Kaç ay doğum izni kullandınız?
İki bebeğimde de altı ay öyle ya da böyle evdeydim, rotasyonuma denk geldi, izin aldım hatta rapor aldım vs.
4. Yasal süt izninizi kullanabildiniz mi?
Zaten işten dörtte çıkıyorduk, bu nedenle kullandım. Ama iki doğumumda da ilk yıl nöbet tutmama hakkımı kullanmadım, asistandım çünkü. İlkinde dört ay, ikincisinde 6 aylıkken nöbet tutmaya başladım.
5.Emzirdiğiniz ya da süt iznini kullandığınız için iş yerinde mobbing (tepki, işi bırakmanız için baskı) ile karşılaştınız mı?
Aslında hayır. Çalışma şartlarım elverdiği sürece sütümü sağdım, ama işim çok yoğun bir iş olduğundan, hasta yoğunluğundan, ameliyatlardan bunun mümkün olamadığı da çok oldu (hastalara siz bekleyin süt sağmalıyım diyemediğimden)
6. Bebeğinizi toplum içinde, dışarıda emzirmeniz gerektiğinde sıkıntı yaşadınız mı?
Asla. Doğdukları günden itibaren ikisini de heryerde ama heryerde emzirdim. Hele ikincisinde, Nihan'ın hediye ettiği emzirme önlüğüm sayesinde, bu daha da rahat oldu, zira ilk bebeğimde battaniyelerle bol tişörtlerle bunu sağlamaya çalışıyordum.
7. Emzirme konusunda desteğe ihtiyacınız oldu mu? Gerek emzirme danışmanlığı, gerekse psikolojik olarak yeterince destek bulabildiniz mi?
Doğum yaptığım hastaneden fiziksel destek, annemden ve eşimden psikolojik destek aldım. Emzirmek zor iş ve destek iyi geliyor gerçekten.
8. Emzirdiğiniz süre boyunca etraftan “sütün yetmiyor, mama ver, bu çocuk meme emmek için çok büyük” şeklinde baskı gördünüz mü?
Hayır asla. Buna izin vermezdim de zaten. Bu benim kararlılığımla ve emzirme işini hayatımda ve bebeklerimin hayatında nasıl konumlandırdığımla ilgiliydi, kimse karşısında duramazdı ki...
9. Emzirme Reformu’nu biliyor musunuz? Sizce Emzirme Reformu neden gerekli?
Emzirme reformu gerekli. Ben hatta değil emzirme için izin verilmesi, bebekleri olan annelerin çalışmasına izin verilmemesi gerektiğini düşünüyorum son günlerde. Emzirmek başlıbaşına iş ve bunun için bize neden maaş ödemiyorlar ki? Sonuçta yatırım yaptığımız bebekler onların da geleceği değil mi?
10. Emzirme Reformu’nu web sitesinde desteklediniz mi? Destek olmak içinhttp://emzirmereformu.com/ adresindeki formu doldurmanız yeterli.
Evet destekledim.
Ben de Gülfer'i sobeliyorum. Hadi annecik, destek :)

Antep'te güzel şeyler oluyor

Antep'te bir yerel marketler zinciri var, adı OLİ. Antep'e bir şekilde yolu düşenler bilir.
Kaliteli malları oldukça da ucuz satıyor, evet, ben alışveriş için tercih ediyorum.. Ama bu yazıda bundan bahsetmeyeceğim.
OLİ'nin kendi adına oluşturduğu sosyal sorumluluk projesinden bahsedeceğim.

Kullanmadığınız giysileri getirin...
Ara ara bakıyorum da işe yaramaz boş eski püskü şeyler olmuyor, en sık bebek ve çocuk giysisi olmak üzere birçok kıyafet bırakılıyor.Al götür, oku getir...
Epeyce güncel, kaliteli okumayı tercih edeceğim kitaplar. Sadece kayıt formu doldurup odünç alabiliyorsun.

Satın alamayanlar için bir ürün de siz almak ister misiniz?
Fazladan bir paket şeker un ya da bir makarna almak kimseyi çok etkilemez. Ama o akşam evinde bir paket makarna pişirebilecek olduğu için sevinenler olabilir.
OLİ'nin bu girişimi (ne zamandır aktif bilmiyorum), daha önce çok etkilendiğim askıda ekmek kadar iyi, belki daha da iyi.

19 Aralık 2010

Gaziantep SADMER Projesi, Gönüllü Sosyal Sorumluluk

Tam benlik...

Dedim ki, sanırım ben gerçekten de evrene bu tarz mesajlar yolluyorum ve evren ona gönderilen her mesajı alıp yanıtlıyor :) Zira, Antep'in periferindeki, sosyokültürel seviyesi oldukça düşük kadınlara Aile Planlaması hakkında seminerler verme işi nasıl gelip beni bulsun değil mi :)
Antep'e gelmeden önce, düşündüğüm bazı şeyler vardı, nasıl olur da halka yararım dokunur, bu yaşa geldik ot gibi anca kendimizi mi kurtarıcaz diye.. İlk fırsatta kaymakamlık ya da belediye ile birşeyler yapsak, smear taraması mı olur, bazı eğitimler mi olur, düşünüyordum.
Ama vallahi bu kadar iyisini düşünemezdim :) Üstelik ben projeyi değil proje beni buldu!! Daha ne olsun..

Bir gün poliklinikte hasta bakarken iki şeker mi şeker kızcağız gelip, kaymakamlıktan geldiklerini, gönüllülük esasına dayanan bir proje için bir kadın doğum uzmanına ihtiyaç duyduklarını, bizim başhekim yardımcısının da onları bana yönlendirdiklerini söylediler..

Dırırırınnınıımmm
Tam benlik!!

SADMER, Şehitkamil Kaymakamlığı Sosyal Araştırma Dayanışma Merkezi, aile içi şiddet mağduru kadınlara aile içi iletişim, aile planlaması ve daha birçok konuda, her konunun uzmanı ile seminerler verecek.. Bu kadınları eğitecek. Başta dedim ki, kaç kişi gelir dinler, ne anlarlar acaba seminerden falan (itiraf ediyorum bunu), ama ilk seminere gittiğimde, salonu dolduran 150 kadar kadının (gerçi çoğu dayak mağduru değildi, bilgi almaya gelmişti), ne kadar dikkat ve ilgiyle beni dinleyip sorular sorduğunu görünce, heyecanlanmadım desem yalan olur.. Son seminerde ameliyata yetişeceğim için salondan çıkmaya çalışırken, soru sormak için çevremi saranlardan geçemedim, birlikte gittiğim hemşire arkadaşım başbakan gibiydin dedi :) O kadar meraklı bir kalabalık. Hatta ayakta dinleyen daha 50 - 60 kişi vardı diyebilirim!! Süper bir manevi tatmin, onlara birşeyler öğretebilmek, sorularına cevap vermek, onları güldürmek, onlara yararımın dokunması.. Hayatlarının bir kıyısına dokunup geçmek. Birtek şey bile akıllarında kalsa, sayemde bir tek istenmeyen gebelik bile önlense.. Büyük bir şeydir değil mi?

17 Aralık 2010

İstanbul kaçamağı

Nasılmış bu hayat denen şey? Sen yıllarca (ortaokul ve lise), İstanbul'da yaşayabilmek için can at, sonra sevgiliyle git orda sıfırdan bi hayat kur.. Tam on yıl mücadele et, biryerlere gelip bi düzen kurmaya uğraş.
Sonra da İstanbul'u çıtır bi sevgili uğruna terket!!! (Bkz: Gaziantep....) (Maazallah kıtır bi sevgiliye gitmek de vardı (!) )
Neyse, işte şimdi de böyle İstanbul kaçamağı olur o eski sevgiliye gidişlerin adı.. Eeee hayal hanım, gün olur devran döner, uzaktan bakarsın artık buralara.

Anca yazabildiğim İstanbul'u sebeb-i ziyaretim, aslında düğünümüz ve doktor randevularımızdı. Damla hanımın kulağı Tuna beyin bronşiti vs Antep'te dr olmadığından değil, Damla'yı ameliyat eden dr. a götürmek istememdi. Bu arada aradan çıkarttıklarımız: (biraz karışık oldu ama)

İkizlerimizi gördük (babiş Afganistan'da görevli, nasıl süper ama di mi!!) (Bu arada düzenli olarak bu üçünün fotoğrafını koyuyorum ki, nasıl büyüyorlar takip ediyim diye :) )
Dünya güzeli gelinimizi aldık, parmağına yüzüğü taktık :)
Kuaförde kucağımda uyuyan bir Damla hanım (güzelliğin bedeli, yorucu oluyor tabii :))


Minik kalbimiz Ceylomuzla (vakit yettiğince) hasret giderdik... (Canım Gülfer'im, ayrıca bu fotoğraflarla bir arkadaşlık yazısı yazasım var, çünkü bu resimlere baktıkça gözlerim doluyor. Sizi çok seviyorum. Bi de bana yaptığın fotoğraf cd.sini İst.da unutmuşum duyrulur :( )

Haydarpaşa garını yaktık :(

İçime huzur veren bir güzellikle lafladık (NOT: 30 yaşından sonra pekala arkadaş bulunurmuş, frekansların tutması yetermiş, evet burdan söylüyorum doyamadım sohbetimize arkadaşım. Artık sizi Antep'e beklerim, kaldığımız yerden kaynatırız :) )

Sonra sabahın köründe birbuçuk saat trafikte sıkışınca, ilk ışıklardan havaalanına çekip arabayı İstanbul'dan kaçasım geldi, belirtmeliyim. Antep'te trafik yok mu var ama en baba sıkışıklık yarım saat sürmüyor.

Hastaneme gittim, kıymetini bildim, hocalarımın elini öpüp bana öğrettikleri herşey için teşekkür ettim.
Bu arada iki çocukla (pardon bebekle) uçak yolculuğu başlıklı yazıyı asla yazmayacağım kimse beklemesin. Hatırlamak bile istemiyorum. Bidaha kocamsız yola çıkarken ya bebeklerde yüzde elli indirim yapmayı ya da karar verirken iki kere düşünmeyi düşünüyorum.
Special thanks to:
Annemmmm....
Bi de arabasını bize tahsis edip beni kuzularla yaya bırakmayan ve onlarla dört gün ilgilenen bacılarıma gelsin.

12 Aralık 2010

Ya olduğun gibi görün ya göründüğün gibi ol...

Gel... gel... kim olursan ol gene gel.
Nasıl karlı bir havada geldik Konya'ya.. Bir önceki gece eve 1'de geldiğim halde.. valiz hazırlamaya vaktim olmadığı halde (valizsiz geldik cidden), Tuna gece 3'te ateşlenip sabaha kadar ağladığı halde çıktık yola ve vardık çok şükür sağ salim.. Yolda yağmaya başlayan kar bembeyaz boyadı heryeri gün içinde. Burda bizi soğuk kar ve sıcak bir yuva karşıladı :)


Antep'ten Konya'ya vardık ama burda evden Mevlana'ya gidemeyebilir miydik? Arabalar çıkmadı, taksiyle gittik. Çocukları bırakacağımız kişinin işi çıkınca Gamzem kendini feda etti, biz dört kişi kaldık (10 kişiyle başlamıştık)..

Sonunda vardık oraya...

İzlerken anladım ki... Sadece dönmek değilmiş. İbadet ederken kendinden geçenler.. Allah diye bağıranlar.. Sonra çok güzel birşey söyledi, aklımda kaldığı kadarıyla yazayım. Zaten benim de son zamanlarda inandığım kafama taktığım birşeydi bu: Allah'ın yarattığı, kendi yansıması olan mükemmek varlık Hazreti İnsan.. O kadar mükemmeldir ki, aslında kapasitesi kendi düşündüğünün çok üzerindedir çünkü o Allah'ın bir aynasıdır... Mevlana'yı anlamaya çalışmak için bilginizin yetmediğini düşünmeyin, dedi konuşan amca. Bilebildiğiniz kadarıyla anlamaya çalışmaya başlayın... gibi birşeyler. Çok etkileyici bir konuşmaydı, şöyle bitti:


Hazreti Mevlana'nın hatırına: Aşk olsun...

Bu sefer Konya da bir güzel geldi bana.. hem beyaz, hem de bir başka geldi. Her tarafa Mevlana haftası nedeniyle afişler bayraklar asıp süslemişler, şehre girer girmez Hz Mevlana karşılıyor sizi:

Sevgide güneş gibi ol..

Başkalarının kusurlarını örtmede gece gibi ol...

Tevazuda toprak gibi ol...

Öfkede ölü gibi ol....

Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol...

Ve her yerde aynı şey yazıyor: Aşk olsun...

Sonra da diyor ki: Gel, gel, ne olursan ol yine gel, ister kafiri, ister mecusi, ister puta tapan ol yine gel, bizim dergahımız ümitsizlik dergahı değildir, yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel...r

10 Aralık 2010

Herşey üstüste mi geliyor teoremi

Bir herşey üstüste geliyor teoremim var benim. Aslında ben bu soruyu çözdüm: Hayır. Sadece, normal zamanlara tolere edebildiğimiz, akılcı çözümler bulabildiğimiz, üstünde durmadan kolaylıkla ve akıcı birşekilde üstesinden gelebildiğimiz şeyleri, bazen atlatamıyoruz.
Ne zaman mı? Mesela premenstrüel dönemlerde. Mesela, birşeye kafamız takıldığında ya da canımızı sıkan, bazal enerjimizi düşüren, yaşam kalitemizi bozan bir sorunumuz / sorunlarımız olduğunda. Kocamızla kavga ettiysek. Bebeğimiz hastaysa. Geçim sıkıntısındaysak. Maaşımız bittiyse, kredi kartı borcumuzu ödeyemediysek, çocuğumuz olmuyorsa, bir yakınımız kanserse, öldüyse, vesaire vesaire.
Çoklar bu durumlar.
En sık ve tekrarlanarak yaşananı menstrüel dönem ve suçlusu progesteron (suçlu ayağa kalksın).
Mesela böyle günlerde, bazal enerjimiz zaten düşük olduğundan, günaydın diyerek güne başlayamıyoruz. Gülme kaslarını harekete geçirmek büyük enerji ister bence, gülemiyorsak daha birçok şeyi yapamayız. Gülmek bütün kapıları açar.
Böyle günlerde, saygısızca içeri giren ve hakaret eden hastaya göz yumamayıp, kovabiliriz ve olay büyüyebilir. Mesela, her zaman sesimizi çıkarmadığımız birşeye bağırabiliriz. Sekreteriniz, bugün hiç gülmediniz hocam derse biraz farkına varırsınız ama gene de gülemezsiniz.
Bebeğiniz her zamanki şımarıklıklarını yapar ama tolere edemezsiniz, abartınca normalde dikkatini dağıtıp başka şeye çekebilecekken kendinizi onu parçalamaya hazır bulursunuz. Her zaman sizi ısıran bebeğinize tokadı indirmek istersiniz. Bağırınca bile ağlayan masumu incitmekten korkarsınız. Sonra kendinizden korkup yatağınıza sığınıp dinlenmeye çalışırken tepenize gelen bebekleri alıp oyalayamayan, kapıdan sizin “bi nefes alsam geçecek, bi beş dakka yalnız kalsam” diye kıvranmanızı izleyen bakıcıyı bir daha gelmemek üzere kovmak istersiniz. Basiretsiz insan diye bağırmak istersiniz.

Bazen, sinirleriniz bozuktur sadece. Sebepsizdir. O günlerde hayat üzerinizden akıp gidemez, deliklerinize takılıp kalır. Çözemezsiniz, gevşeyemezsiniz. Size olmaz mı? Hayat sizi rahat bırakmaz, nefes aldırmaz, gürültüsüyle sarar kulaklarınızı boğazınızı.
İşte bugün öyle bir gün.

Pozitif düşünme kararı alıp, bunun üzerinde kafa yorup, okuyup anlayıp, hayatıma olumlu yansımalar aktarmaya başladıktan sonra, bugünler beni daha da yormaya başladı. Yarın uyandığımda daha olumlu olacağımı bile bile, mesela birine bağırırken, tartışırken, bebeklerime kızarken, içimden yarın olsa bu olaya böyle tepki vermeyecektin, bunu bu kadar abartmayacaktın, yarın olsaydı şu anda buna gülüp geçiyor olacaktın diyorum. Bu beni daha çok yoruyor. Geriye doğru sarıyor olumlu filmimi. Eksi hanesine bir gün ekliyor. Gene de düzelemiyorum. İçimden kendimi buz gibi bir pınar suyunda yıkayıp, tertemiz giydirip, saçlarını iki yandan atkuyruk yapıp, “hadi bakayım kızım daha olumlu ol” demek geliyor. Olamıyorum. Anneme telefonda bağırarak konuşurken içimden “ne oluyor bana” diyorum. Sevgilimi arayıp “nolur eve gel beni benden kurtar” dedikten sonra kaçıyorum kendimden.

Ağlamak bile istiyorum, sebepsiz, aslında sebepli: daha olumlu olamıyorum diye. Gülemiyorum diye.
Bugün öyle bir gün. Yarın böyle olmayacak biliyorum. Progesteronumdan nefret ediyorum.
Sizden de özür diliyorum. Bu yazıyı yazdığım için. Ama napiyim, susamıyorum.

GECENİN DEVAMI _ EDİT: Saat 8'de hastaneden telefon gelir, tam sevgili gelip beni dinlendirecekken, arkadaşım zor bir ameliyata girmek üzeredir, acildir, koşa koşa yardıma gidilir, 8.15 - 12.15 arası ameliyat yapılır. Hasta kanar kanar kanar kanar kanar kanar kanar.
Uğraşılır uğraşılır.
İnşallah toparlar diye dua edilir. 1'e doğru eve dönülür.

8 Aralık 2010

Ruhumda Gaziantep

Aslında Antep'e alıştık, herşey yolunda şükür yazısı yazacaktım. Ama baktım kafamda şu cümle:

"Ruhumda Antep bizi sarmalıyor"


Üniversite ve ihtisas hayatım boyunca Antep'li iki arkadaşımın Antep Antep sayıklamalarını anlamaya çalıştım. Her fırsatta buraya dönmeye çalışır, mutlaka Antep'li biriyle evlenmek isterlerdi, en sonunda da buraya yerleşeceklerdi. Öyle de yaptılar.
Ben hiç anlayamadım, ne var kardeşim bu şehirde derdim.
Şimdi sanki anlamaya başladım. Ruhumu sarmaladı Antep, ne istersek vermeye hazır, eksiklerimizi gideriyor, hoşumuza gidecek hediyeler veriyor. Her köşesinden sürprizler çıkarıyor.
Ah o parkları yok mu!! Antep'in her tarafı park derlerdi, değilmiş. Büyük bir secret garden'ın içine kurmuşlar bu şehri.

Ana caddeden az içeri sapınca gidilen devasa parklar, botanik bahçeleri, çocuk parkı görünümünde aile parkları, ağaçların arasında çay bahçeleri - kafeler (ama ultra lüks ve ucuz :) ), eğlence parkları, lunaparklar, ne bileyim işte. Belediye'nin midir bu başarı bilmem.
Bu haftasonu kahvaltıya gittiğimiz "Kavaklık" denen, eskiden mezbebelik olan alanda yapılanlalrı görünce şaşırdım.

Bu resimdeki yer, Eskici adında bi kafe. Kahvaltıya gittik. Yanımızdakiler çalışma arkadaşım olan 2 hemşire ve aileleri.

Çok fazla resim çekmemişiz çevreyi gösteren ama, bir fikir verir belki şunlar:



Resimde: Damla ve Tuna işçilerle taş taşıdı (!), çakıl tepelerinde debelendi, kürekle el arabasına taş doldurdu, sonunda Damla yemeğini aldı gitti işçi abilerinin masasında yedi :))

Çocuklar saatlerce sıkılmadan oynadılar, biz yedik içtik sohbet ettik. Bitmedi, ayrılamadık, gerçek bir Antep'linin yaptığı gerçek bir kebabı afiyetle yedik. Üstüne de ateşte kadayıf (Erçelebi). Bakın beni tanıyan bilir, ben et severim. Arada eeeet diye sayıkladığım olur.

Burası orası işte. Öküz gibi ye. Balkonunda mangal yap. Olmadı parka git. Olmadı ormana git. Olmadı Fırat nehri kenarına git. Üşenirsen hazır yapılmışı var, daha güzel. Olmadı Mehmet'i ara alasını yapar.

Dikkat et, kontrollü abart, kilolara dikkat :)

Bu arada, kısa notlar, merak edenlere:

1. Kilo almadım, iki buçuk aydır burdayım, 1 kilo da verdim hatta hehe

2. Damla'yı burda bir hocaya daha götürdüm dün, ameliyat demedi, hatta ameliyat diyen tüm diğerlerinin tersine beni ikna etti, takibe alalım dedi. İşitme kaybı çok yok, bu nedenle beklenebilir dedi. Antibiyotik dekonjestanla takip.

3. Broncho Vaxom diye bişey içiricem çocuklarıma bilen var mı, işe yarar mı

4. Tuna'nın bronşiti daha geçmemiş, antibiyotik başlandı gene.

5. İşimden memnunum, yoğun ama sıkılmadım (henüz :))

6. Yogaya başladım, dört kere gittim şimdilik, sonunda gevşeyeceğim umarım, kaslarım sinyal veriyor artık çünkü

7. Antep'in en kötü yanı: Uluslararası uçuşlar İstanbul'dan!!! Buradan tek Frankfurt bi de Almanya'nın bi yerine daha uçuş var.

8. Dünkü prof Damla'yı mümkünse okuldan alın mayısa kadar dedi. Mümkün değil dedim. Tamam dedi.

7 Aralık 2010

Urfa'nın renkleri


Ne şahane renkler.. Gerçek renkler, kimsenin giymekten, üzerine, giysilerine, yüzüne sürmekten korkmadığı.


Renkleri giyinen şehir.
Urfa..

Balıklı göl.. İnanışa göre, Hz İbrahim'i yakmak için devasa bir ateş yakılır. Mancınıklarla İbrahim ateşe atılınca, ateş göle, odunlar da balığa dönüşür. Bu göl işte o göl, bu balıklar ise gerçekten çok tuhaf. Bir de yem manyağı olmuşlar, herkes mütemadiyen yem atıyor, turistik bir aktivite sonuçta, balıklar da yemleri kapışmak için birbirini tepeliyor

Bence herkesin görmesi gerek en az bir kere ..
Mancınıklar..
Ayn Zeliha (Zeliha'nın gözyaşları)
Sabır makamı, Hz Eyyub'un yedi sene kalarak sabrettiği, sonra da şifalı suyla iyileştiği, Kuran-ı Kerim'de de bahsedilen mağara..

Urfa'da kafamda türkülerle gezdim.. Antep'e iki saat. Gidilmeli, görülmeli idi. Gittik gördük. Sırada Mardin var.

2 Aralık 2010

İdeal bakıcı nasıl olmalı?

Okuyucuya not:
Bencilce bir yazı okumak istemeyen varsa lütfen bu yazıyı okumasın.


Bebeklerim benim değerlerim, kıymetlerim. Varlığımın anlamları. Onları emanet ettiğim kişiyle ilgili beklentilerim, taleplerim olması – bazen aşırı bencilce olsa da- bana normal geliyor. Ha, bahsettiğim, birkaç ay önce Sn Sibel Arna’nın, okuyup benim de nefret ettiğim yazısındaki gibi insanlık dışı şeyler değil. Ayrıca bu sayacaklarıma göre bakıcı seçiyor, ya da buna uymayan bakıcıma ceza veriyor, işten çıkarıyor vs. de değilim. Yalnızca, böyle olmasını isterdim, diyorum o kadar. Keşke olabilseydi diyorum, bi de o kadar.
1. Mesela, çocuğumu sevsin. Çok bencilce değil mi? Bir başkası benim çocuğumu neden sevsin? Eh, okuyucu, sen işini ne kadar seviyorsun? Sn Sabiha Pektuna da ne diyor, keşke akrabadan biri baksa çocuğunuza, çünkü el kadını neden sevsin yabancı bir çocuğu diyor, öyle değil mi? İşte, ben gene de sevsin istiyorum bebeğimi, ona bakan kişi. Öpüp koklasın, bağrına bassın. Tamam bu esnada benim gibi duygudan gözleri dolmayabilir, ama parlayabilir en azından.
2. Çocuğuma birşeyler verebilsin, öğretebilsin. Mesela, okuma yazma bilsin mümkünse!!! (Şimdiki bilmiyor diye başımı taşlara vurmuyorum ama ne yapalım). Onunla kitap okusun, şarkı söylesin, oyunlar oynasın. Eğlensin birlikte.
3. Düzgün Türkçe konuşabilsin. (Mesela benim tastamam 18 aylık oğlum konuşmayı şöyle öğrenecek: Hadi kak gedek de kıçını temizleyek.) Olsun. Kötü şeyler söylemeyi öğreneceğine, güzel konuşmayı geç öğrensin.
4. Bize de biraz bakabilsin, yemeğimizi, ütümüzü yapsın. Ayrıca temizlikçi tuttuk da, yemekçi tutamayız değil mi? İşten gelip yemek yapanlara diyorum ki, sırlarını versinler bana, ben kahve bile yapamıyorum kendime yorgunluktan!
5. Çocuğun ilaçlarını verebilsin, hastalıklarını yönetebilsin, doktora götürebilsin, gerektiğinde – hastalık durumu vs, okula gidemeyen kızıma da aynı anda bakabilsin, ben evde kalamadığımdan.
6. Ufak tefek alışverişi yapsın, çocuğun meyvesi yoğurdu bittiğinde bitmişti veremedim demesin, gitsin alsın.
7. Ah bi de misafirim gelecek dediğimde iki çeşit pasta yapsın. Ben hamur işlerinden hiç anlamam demesin.
8. Kendi çocukları sorunları işsiz kocası olmasın. Bence tek insanlık dışı isteğim bu ama, onun mekanik olmadığını, çocuğunun evde hasta yattığını ve bakacak kimsesi olmadığını düşününce sinir oluyorum, benim çocuğuma konsantre olması gerekirken kendi çocuğunu düşünüyor çünkü robot değil, keşke çocukları büyük birini bulsaydım, izin veriyorum sonra evine erken gitsin diye ve kendi hasta çocuğumla başbaşa kalıyorum. Ayrıca da, neden ben kocası çalışan bi bakıcı görmedim? Çünkü erkekler, sağolsunlar, karılarına çalışma evde otur demeyi bilirler de, kendileri iş arayacaklarına karısının kazandığını yemeyi ve bu esnada kahvede okeyin kitabını yazmayı daha iyi bilirler.

Şimdi şöyle bi okuyunca anladım ki, ben annemi istiyorum. Annemi. Kendimi de değil, bunların hepsini aynı anda yapamam ben. Ama annem yapar.
Ben iki çocuğuma aynı anda bakamazken, onları idare edemezken, annem üçümüzü etmiş.

Neyse, sonuç olarak bu bakıcı sendromunu çözmeye çalışacağıma, mevcut bakıcıya alışmaya çalışmaya karar verdim. Neden mi, güveniyorum da ondan. Parayla satın alınamaz bir his bu. Çocuğuma zarar vermeyeceğini hissediyorum.
Gerisi eyvallah.
Resim: Tuna ve ilk bakıcısı, ilk başlarda bıdı bıdı ettiğim ama zamanla beni utandıran, hepimize bakan ve İstanbul’a geldiğimizde bize gelen ve oğlumu özlediğinden sarılıp koyun koyuna uyuyan bakıcısı.
Hey gidi hey. Gelsene sen Antep’e Fatrma abla.