Geçtiğimiz haftasonu boyunca, özellikle hastaneye gelip giderken, aklımda dolanıp duran cümle buydu. İnsanlar upuzun yıllardır mutluluğun sırrını arayıpdurur. Mutluluğun sırrını ben de tam bilmiyorum ama mutsuzluğun sırrını biliyorum:
"İşini sevmemek"..
Örneklerle anlatmak mümkün.. Aynı işi yapan kişilere bir bakın: Kimisi mutlu kimisi mutsuz. İş aynı. Ortam aynı. Maaş aynı. Neden kimisi mutlu kimisi mutsuz?
Bizim kafeteryada Gizem vardı, garson.. Güleryüzlü ve sevimli bir kız. Kimseyi kırmaz incitmez, surat asmaz. Herkesi mutlu etmeye çalışır, koşturur. İşine birşeyler katar, istemesen de arada bi kahve getirir, çocuğuna bi kurabiye verir, sana gülümser. Gizem çok mutlu bir kızdı. Onu kafeteryadan alıp ön büroya yükselttiler. Bir nevi terfi yani. Çalışkanlığı ve güleryüzü hakettiğini buldu sonunda.
Bir de gerçek var, Gizem garsonluktan ayrılmak isterdi hep! Bunu ben biliyordum, kimse bilmezdi. Çünkü o nasılsa ayrılmak istediği için hiç işini baştan savma yapmadı, bozmadı. Elinden gelenin en iyisini yaptı. Garsondu ve en iyisi olmaya uğraştı. Garson olduğu için hoşnut değildi ama bunu bir kez bile belli ettiğini görmedim.
Diğer garsonlara soruyorum, niye suratın asık, mutsuzsun diye, diyorlar ki, siz burda kaç kişi çalışıyoruz biliyor musunuz, koca kafeteryada kaç kişiyiz (Gizem de kaç kişiydi?), maaşımız ne kadar biliyor musunuz (Gizem'in de aynıydı).. Gece kaçta çıktım biliyor musunuz? Falan falan. Sebep çok yani.
Mutsuzluğa neden daha kolay bulunuyor, biliyor musunuz?
Kısacası, çalıştığın işi sev. İlla ki sevmiyorsan, değiştir. Ama elinden gelenin en iyisini yap, yapabildiğinin en iyisini yap. İntikamını işinin kalitesinden alma.
İşimiz bizim kendimizi ifade biçimimiz. Kendimizi ifade edemediğimiz bir işte dirsek çürütmek zor geliyorsa, işi değiştirmeli, mutlu olacağımız işi bulmak gerek.
Yaptığınız işe kendinizden birşeyler katmaya başarırsanız anlamını bulur. Sebat ederseniz, enerjinizi verirseniz yükselmeyi başarırsınız. Zaten sebat edenler eninde sonunda yükselecektir.
Kısacası, ya işinizi sevin ya da sevdiğiniz işi yapın!
Burası benim hayal alanım. Adım Hayal. Kendi kendime gezintiye çıkmak istediğimde buraya uğrarım. Kimseleri almam yanıma. Gülersem de kendim gülerim, ağlarsam da kendi kendime burada ağlarım.
Buyrun, ben
31 Ekim 2013
26 Ekim 2013
Bugünün güzel bir gün olması için neye ihtiyacım var?
Sabahın köründe gelen saçma telefonlarla başladığım gıcık bir gün. Mutlu bir güne dönüşmesi benim elimde. Biliyorum.
Tüm kodlara sahibim.
Ama bazen olmuyor ya, bugün o günlerden biri.
Şimdi değiştiriyorum.
Bugün güzel bir gün. Evet hem de harika bir gün. Güneşli bir ekim günü. Bahar.
Bugünün güzel bir gün olması için ışığa ihtiyacım var (o da benim içimde). Güzel birkaç gülümsemeye ihtiyacım olabilir (nerden bulunur ki?) aynaya bakıp kendim gülümserim olmazsa)
Sıcak bir merhaba da fena olmazdı.
Bugün güzel bir gün.
Günaydın.
Tüm kodlara sahibim.
Ama bazen olmuyor ya, bugün o günlerden biri.
Şimdi değiştiriyorum.
Bugün güzel bir gün. Evet hem de harika bir gün. Güneşli bir ekim günü. Bahar.
Bugünün güzel bir gün olması için ışığa ihtiyacım var (o da benim içimde). Güzel birkaç gülümsemeye ihtiyacım olabilir (nerden bulunur ki?) aynaya bakıp kendim gülümserim olmazsa)
Sıcak bir merhaba da fena olmazdı.
Bugün güzel bir gün.
Günaydın.
23 Ekim 2013
Güne nasıl başlamak
Sanırım bu hayattaki en önemli sorunsal.
Güne nasıl başlamalı? Uff uykum bölündü diyerek mendebur mu başlamalı? Yoksa heyoo yeni bir gün başladı diye keyifli mi....
İki çocuğum arasındaki fark tam da bu olduğundan çok net görüyorum aradaki farkın yarattığı farkı. Birisini saat kaçta uyandırırsan uyandır, gülerek "günaydın annem" derken, diğerini kaçta uyandırırsan uyandır mendeburca "ufff" der ve ekşiyecek bir mutsuzluk kaynağı bulur. Akşam neyle uyuduysa onunla uyanır, mesela, yatarken ışığı açık bırak demiştir ve ben bırakmamışımdır ya, onu söyleyip, ama sen böyle yapmıştın diye ağlar.
Bu insanın kontrol edemediği, yapısından gelen, içinden gelen birşey biliyorum. Elinde değil. Öyleyse öyle.
Sanırdım.. Ama değil-miş, öğrenilebilirmiş. Nasıl mutlu olmak öğrenilebilirse, güne mutlu başlamak da öğrenilebilirmiş.
Yani uzak doğu felsefe kitaplarında yazan, güne güzel başlangıç için teşekkür et, hayata sana sundukları için minnet duy, bıdı bıdılar işe yarıyormuş hakkaten.
Acayip ama bende böyle oldu. Bir süre sonra, sabahları uyandığımda işe doğru yoldayken, bu güzel günü de yaşama şansı bulduğum için minnet dolu hissetmeye başladım kendimi. Bunun için Allah'a şükretmeyi ihmal etmemeye başladım.
Evet, şükür, zira yaşıyoruz ve aslında ne istiyorsak ona sahibiz. (Bu apayrı bir yazının konusu: Evet ne istiyorsak tastamam ona sahibiz. Ama ben daha çok para daha çok bişey istiyorum... diyenleri duyar gibiyim. Aslında, NE İSTİYORSAK ONA SAHİBİZ. İstediklerimizi daha yürekten, daha inanarak, daha güvenerek istersek, inanarak dua edersek kesinlikle gerçekleşir ve ona sahip oluruz. Ya da tersinden söylersek, neyi yürekten istiyor ve neye sahip olacağımıza inanıyorsak ona sahip olabiliriz anca.)
Kısacası, şunu öneriyorum: Uyanınca, yani yeni bir güne başlarken, şöyle bir deriiin nefes alıp (mümkünse camı açın bir, temiz hava içeri dolsun), sonra bir bakın bakalım: Ne kadar da güzel bir gün değil mi?
Değil mi?
O zaman hadi, bu günü ne kadar güzel bir güne çevirin. Buna gücünüz var, inanın.
Hadi günaydın!
Güne nasıl başlamalı? Uff uykum bölündü diyerek mendebur mu başlamalı? Yoksa heyoo yeni bir gün başladı diye keyifli mi....
İki çocuğum arasındaki fark tam da bu olduğundan çok net görüyorum aradaki farkın yarattığı farkı. Birisini saat kaçta uyandırırsan uyandır, gülerek "günaydın annem" derken, diğerini kaçta uyandırırsan uyandır mendeburca "ufff" der ve ekşiyecek bir mutsuzluk kaynağı bulur. Akşam neyle uyuduysa onunla uyanır, mesela, yatarken ışığı açık bırak demiştir ve ben bırakmamışımdır ya, onu söyleyip, ama sen böyle yapmıştın diye ağlar.
Bu insanın kontrol edemediği, yapısından gelen, içinden gelen birşey biliyorum. Elinde değil. Öyleyse öyle.
Sanırdım.. Ama değil-miş, öğrenilebilirmiş. Nasıl mutlu olmak öğrenilebilirse, güne mutlu başlamak da öğrenilebilirmiş.
Yani uzak doğu felsefe kitaplarında yazan, güne güzel başlangıç için teşekkür et, hayata sana sundukları için minnet duy, bıdı bıdılar işe yarıyormuş hakkaten.
Acayip ama bende böyle oldu. Bir süre sonra, sabahları uyandığımda işe doğru yoldayken, bu güzel günü de yaşama şansı bulduğum için minnet dolu hissetmeye başladım kendimi. Bunun için Allah'a şükretmeyi ihmal etmemeye başladım.
Evet, şükür, zira yaşıyoruz ve aslında ne istiyorsak ona sahibiz. (Bu apayrı bir yazının konusu: Evet ne istiyorsak tastamam ona sahibiz. Ama ben daha çok para daha çok bişey istiyorum... diyenleri duyar gibiyim. Aslında, NE İSTİYORSAK ONA SAHİBİZ. İstediklerimizi daha yürekten, daha inanarak, daha güvenerek istersek, inanarak dua edersek kesinlikle gerçekleşir ve ona sahip oluruz. Ya da tersinden söylersek, neyi yürekten istiyor ve neye sahip olacağımıza inanıyorsak ona sahip olabiliriz anca.)
Kısacası, şunu öneriyorum: Uyanınca, yani yeni bir güne başlarken, şöyle bir deriiin nefes alıp (mümkünse camı açın bir, temiz hava içeri dolsun), sonra bir bakın bakalım: Ne kadar da güzel bir gün değil mi?
Değil mi?
O zaman hadi, bu günü ne kadar güzel bir güne çevirin. Buna gücünüz var, inanın.
Hadi günaydın!
22 Ekim 2013
Kakaolu fındıklı kek kokusu
Nedense, hemen hemen herkese "çocukluk anısı deyince aklına ne geliyor?" diye sorsanız, "mutfaktan gelen annemin yaptığı kek / kurabiye kokusu" der.
Ben yıllardır, buna üzülüp durdum. Hani mutfakla ilgim yoktu ya, hani yağda yumurta kırmayı bile beceremezdim ya, hani yemek yapamazdım ya..
Çocuklarımın anılarında benim onlara kek yaptığım yer etmeyecek.. Okuldan geldiklerinde sıcak kek yeyip süt içemeyecekler (çünkü zaten onları karşılayan ben olmayacağım :( diye üzülüp dururdum.. Son birkaç yıldır kalıplarını yık, şartlanmalarını boz, gibi kişisel gelişim şeyleri üzerinde çalıştığımdan, bir gün kendime, neden mutfakta kötü olayım ki? diye sorup girdim mutfağa..
Aaa bir de baktım ki, aslında mutfakta iyiydim!!
Nasıl yaniydi!
Krep yapmıştım, hem de nefis olmuştu. Tam olarak şöyle gelişmişti, görümcem her gün ama her gün yanımda krep yapardı ve ben (nedense!) tüm öğretme çabalarına direnip, yapamam ben demiştim. Sonunda bir gün, markette kreplerle ilgili bir dergi görüp, alıp eve getirdim.
İlk denemede: Bingo!
Şahane krepler. Sonra daha şahane bi sürü şey yaptım. Yapabildim. İşin gerçeği, neyi denersem yapabildim.
Hem de çocuklarım bayıla bayıla yediler.
Ama benim tedirginliğim geçmemişti henüz, hala yapabilir miyim acaba'yı atamamıştım içimden.
Bayramda otururken, dedim ki, hadi kek yapayım çayın yanına (sanki daha önce hiç kek yapmışım gibi). Neli olsun, evde fındık ve kakao var, en iyisi fındıklı ve kakaolu olsun.
Sonra kayınvalidemin mutfağına girip, daha önce her gün yaptığım bir şeymiş gibi HARİKA bir fındıklı kakaolu kek yaptım! Kendim bile bayıldım, harika oldu. Sonra iki gün sonra bu sefer kardeşlerimle otururken, büyük bir kendine güvenle, dedim ki, hadi size bi kek yapayım.
Gittim, yaptım.
Nefis oldu.
Bu olaylardan çıkardığım dersler:
1. Kalıplarını kır. Ne olursa olsun, yapabilirsin. Asla yapamam deme, yapabilirsin..
2. Fındıklı kekin fındıklarını bütün olarak koymayın, pişince kötü oluyor. Havanda ezerken güzelce ezin.
3. Kek kalıbını tereyağla yağlayın.
Afiyet olsun.
Ben yıllardır, buna üzülüp durdum. Hani mutfakla ilgim yoktu ya, hani yağda yumurta kırmayı bile beceremezdim ya, hani yemek yapamazdım ya..
Çocuklarımın anılarında benim onlara kek yaptığım yer etmeyecek.. Okuldan geldiklerinde sıcak kek yeyip süt içemeyecekler (çünkü zaten onları karşılayan ben olmayacağım :( diye üzülüp dururdum.. Son birkaç yıldır kalıplarını yık, şartlanmalarını boz, gibi kişisel gelişim şeyleri üzerinde çalıştığımdan, bir gün kendime, neden mutfakta kötü olayım ki? diye sorup girdim mutfağa..
Aaa bir de baktım ki, aslında mutfakta iyiydim!!
Nasıl yaniydi!
Krep yapmıştım, hem de nefis olmuştu. Tam olarak şöyle gelişmişti, görümcem her gün ama her gün yanımda krep yapardı ve ben (nedense!) tüm öğretme çabalarına direnip, yapamam ben demiştim. Sonunda bir gün, markette kreplerle ilgili bir dergi görüp, alıp eve getirdim.
İlk denemede: Bingo!
Şahane krepler. Sonra daha şahane bi sürü şey yaptım. Yapabildim. İşin gerçeği, neyi denersem yapabildim.
Hem de çocuklarım bayıla bayıla yediler.
Ama benim tedirginliğim geçmemişti henüz, hala yapabilir miyim acaba'yı atamamıştım içimden.
Bayramda otururken, dedim ki, hadi kek yapayım çayın yanına (sanki daha önce hiç kek yapmışım gibi). Neli olsun, evde fındık ve kakao var, en iyisi fındıklı ve kakaolu olsun.
Sonra kayınvalidemin mutfağına girip, daha önce her gün yaptığım bir şeymiş gibi HARİKA bir fındıklı kakaolu kek yaptım! Kendim bile bayıldım, harika oldu. Sonra iki gün sonra bu sefer kardeşlerimle otururken, büyük bir kendine güvenle, dedim ki, hadi size bi kek yapayım.
Gittim, yaptım.
Nefis oldu.
Bu olaylardan çıkardığım dersler:
1. Kalıplarını kır. Ne olursa olsun, yapabilirsin. Asla yapamam deme, yapabilirsin..
2. Fındıklı kekin fındıklarını bütün olarak koymayın, pişince kötü oluyor. Havanda ezerken güzelce ezin.
3. Kek kalıbını tereyağla yağlayın.
Afiyet olsun.
20 Ekim 2013
İmdat! Bloğuma ne oldu?
Lütfen bir bilen bana söylesin: Yazılarımın içindeki bazı kelimelere verilen linklerle tuhaf reklamlar ekleniyor. Önleyemiyorum.
Bunun sebebi / çözümü nedir?
Herhangi bir maddi kazancım olmayan bu reklamları yok edemezsem bloğumu yok etmek zorunda kalacağım :(
Lütfen bir bilen bana yazar mı?
Bunun sebebi / çözümü nedir?
Herhangi bir maddi kazancım olmayan bu reklamları yok edemezsem bloğumu yok etmek zorunda kalacağım :(
Lütfen bir bilen bana yazar mı?
Çocuklarla 2600 km yolculuk: Ne kadarı macera, ne kadarı delilik?
Bayram yolculuğu yazıları gelir benden arada.. Memleketten uzak olunca, İstanbul - Gaziantep - İskenderun arası arabayla gitmiş ve dönmüşlüğümüz var. Ama bu kadar uzununu, konaklamadan, uzunca duraklamadan, bir solukta gitmişliğimiz olmamıştı.
Bodrum - Erzin (İskenderun), yaklaşık 1200 km.. Otoban, Pozantı'ya kadar, hemen hemen hiç yok. Yollar "eh fena değil"le "ne bu böyle" arasında.
Çocukların biri 6,5 - diğeri 4,5 yaşında.
Ben, benzer bir seyahate çıkmayı planlayanlar için yaptığım hazırlıklardan bahsedeyim. Zira, bu yolculuk gayet iyiydi.
Tekrar ediyorum, gayet iyiydi. Arka koltukta yaklaşık 16 saat birlikte oturan, onlar için hazırladığım aktivitelerle oyalanan, biri kız biri erkek, gayet iyi idare ettiler - ki benim için bile yeterince yorucu idi!
Her yolculukta yaptığım gibi bu sefer de onlara, daha önce görmedikleri kitaplar / oyuncaklar vs.'den oluşan birer çanta hazırladım. İçine boya kalemleri, bir kaçminik oyuncak, su, kitap ve dergi koydum.
Resim yapmaca, boyamaca, kitap okumaca...
6-7 yaştakiler için olan bil bakalım tarzı birbirine bağlı kartlardan oluşan bir kitabımsı almıştım. İçinde sorular var, artık okuma yazma bilen ablamız okudu, biz de bilgi yarışması kıvamında cevap bulmaya çalıştık.
Yeni sayısını merakla bekledikleri Meraklı Minik dergisini almıştım.
Bir kaç yeni CD aldım (Ice Age, Madagaskar, Tom ve Jerry...) Her birinin kendine ait DVD player'ları var, onları şarj etmiştim.
Aralarda çok sık durmak zorunda kalmayalım ve elleri oyalansın diye, kuruyemiş (fındık, badem, üzüm) verdim ellerine, plastik bardaklara koyup. Bir de börek ve elma almıştım. Onları yediler. Son dönemeçte artık Jelibon vermek zorunda kaldım, ki dönüşte son iki saat ben bile arızaya geçtim, hem açlık hem yorgunluktan.
Son kozumuz ipad ve iphone'lar idi. En son dönüşte, artık mızmızlanmaya başladıklarında başvurduk. Giderken gerek olmamıştı.
Ben sadece dönüşte üç saat araba kullandım, babamız sağolsun bütün yükü aldı, ben de bebekler için oyalama taktikleri geliştirdim ve bol bol kitap okudum.
Giderken ve dönerken, Akşehir'de bir yemek molası verdik, yolun ortası. Dönüşte bunun dışında sadece tuvalet molası verdik! Çünkü bayram dönüşü olduğundan yavaş geldik, vakit kaybetmek istemediğimizden molalardan çaldık.. Çok şükür kazasız belasız geldik.
Yine de son olarak söylemek istediğim şu:
Home sweet home....
Bodrum - Erzin (İskenderun), yaklaşık 1200 km.. Otoban, Pozantı'ya kadar, hemen hemen hiç yok. Yollar "eh fena değil"le "ne bu böyle" arasında.
Çocukların biri 6,5 - diğeri 4,5 yaşında.
Ben, benzer bir seyahate çıkmayı planlayanlar için yaptığım hazırlıklardan bahsedeyim. Zira, bu yolculuk gayet iyiydi.
Tekrar ediyorum, gayet iyiydi. Arka koltukta yaklaşık 16 saat birlikte oturan, onlar için hazırladığım aktivitelerle oyalanan, biri kız biri erkek, gayet iyi idare ettiler - ki benim için bile yeterince yorucu idi!
Her yolculukta yaptığım gibi bu sefer de onlara, daha önce görmedikleri kitaplar / oyuncaklar vs.'den oluşan birer çanta hazırladım. İçine boya kalemleri, bir kaçminik oyuncak, su, kitap ve dergi koydum.
Resim yapmaca, boyamaca, kitap okumaca...
6-7 yaştakiler için olan bil bakalım tarzı birbirine bağlı kartlardan oluşan bir kitabımsı almıştım. İçinde sorular var, artık okuma yazma bilen ablamız okudu, biz de bilgi yarışması kıvamında cevap bulmaya çalıştık.
Yeni sayısını merakla bekledikleri Meraklı Minik dergisini almıştım.
Bir kaç yeni CD aldım (Ice Age, Madagaskar, Tom ve Jerry...) Her birinin kendine ait DVD player'ları var, onları şarj etmiştim.
Aralarda çok sık durmak zorunda kalmayalım ve elleri oyalansın diye, kuruyemiş (fındık, badem, üzüm) verdim ellerine, plastik bardaklara koyup. Bir de börek ve elma almıştım. Onları yediler. Son dönemeçte artık Jelibon vermek zorunda kaldım, ki dönüşte son iki saat ben bile arızaya geçtim, hem açlık hem yorgunluktan.
Son kozumuz ipad ve iphone'lar idi. En son dönüşte, artık mızmızlanmaya başladıklarında başvurduk. Giderken gerek olmamıştı.
Ben sadece dönüşte üç saat araba kullandım, babamız sağolsun bütün yükü aldı, ben de bebekler için oyalama taktikleri geliştirdim ve bol bol kitap okudum.
Giderken ve dönerken, Akşehir'de bir yemek molası verdik, yolun ortası. Dönüşte bunun dışında sadece tuvalet molası verdik! Çünkü bayram dönüşü olduğundan yavaş geldik, vakit kaybetmek istemediğimizden molalardan çaldık.. Çok şükür kazasız belasız geldik.
Yine de son olarak söylemek istediğim şu:
Home sweet home....
11 Ekim 2013
Sağlıklı beslenmenin aile bütçesine etkisi: Analiz
Aslında, eskinin tabiriyle "sağlıklı" yeninin tabiriyle "organik" adı altında üretilen / pazarlanan besinler, gerçekten de marketlerde satılan, seri üretim çemberinden geçen ve çok hızlı tüketilen benzerlerine göre daha pahalı. Örnek olması için bir kaç fiyat vereyim. Bu ürünlerin market fiyatlarını tam bilmemekle birlikte, ben, serbest dolaşan tavuk yumurtasının tanesini 1 TL'den, taze sağım tek inekten elde edilen sütün kilosunu 2 TL'den, serbest dolaşan tavuk etini, ortalama büyüklükte ve henüz kesilmiş / temizlenmiş bir tüm tavuğu 25 TL'den alıyorum. Pazardan alınan sebze / meyvelerin fiyatını veremem, ama marketten daha ucuz olduğunu sanmıyorum.
Ekmeğe para vermiyorum, kendim yapıyorum. Ama çöpe giden ekmek oranı hemen hemen sıfır dilime düştüğü için, orda kazançlıyız. Fiyat olarak olmasa da prensip olarak kazançlıyız.
Şimdi gelelim aile bütçesine olan katkıya.
Market alışveriş listesinin önemli bir kısmını haftada en az bir ya da iki kez alınan süt yumurta ekmek yoğurt gibi tüketim maddeleri alıyordu. Şimdi yoğurdu da evde yapıyoruz. Sütçüye ve yumurtacuya elden verdiğim para ayda ortalama 180 TL.
Markete girdiğimizde asıl yekünü tutan bunlar değildi aslında. Bu gerçeği epeydir farketmiştim. Listede yazılı olmayan, tüketim toplumu olmanın getirdiği harcamalar, her girişimizde en az 200 - 250 TL'lik alışverişle çıkmamızı sağlıyordu. Bunlar neler mi, küçük kutularda çukulatalı muzlu vs sütler, yarısı yenmeyip çöpe giden haribolar, çukulatalar, bisküviler, asla çukulatası yenmeyen oyuncağı ile de oynanmayan, açılır açılmaz heyecanı biten ve çöpe giden süpriz yumurtalar (çocuklar anne abur cubur alalım diye ifade eder), alınıp okunmayan dergiler, lüzum olmadığı halde ucuz diye alınan tabak çanaklar, havlular, yani aklıma bile gelmeyen gereksiz neler neler. Bir keresinde markete süt almaya gidip 12 kişilik tabak takımı almışlığım var! Ya da bu haftasonu, markete girip basketbol potası aldık mesela! Bu benim kendimi tutamamamla ilgili değil. Uzun süredir ihtiyacımız olan (olduğunu sandığımız) herhangi bir şeyin, indirimde / kampanyada olduğunu görünce almakla ilgili birşey.
Sonuçta gereksiz kalemlerin oluşturduğu bu masraf, markete gidiş sıklığımızın azalması ile doğru orantılı olarak azaldı.
Gelelim buzdolabımızdan çıkarttığımız tüketim ürünlerine. Aslında önemli bir yekün tutan içecekler vardı. Kola, meyve suları, dediğim gibi meyveli sütler, gazozlar gibi kutu kutu aldığımız bardak bardak içtiğimiz ve hatta çocuklarımıza da içirdiğimiz bol şekerli olması dışında hiçbir yararı olmayan, zararlı kalori depoları. Bunlar artık nadiren (diyelim ki ayda bir şişe kola) alınıyor. İŞin enteresanı, ayda bir dışarıda falan içtiğimizde mesela kola, eşime bile çok şekerli gelmeye başladılar :) Bir kola düşkünüdür kendisi :)
Kısacası, aslında tek tek düşünüldüğünde daha pahalı gibi gelen sağlıklı besinler, toplamda (bence) bizim aile bütçemizdeki mutfak masraflarının yerini yarı yarıya azalttı. Tabii asıl gerçek sonucu birkaç ay sonra kredi kartı ekstrelerine bakınca verebileceğim ama şimdilik bana böyle geldi.
Ekmeğe para vermiyorum, kendim yapıyorum. Ama çöpe giden ekmek oranı hemen hemen sıfır dilime düştüğü için, orda kazançlıyız. Fiyat olarak olmasa da prensip olarak kazançlıyız.
Şimdi gelelim aile bütçesine olan katkıya.
Market alışveriş listesinin önemli bir kısmını haftada en az bir ya da iki kez alınan süt yumurta ekmek yoğurt gibi tüketim maddeleri alıyordu. Şimdi yoğurdu da evde yapıyoruz. Sütçüye ve yumurtacuya elden verdiğim para ayda ortalama 180 TL.
Markete girdiğimizde asıl yekünü tutan bunlar değildi aslında. Bu gerçeği epeydir farketmiştim. Listede yazılı olmayan, tüketim toplumu olmanın getirdiği harcamalar, her girişimizde en az 200 - 250 TL'lik alışverişle çıkmamızı sağlıyordu. Bunlar neler mi, küçük kutularda çukulatalı muzlu vs sütler, yarısı yenmeyip çöpe giden haribolar, çukulatalar, bisküviler, asla çukulatası yenmeyen oyuncağı ile de oynanmayan, açılır açılmaz heyecanı biten ve çöpe giden süpriz yumurtalar (çocuklar anne abur cubur alalım diye ifade eder), alınıp okunmayan dergiler, lüzum olmadığı halde ucuz diye alınan tabak çanaklar, havlular, yani aklıma bile gelmeyen gereksiz neler neler. Bir keresinde markete süt almaya gidip 12 kişilik tabak takımı almışlığım var! Ya da bu haftasonu, markete girip basketbol potası aldık mesela! Bu benim kendimi tutamamamla ilgili değil. Uzun süredir ihtiyacımız olan (olduğunu sandığımız) herhangi bir şeyin, indirimde / kampanyada olduğunu görünce almakla ilgili birşey.
Sonuçta gereksiz kalemlerin oluşturduğu bu masraf, markete gidiş sıklığımızın azalması ile doğru orantılı olarak azaldı.
Gelelim buzdolabımızdan çıkarttığımız tüketim ürünlerine. Aslında önemli bir yekün tutan içecekler vardı. Kola, meyve suları, dediğim gibi meyveli sütler, gazozlar gibi kutu kutu aldığımız bardak bardak içtiğimiz ve hatta çocuklarımıza da içirdiğimiz bol şekerli olması dışında hiçbir yararı olmayan, zararlı kalori depoları. Bunlar artık nadiren (diyelim ki ayda bir şişe kola) alınıyor. İŞin enteresanı, ayda bir dışarıda falan içtiğimizde mesela kola, eşime bile çok şekerli gelmeye başladılar :) Bir kola düşkünüdür kendisi :)
Kısacası, aslında tek tek düşünüldüğünde daha pahalı gibi gelen sağlıklı besinler, toplamda (bence) bizim aile bütçemizdeki mutfak masraflarının yerini yarı yarıya azalttı. Tabii asıl gerçek sonucu birkaç ay sonra kredi kartı ekstrelerine bakınca verebileceğim ama şimdilik bana böyle geldi.
10 Ekim 2013
Diş tellerimle ilk günlerim ve hissettiklerim: Erişkin ortodontisi
Diş teli taktırmayı planlayan / korktuğu için kaçan / düşünme aşamasında olan birçok erişkin bana soruyor şimdi: Memnun muyum?
Ben tabii artık diş tellerimle ilk yarım-haftamı geçirdiğim için artık uzman sayılırım :) Hemen fikirlerimi beyan edeyim o halde.
Önce iki dişim çekildi, hem de üst her iki taraftan 4. dişler. Baba dişler yani! Benim diş konusuyla ilişkimi bilenler bilir, aslında düşündüm de ağrı eşiği yüksek biriyim ama dişle ilgili hiçbirşeyi tolere edemiyorum. Sebebi çocukluk travmam. Diş mirasım da kötü, 18 (yazıyla on sekiz) dolgum var ve sanırım en çok zaten 20 dişim falan var. Bu nedenle hayatımın hatırı sayılır bir kısmı dişçi koltuklarında geçti. Bu bilgilerden sonra, bu iki dişi çektirmenin benim için zor olduğunu anlamışsınızdır. Bu nedenle anestezi altında çekildi dişlerim. Dişhekimi arkadaşım Berna, arkadaşlığımızın bozulmasını istemediği için :) bu talebimi kabul etti. Anestezi uzmanı arkadaşım Haluk abi de beni kırmadı ve kısa bir sedasyonla, yaklaşık 40 dk ya da 1 saatte çok şükür sorunsuzca çekildi dişlerim.
Sonrasındaki iki gün benim için zor geçti. Çekilen dişlerin yerleri, yanları, yöreleri ağrıdı. Daha çok da stresi yetti, zaten dokunamıyorum, bakamıyorum, bir de unutup çiğniyorum boşluğun içine bir şey lokma vs giriyor, acıtıyor.. Derken.. Tellerin takılma günü geldi.
Takılması zor değildi. Bütün dişlerin üzerine braket adı verilen birer parça yapıştırdılar. Braket, üzerine tellerin monte edildiği tutacak gibi bir şey. Benimkiler porselen, diş renginde. Bir de metal olanları ve şeffaf olanları var. Farkı fiyatları :) Takılırken sanırım dolgu yapıştırıcısı gibi birşeyle dişlerin üzerine tek tek yapıştırıyor, ağrısız. Sonra üzerine teli geçirip tek tek braketlere klipsliyor. Burada kıtırt diye hissediliyor takışı.
Sonra gayet mutlu çıktım oradan. Teller hiç belli olmuyor, gerçekten de (söylemiştiler de inanmamıştım), 1 metre yakından bakılmadığı sürece gözükmüyor. Sadece dudağımın altında sakız saklamışım gibi bir kabarıklık var.
Sonra, kimsenin bana söylemediği (korkmamı istememişler, yaşayarak öğrenmemi istemişler) mesele: Teller dudaklarımın ve yanaklarımın iç kısımlarını haşat etti! İlk gece telin en ucu o kadar çok battı ki yanaklarıma acıdan uyuyamadım. Meğer mum diye bir şey varmış ve tellerin ve braketlerin üzerine yapıştırılıyormuş ve yanakları koruyormuş. Ertesi sabah hemen koştum, telin uzantılarını kestirdim, mumumu aldım ve mutluluk! Kısacası tüm sıkıntıları hekimle paylaşmak gerek, unuttukları veya ihmal ettikleri bir detay hayat kurtarıcı olabilir... Şimdi batan yerleri mumla kaplıyorum ve rahat ettim. Bir süre sonra bu yaralar geçecekmiş..
Gelelim asıl beni ilgilendiren kısmına: Yemek yiyemiyorum! Böylelikle de kilo veriyorum.. Aslında bir yan etki olan bu etki, benim işime geldi açıkçası. Mesela şimdi bu yazıyı yazarken arkadaşım çekirdeksiz üzüm getirdi, bir tane ağzıma attım ve dişim o kadar acıdı ki gerisini yiyemedim, çekilen dişin boşluğuna battı çünkü :( İki sebepten yiyemiyorum, birincisi dişlerim çekileli daha dört gün oldu ve yerleri çok acıyor, ikincisi dişlerim ağrıyor :) Hareket ettikleri için hassaslar ve güçlü çiğneyemiyorum, bebekler gibi ezilebilir şeyleri veya çorba yoğurt gibi sulu şeyleri yiyebiliyorum. Kısacası güçlü çiğneme yapamıyorum. Bu da geçici bir hismiş, zamanla alışacak ve yiyebilecekmişim...
Şimdi gelelim asıl soruya: Diş telleri ağrılı bir şey mi? Dört gündür teli olan bir uzman olarak yanıtlayayım. Evet ağrılı (acısız güzellik olmaz!). Ama dayanılmaz bir ağrı değil. Daha çok bir gerginlik hissi var dişlerimde, gerilme ve çekilme gibi. Ara ara ağrıyor, ara ara kulağımda bir gıcırtı sesi oluyor. Ama genelde ağzımda bir baskı ve dolgunluk var. Dayanabilirim. Şimdiye dek sadece iki kez ağrı kesici ihtiyacım oldu..
Güzel olacak. Yıllardır kaçıyordum, boşuna kaçmışım..
Herşey çok güzel olacak :) Buyrun bu öncesi:
Resmi büyütmeden göremediniz di mi tellerimi :))))
Ben tabii artık diş tellerimle ilk yarım-haftamı geçirdiğim için artık uzman sayılırım :) Hemen fikirlerimi beyan edeyim o halde.
Önce iki dişim çekildi, hem de üst her iki taraftan 4. dişler. Baba dişler yani! Benim diş konusuyla ilişkimi bilenler bilir, aslında düşündüm de ağrı eşiği yüksek biriyim ama dişle ilgili hiçbirşeyi tolere edemiyorum. Sebebi çocukluk travmam. Diş mirasım da kötü, 18 (yazıyla on sekiz) dolgum var ve sanırım en çok zaten 20 dişim falan var. Bu nedenle hayatımın hatırı sayılır bir kısmı dişçi koltuklarında geçti. Bu bilgilerden sonra, bu iki dişi çektirmenin benim için zor olduğunu anlamışsınızdır. Bu nedenle anestezi altında çekildi dişlerim. Dişhekimi arkadaşım Berna, arkadaşlığımızın bozulmasını istemediği için :) bu talebimi kabul etti. Anestezi uzmanı arkadaşım Haluk abi de beni kırmadı ve kısa bir sedasyonla, yaklaşık 40 dk ya da 1 saatte çok şükür sorunsuzca çekildi dişlerim.
Sonrasındaki iki gün benim için zor geçti. Çekilen dişlerin yerleri, yanları, yöreleri ağrıdı. Daha çok da stresi yetti, zaten dokunamıyorum, bakamıyorum, bir de unutup çiğniyorum boşluğun içine bir şey lokma vs giriyor, acıtıyor.. Derken.. Tellerin takılma günü geldi.
Takılması zor değildi. Bütün dişlerin üzerine braket adı verilen birer parça yapıştırdılar. Braket, üzerine tellerin monte edildiği tutacak gibi bir şey. Benimkiler porselen, diş renginde. Bir de metal olanları ve şeffaf olanları var. Farkı fiyatları :) Takılırken sanırım dolgu yapıştırıcısı gibi birşeyle dişlerin üzerine tek tek yapıştırıyor, ağrısız. Sonra üzerine teli geçirip tek tek braketlere klipsliyor. Burada kıtırt diye hissediliyor takışı.
Sonra gayet mutlu çıktım oradan. Teller hiç belli olmuyor, gerçekten de (söylemiştiler de inanmamıştım), 1 metre yakından bakılmadığı sürece gözükmüyor. Sadece dudağımın altında sakız saklamışım gibi bir kabarıklık var.
Sonra, kimsenin bana söylemediği (korkmamı istememişler, yaşayarak öğrenmemi istemişler) mesele: Teller dudaklarımın ve yanaklarımın iç kısımlarını haşat etti! İlk gece telin en ucu o kadar çok battı ki yanaklarıma acıdan uyuyamadım. Meğer mum diye bir şey varmış ve tellerin ve braketlerin üzerine yapıştırılıyormuş ve yanakları koruyormuş. Ertesi sabah hemen koştum, telin uzantılarını kestirdim, mumumu aldım ve mutluluk! Kısacası tüm sıkıntıları hekimle paylaşmak gerek, unuttukları veya ihmal ettikleri bir detay hayat kurtarıcı olabilir... Şimdi batan yerleri mumla kaplıyorum ve rahat ettim. Bir süre sonra bu yaralar geçecekmiş..
Gelelim asıl beni ilgilendiren kısmına: Yemek yiyemiyorum! Böylelikle de kilo veriyorum.. Aslında bir yan etki olan bu etki, benim işime geldi açıkçası. Mesela şimdi bu yazıyı yazarken arkadaşım çekirdeksiz üzüm getirdi, bir tane ağzıma attım ve dişim o kadar acıdı ki gerisini yiyemedim, çekilen dişin boşluğuna battı çünkü :( İki sebepten yiyemiyorum, birincisi dişlerim çekileli daha dört gün oldu ve yerleri çok acıyor, ikincisi dişlerim ağrıyor :) Hareket ettikleri için hassaslar ve güçlü çiğneyemiyorum, bebekler gibi ezilebilir şeyleri veya çorba yoğurt gibi sulu şeyleri yiyebiliyorum. Kısacası güçlü çiğneme yapamıyorum. Bu da geçici bir hismiş, zamanla alışacak ve yiyebilecekmişim...
Şimdi gelelim asıl soruya: Diş telleri ağrılı bir şey mi? Dört gündür teli olan bir uzman olarak yanıtlayayım. Evet ağrılı (acısız güzellik olmaz!). Ama dayanılmaz bir ağrı değil. Daha çok bir gerginlik hissi var dişlerimde, gerilme ve çekilme gibi. Ara ara ağrıyor, ara ara kulağımda bir gıcırtı sesi oluyor. Ama genelde ağzımda bir baskı ve dolgunluk var. Dayanabilirim. Şimdiye dek sadece iki kez ağrı kesici ihtiyacım oldu..
Güzel olacak. Yıllardır kaçıyordum, boşuna kaçmışım..
Herşey çok güzel olacak :) Buyrun bu öncesi:
Resmi büyütmeden göremediniz di mi tellerimi :))))
8 Ekim 2013
Her doğum bir mucizedir*
*Duayen kadın doğum hocalarından Aykut Kazancıgil'in kitabının başlığını seçmem tesadüf değil bu yazı için. Çünkü gerçekten de her doğum bir mucize..
Ben, hala, belki kaç yüzüncü doğumumu yaptırırken, sevinç / heyecan gözyaşları döken yeni anneyle birlikte ağlayabiliyorum. Bu mucizeye tanıklık etmek benim kaderimde var, ebelik / kadın doğumculuk, bizim aracılığımızla dünyaya gelmeye karar vermiş olan minik ruhların doğum anını yaşamak, onları bacaklarından tutup havaya kaldırmak, annesine göstermek, ilk nefesini - çığlığını ilk duyan olmak, göbek kordonunu kesip annesiyle fiziksel bağını ayırıp sonra daha güçlü olan duygusal bağı kurmak üzere memesine vermek... hem mucize, hem şans.. Evet ben şanslıyım. Hem bu mucizelere tanık olduğumdan, hem de işimi sevdiğimden..
Bugün bir mucizeye daha tanık olurken bunları düşünüyordum işte.. Dünya güzeli yeni-anneye karışmadan, kendi doğurup tadını çıkarmasına yardım ederek.. Işıkları kapattım çünkü bebeğimin, anne karnındaki zifiri karanlıktan gün ışığına çıkması bile travma iken, spot ışıklara doğmasını istemedim. Herkesi dışarı çıkarttım, bebeğiyle başbaşa olabilmesi için.. Babasını çağırdım, bu mucizeye tanıklık etmesi için..
Aferin dedim ona hep, aferin, harikasın dedim. İpleri, kabloları, makineleri, serumları boğmadım annenin sağına soluna, arada bebeğimin kalbini dinledim o kadar.. Hazırda bekledi ama hem tıbbi müdahale olanakları, hem ilaçlar, hem çocuk doktorumuz, bebek hemşiremiz, hem de her türlü tıbbi olanak.
Orada cerrahi bir müdahale değil kutsal bir yolculuk için vardık. Bir bebek, bir minik ruh, Çağan, dünyaya, bilmediği bir yere, bilmediği yollardan geçip gelecekti. Biz getirmedik onu, hazır olunca kendi geldi. Sabah kadar başında bekledik, geleceğini hissediyorduk, ama müdahale etmedik, çağırmadık. Sessizce bekledik. Tahmin ettiğimiz saatte, tahmin ettiğimiz kiloda, çok şükür sapasağlıklı doğdu bebeğim. Kaçıncı bebeğim olduğunu bilmediğim, ne kadar çok sevdiğimi anlatamayacağım Çağan..
Hoşgeldin kuzum. Hoşgeldin oğlum. Dünyamızı ışıttın.
Ben, hala, belki kaç yüzüncü doğumumu yaptırırken, sevinç / heyecan gözyaşları döken yeni anneyle birlikte ağlayabiliyorum. Bu mucizeye tanıklık etmek benim kaderimde var, ebelik / kadın doğumculuk, bizim aracılığımızla dünyaya gelmeye karar vermiş olan minik ruhların doğum anını yaşamak, onları bacaklarından tutup havaya kaldırmak, annesine göstermek, ilk nefesini - çığlığını ilk duyan olmak, göbek kordonunu kesip annesiyle fiziksel bağını ayırıp sonra daha güçlü olan duygusal bağı kurmak üzere memesine vermek... hem mucize, hem şans.. Evet ben şanslıyım. Hem bu mucizelere tanık olduğumdan, hem de işimi sevdiğimden..
Bugün bir mucizeye daha tanık olurken bunları düşünüyordum işte.. Dünya güzeli yeni-anneye karışmadan, kendi doğurup tadını çıkarmasına yardım ederek.. Işıkları kapattım çünkü bebeğimin, anne karnındaki zifiri karanlıktan gün ışığına çıkması bile travma iken, spot ışıklara doğmasını istemedim. Herkesi dışarı çıkarttım, bebeğiyle başbaşa olabilmesi için.. Babasını çağırdım, bu mucizeye tanıklık etmesi için..
Aferin dedim ona hep, aferin, harikasın dedim. İpleri, kabloları, makineleri, serumları boğmadım annenin sağına soluna, arada bebeğimin kalbini dinledim o kadar.. Hazırda bekledi ama hem tıbbi müdahale olanakları, hem ilaçlar, hem çocuk doktorumuz, bebek hemşiremiz, hem de her türlü tıbbi olanak.
Orada cerrahi bir müdahale değil kutsal bir yolculuk için vardık. Bir bebek, bir minik ruh, Çağan, dünyaya, bilmediği bir yere, bilmediği yollardan geçip gelecekti. Biz getirmedik onu, hazır olunca kendi geldi. Sabah kadar başında bekledik, geleceğini hissediyorduk, ama müdahale etmedik, çağırmadık. Sessizce bekledik. Tahmin ettiğimiz saatte, tahmin ettiğimiz kiloda, çok şükür sapasağlıklı doğdu bebeğim. Kaçıncı bebeğim olduğunu bilmediğim, ne kadar çok sevdiğimi anlatamayacağım Çağan..
Hoşgeldin kuzum. Hoşgeldin oğlum. Dünyamızı ışıttın.
Etiketler:
doğum hikayesi,
iyi fikirler,
kadın doğum uzmanlığı
7 Ekim 2013
AKUT gönüllüsü olmak
Kendim dışında birileri için herhangi birşey yapmıyor olmak ara ara aklıma geliyordu. Tam bu aralardan birinde, arkadaşım Damla, AKUT eğitimine katıldı ve sosyal medyadan, hepimizin AKUT eğitimlerine katılmamız, en azından ilk yardımı öğrenmemiz hakkında mesaj bombardımanına tuttu bizi.
Ardından, Bodrum AKUT Başkanı ile bir vesileyle tanıştık. Sohbet ederken, dünya kurtarma ekipleri arasında en az sağlıkçı gönüllünün Türkiye AKUT'ta olduğunu, sağlıkçılar arasından daha fazla gönüllüye ihtiyaçları olduğunu, aralarında herkese göre yapılacak bazı işler olduğunu anlattı. En azından sunumlara, seminerlere gidip ders anlatacak, toplumu bilinçlendirmede görev alacak birilerine şiddetle ihtiyaç olduğunu anlattı.
İşaretleri takip etmenin gerekliliğini farketmiş bulunmaktayım.
Bunun bir işaret olduğunu düşündüm ve bugün AKUT tanışma toplantısına gidiyoruz eşimle. Bakalım neler olacak, gelişmeleri takip edelim beraber...
Ardından, Bodrum AKUT Başkanı ile bir vesileyle tanıştık. Sohbet ederken, dünya kurtarma ekipleri arasında en az sağlıkçı gönüllünün Türkiye AKUT'ta olduğunu, sağlıkçılar arasından daha fazla gönüllüye ihtiyaçları olduğunu, aralarında herkese göre yapılacak bazı işler olduğunu anlattı. En azından sunumlara, seminerlere gidip ders anlatacak, toplumu bilinçlendirmede görev alacak birilerine şiddetle ihtiyaç olduğunu anlattı.
İşaretleri takip etmenin gerekliliğini farketmiş bulunmaktayım.
Bunun bir işaret olduğunu düşündüm ve bugün AKUT tanışma toplantısına gidiyoruz eşimle. Bakalım neler olacak, gelişmeleri takip edelim beraber...
5 Ekim 2013
En iyi diyet size en iyi gelen diyet!
Diyet ne demek? Beslenme şekli, beslenme planı demek. Yıllarca plansız beslenen, yenebilir her şeyi yemek olarak kabul eden, her türlü diyeti yapan, kilolar alıp veren, nihai kilosu (doğum sonrası hariç) hep normal / normale yakın olan biriyim. Gene de kendimi şişman görürüm. "Beden - imaj algısı bozukluğu" şeklinde bir tanı bile almışlığım var.
Herkes şişman değilsin der, ben kendimi beğenmem. Aynaya bakar ağlarım. Zayıflık = güzellik sanırım. Diyetisyenlerle çalışırım, kilo veririm. Gene de beğenmem.
Bilinçaltından düzeltilmesi gerektiğini anladıktan sonra bununla ilgili bir çok kitap okudum, işe yarayanlar oldu, yaramayanlar oldu.
En sonunda ne mi oldu?
Allah'ın bu söyleyeceklerimi ben mi söylüyorum inanamıyorum ama: Nihayet anladım ki, en iyi diyet size en iyi gelen diyet (yani beslenme şekli)... Dukan diyeti, Karatay diyeti, kalori diyeti, ot diyeti, bok diyeti... sonunda anladım ki, benim bedenim karbohidratları tolere edemiyor. Sindiremiyor yani.
Bana en iyi gelen diyet, karbohidrattan kısıtlı, protein ağırlıklı, bolca sebze ve ot içeren, meyve içeren ama az içeren, yüksek glisemik indeksli gıdaları içermeyen bir diyet.
Çünkü benim asıl anlaşamadığım, aslında kilolarım değil karnımdaki şişkinlik(miş) meğer. Diğer Türklerin çoğu gibi ben de karbohidratları sindiremiyormuşum ve yemediğimde de rahat ediyormuşum. Tatlı pasta bol şekerli meyveler ekmek vs yediğimde karnım bir davul olduğundan kıyafetlerim dar geliyor, karnım ağrıyor ve kendimden bu nedenle nefret ediyormuşum.
Evet, sevgili Dr Canan Karatay, bana bunu biraz geç de olsa siz öğrettiniz, farkettirdiniz.
Karatay'ın beslenme önerilerinden bahsedip dersler verecek değilim. Kitapları çerez gibi satılıyor zaten, herkesin evinde de var sanırım.
Artık akıllanmış biri olarak Karatay diyeti yapıyorum falan da demeyeceğim. Sadece, Karatay'ın önerdiği beslenme şeklini vücudum çok iyi kabul etti ve tolere etti diyebilirim. Benim ve ailemin beslenme şeklini etkiledi.. En temel önerisi olan rafine gıdaları hayatımızdan çıkardık, ya da elimizden geldiği kadar elimine ettik. Keskin sınırlarım çerçevelerim olmasa da, yuvarlak çerçeveler dahilinde, gazlı içecekler, asitli - hızlı şekerler içeren meyve, pasta, meyve suyu vs şeyleri yememeye çalışıyorum. Adında diyet içeren her türlü gıdayı, diyet bisküvileri, cocopops - kellogs vs.yi çöpe attım. Vallahi attım. Dolaplarımı buzdolabımı da yavaş yavaş arındırıyorum.
Hergün posa ihtiyacıma yardımcı olması için bir dilim ekmek yiyorum (genelde kendi yaptığım tam tahıllı ekmekten).. Bir bilemedin iki porsiyon meyve yiyorum. Sık sık abur cubur yemiyor, çok acıktıysam kuruyemiş - kurumeyve yiyorum.
Kendimi zorlamıyorum, keyfime bakıyorum.
Sanırım ilk defa amacım kilo vermek değil. Şaşırtıcı, evet, ama sağlıklı beslenmek!!
Not: Bu arada, göbeğimin çevresinde birikmiş (Karatay hocanın tabiriyle) simitleri kafama takmıyorum ama eridiklerini görünce de seviniyorum :)
Herkes şişman değilsin der, ben kendimi beğenmem. Aynaya bakar ağlarım. Zayıflık = güzellik sanırım. Diyetisyenlerle çalışırım, kilo veririm. Gene de beğenmem.
Bilinçaltından düzeltilmesi gerektiğini anladıktan sonra bununla ilgili bir çok kitap okudum, işe yarayanlar oldu, yaramayanlar oldu.
En sonunda ne mi oldu?
Allah'ın bu söyleyeceklerimi ben mi söylüyorum inanamıyorum ama: Nihayet anladım ki, en iyi diyet size en iyi gelen diyet (yani beslenme şekli)... Dukan diyeti, Karatay diyeti, kalori diyeti, ot diyeti, bok diyeti... sonunda anladım ki, benim bedenim karbohidratları tolere edemiyor. Sindiremiyor yani.
Bana en iyi gelen diyet, karbohidrattan kısıtlı, protein ağırlıklı, bolca sebze ve ot içeren, meyve içeren ama az içeren, yüksek glisemik indeksli gıdaları içermeyen bir diyet.
Çünkü benim asıl anlaşamadığım, aslında kilolarım değil karnımdaki şişkinlik(miş) meğer. Diğer Türklerin çoğu gibi ben de karbohidratları sindiremiyormuşum ve yemediğimde de rahat ediyormuşum. Tatlı pasta bol şekerli meyveler ekmek vs yediğimde karnım bir davul olduğundan kıyafetlerim dar geliyor, karnım ağrıyor ve kendimden bu nedenle nefret ediyormuşum.
Evet, sevgili Dr Canan Karatay, bana bunu biraz geç de olsa siz öğrettiniz, farkettirdiniz.
Karatay'ın beslenme önerilerinden bahsedip dersler verecek değilim. Kitapları çerez gibi satılıyor zaten, herkesin evinde de var sanırım.
Artık akıllanmış biri olarak Karatay diyeti yapıyorum falan da demeyeceğim. Sadece, Karatay'ın önerdiği beslenme şeklini vücudum çok iyi kabul etti ve tolere etti diyebilirim. Benim ve ailemin beslenme şeklini etkiledi.. En temel önerisi olan rafine gıdaları hayatımızdan çıkardık, ya da elimizden geldiği kadar elimine ettik. Keskin sınırlarım çerçevelerim olmasa da, yuvarlak çerçeveler dahilinde, gazlı içecekler, asitli - hızlı şekerler içeren meyve, pasta, meyve suyu vs şeyleri yememeye çalışıyorum. Adında diyet içeren her türlü gıdayı, diyet bisküvileri, cocopops - kellogs vs.yi çöpe attım. Vallahi attım. Dolaplarımı buzdolabımı da yavaş yavaş arındırıyorum.
Hergün posa ihtiyacıma yardımcı olması için bir dilim ekmek yiyorum (genelde kendi yaptığım tam tahıllı ekmekten).. Bir bilemedin iki porsiyon meyve yiyorum. Sık sık abur cubur yemiyor, çok acıktıysam kuruyemiş - kurumeyve yiyorum.
Kendimi zorlamıyorum, keyfime bakıyorum.
Sanırım ilk defa amacım kilo vermek değil. Şaşırtıcı, evet, ama sağlıklı beslenmek!!
Not: Bu arada, göbeğimin çevresinde birikmiş (Karatay hocanın tabiriyle) simitleri kafama takmıyorum ama eridiklerini görünce de seviniyorum :)
4 Ekim 2013
Evde ekmek yapma meselesi: Ekmek yapma makinesi ile
Bir arkadaşım dedi ki, "Çekirdekli ekmek de yaptıysan.." (ki yaptım) "artık ekmek yapma makineni yakında kaldırırsın rafa..."
Sonra birkaç dolandım web'de, herkes aynı şeyleri söylüyor, ben artık kullanmıyorum, rafa kaldırdım, sıkıldım, yoruldum, zaten hiç kabarmıyor, güzel olmuyor, vs, vs....
Aslında, evet çekirdekli, üzümlü, cevizli, beyaz, esmer.. ekmekler yaptım. Aslında bir teki bile ziyan olmadı.. Aslında hepsi çok güzel oldu...
Ve aslında, yaklaşık yirmi gündür eve dışarıdan ekmek girmedi :)
Aslında bu yazıyı yazmak için biraz erken olabilir, belki bıkma eşiğim yüksektir, biraz daha beklemeliydim, ama gene de yazayım ki hem bana hem de okuyanlara motivasyon olsun.
Neden mi evde ekmek yapmaya karar verdim? Çocuklarıma yedirdiğim ekmeğin içine neler konduğunu bilmek için diye özetlenebilir. Hani bu doğal beslenme şeysi yapıyorum ya ben şimdi, bir yazı okudum gazetede, fırınlardaki ekmek tekneleri şöyle pis, böyle fareli falan diye... Bir iğrendim ki sormayın. En iyisi kendi bildiğim malzemelerde kendim yapayım dedim. Daha da önemli yararı: Çöpe giden ekmek miktarı %150 kadar azaldı :) Herhalde iki ya da üç dilim atılmıştır 20 gündür - ki bu önceki miktara göre çok düşük bir oran..
Makinemi aldığım günden beridir, gayet başarılı, lezzetli ve temiz ekmekler yapıyorum. Otlu böcekli de değil, genelde sade, ama tam buğday unundan.. Az tuzlu...
Şöyle görünüyor ekmeklerim:
Eğer benim yazdıklarımdan birşeyler öğrenme isteyen varsa diye, bildiklerimi paylaşacağım: Ben öyle özel, güzel, alengirli bir tarif kullanmıyorum. Kutunun içinden çıkan kullanma kılavuzundaki tarif neyse onun aynısını yapıyorum. Bir iki küçük müdahale yaptım, mesela, içine yumurta koydum ama birkaç kişi kokuyor dedi diye vazgeçtim. Su yerine yarısı kadar süt koyuyorum. Tuzu bir buçuk yerine bir koyuyorum (büyük fark :)). Fındık fıstık gibi malzeme nadiren koyuyorum. Beyaz ekmek nadiren yapıyorum, beyaz ekmek programlanabiliyor ama tahıllı olunca programlanamıyor, yani hemen makineyi çalıştırmak ve pişince hemen açmak gerekiyor. Pişme süresi biraz uzun, tahıllı olunca yaklaşık 4 saat sürüyor. Bu biraz kısıtlayıcı, başında beklemesem bile sıklıkla gece uykum geldiği halde beklemek zorunda kalıyorum. Diğer bir alternatif de makineye beyaz ekmek malzemesi hazırlayıp, sabah hazır olacak şekilde kurup, sıcak ekmek kokusuyla uyanmak.. Ki bu oldukça tehlikeli çünkü hergün fırından sıcacık taze ekmek aldığınızı düşünün, kilo alırsınızzz!!!
Makinem Arçelik, çok memnunum. Reklama girebilir, girsin, daha iyisini bilen varsa yorumlarda paylaşsın. Yalnız kullanma kılavuzu çıkmadı içinden, Arçelik ve Hepsiburada.com'u kınarım, internetten indirip basmak zorunda kaldım.
Makinenin tariflerinde küçük ve büyük diye iki ölçü miktarı vardı, ben ikisini de denedim, boyutları aynı oldu.. Sadece büyük ekmek daha yoğun oldu (belki ben bu kadar becerdim :) ) Bu nedenle ben hep küçük yapıyorum, resimdeki kadar oluyor ve bize iki gün yetiyor.
Dikkat edilecek birkaç husus var: Önce sıvı malzemeler konulacak (su - süt - sıvı yağ), sonra katı malzemeler konacak, maya tuza ve sıvı malzemelere değmeyecek... Zaten bütün bunları ben kendi kullanım kılavuzundan okudum. Açıkçası hiçbir araştırma, tarif vs bulmadım.
Markette hazırlanmış olarak satılan ekmek karışımlarından almadım hiç, zira onun da içinde ne olduğunu bilmiyoruz ki! Bunun yerine ben haftasonları kendi bir haftalık karışımımı hazırlıyorum buzdolabı poşetlerime, daha doğrusu unu ölçüp içine şekerini de koyup ağzını bağlıyorum. Çünkü hızlıca ekmek koymak zorunda kalıyorum genelde ve en oyalayan kısmı unun ölçülmesi. Bu yöntemle iki dakikada makineyi çalıştırabiliyorum ve günlük işlerimi aksatmıyor.
Yemeğe misafir geldiğinde bile kendi yaptığım ekmeği ikram ediyorum, hem çok beğeniliyor hem de makbule geçiyor. "Hıh, sanki elinde yoğuruyorsun, makinenin yaptığı şeyle mi övünüyorsun?" diyenleri ise hiç dikkate almıyorum. Kendi evlerinde de ekmek yapma makinesi var ve o kadar kolaysa neden kullanmıyorlar bakalım? :)
Çocuklarıma gün aşırı tost yapıyorum ekmeğimle, tostu çok güzel oluyor.. Yumuşacık oluyor ve bayatlamış bile olsa ısınınca yumuşuyor, takır takır kayış gibi bir tost olmuyor.
Resimdeki ekmekler dilimin ortadan bölünmüş hali, normalde büyük kare dilimleri var. Yani ekmek geniş bir dikdörtgen, boylamasına ikiye bölüp öyle dilimleyince normal büyüklükte dilimler oluyor.
Fırında yumurtalı peynirli ekmek, üzerinde de bir dilim kaşar ve kurutulmuş domates.. Beni tanıyanlar bilir, bu benim için komplike bir tarif :))
Alıcılarım durumdan memnun :) Ben de kendimden :) Devam edicem anacım.
3 Ekim 2013
Bir gerçekliği değiştirmek kolay mı?
Ben kendimi yıllar yılı akşamları erkenden uykusu gelen biri olarak bilirim. Çevremdeki herkes de bunu böyle bilir. "Tavuk" tabir edilen kişilerdenim kısacası.
Sabahları da erken kalkarım ama. Hafta içi hafta sonu farketmez altıda altı buçukta ayaktayım. Kalkarım kahve içerim yürüyüşe giderim iş yaparım. Erken de kalktığım için erken yatmamı kendimce normal olarak kabul etmiştim.
Bunun değiştirilemez bir gerçeklik olduğunu sanıyorduk. Ben ve çevremdeki herkes.
Taa ki bir gün bunun hayatımı olumsuz yönde basbayağı etkilediğini farkedene kadar. Bir kez kocamla hiçbirşey paylaşamaz olmuştuk. Çocuklar uyuduktan sonra başbaşa hiç birşey yapamıyorduk. Akşam dışarı çıkamıyorduk çünkü ben hemen esnemeye başlardım. Sinemaya götürmüyordu beni çünkü filmin ortasında mutlaka uyurdum. Nişanlıyken sevgililer gününde ve hatta bir gün Cem Yılmaz'ın gösterisinde uyumuşluğum var. Evimize misafir geldiğinde biraz uzarsa sohbet mutlaka ben esnemeye başlardım. Kocam utanıyordu bu durumdan elbette.
Bir gün dank etti. Bu benim gerçekliğimdi ve değiştirilebilirdi. Neden olmasındı ki? Onu ben yaratmıştım ben bozabilirdim.
Hem de bir anda.
Oluşturduğum gibi yok edebilirdim.
Ettim.
Bir gün, "erkenden uykumun gelmesi, hatta bayılarak uykuya yenik düşmem kabul edilebilir birşey değil. Bunu değiştiriyorum" dedim.
Oldu.
Önce zor oldu. Çünkü kimse bana inanmadı. Kocam, kardeşlerim, heryerde herkesin arasındayken "ablam şimdi uyur nasılsa" "uyuyorsun gözlerin kapanıyor" demeye devam ettiler. Herkesin üzerimde yarattığı baskının bu gerçekliği nasıl güçlendirdiğini farkettim. Eşim bile TV ya da film vs izlerken ikide bir yüzüme bakıyordu uyudum mu diye.
Bir gün, biraz da sinirlenerek onlara, "Onbeş yıldır yaptığım birşeyin tersini yapmaya çalışıyorken, siz lütfen köstek olmak yerine destek olun" konuşması yaptım. Beni anladılar ve artık olumsuz desteklemeleri bıraktılar.
Şimdi artık istemezsem serilmiyorum ve erkenden uyuyakalmıyorum. Bazen film izlerken uyuyor ama hemen ayılıp devam ediyorum. Haftada birkaç gece eşimle oturup geceyarısına kadar film izliyoruz. Dışarı çıktığımızda sürekli insanların yüzüne bakıp esnemiyorum.
Biliyorum ki artık kendi yarattığım ve içinden çıkamadığım bir kurgunun esiri değilim.
Kendimi daha iyi hissediyorum.
Sabahları da erken kalkarım ama. Hafta içi hafta sonu farketmez altıda altı buçukta ayaktayım. Kalkarım kahve içerim yürüyüşe giderim iş yaparım. Erken de kalktığım için erken yatmamı kendimce normal olarak kabul etmiştim.
Bunun değiştirilemez bir gerçeklik olduğunu sanıyorduk. Ben ve çevremdeki herkes.
Taa ki bir gün bunun hayatımı olumsuz yönde basbayağı etkilediğini farkedene kadar. Bir kez kocamla hiçbirşey paylaşamaz olmuştuk. Çocuklar uyuduktan sonra başbaşa hiç birşey yapamıyorduk. Akşam dışarı çıkamıyorduk çünkü ben hemen esnemeye başlardım. Sinemaya götürmüyordu beni çünkü filmin ortasında mutlaka uyurdum. Nişanlıyken sevgililer gününde ve hatta bir gün Cem Yılmaz'ın gösterisinde uyumuşluğum var. Evimize misafir geldiğinde biraz uzarsa sohbet mutlaka ben esnemeye başlardım. Kocam utanıyordu bu durumdan elbette.
Bir gün dank etti. Bu benim gerçekliğimdi ve değiştirilebilirdi. Neden olmasındı ki? Onu ben yaratmıştım ben bozabilirdim.
Hem de bir anda.
Oluşturduğum gibi yok edebilirdim.
Ettim.
Bir gün, "erkenden uykumun gelmesi, hatta bayılarak uykuya yenik düşmem kabul edilebilir birşey değil. Bunu değiştiriyorum" dedim.
Oldu.
Önce zor oldu. Çünkü kimse bana inanmadı. Kocam, kardeşlerim, heryerde herkesin arasındayken "ablam şimdi uyur nasılsa" "uyuyorsun gözlerin kapanıyor" demeye devam ettiler. Herkesin üzerimde yarattığı baskının bu gerçekliği nasıl güçlendirdiğini farkettim. Eşim bile TV ya da film vs izlerken ikide bir yüzüme bakıyordu uyudum mu diye.
Bir gün, biraz da sinirlenerek onlara, "Onbeş yıldır yaptığım birşeyin tersini yapmaya çalışıyorken, siz lütfen köstek olmak yerine destek olun" konuşması yaptım. Beni anladılar ve artık olumsuz desteklemeleri bıraktılar.
Şimdi artık istemezsem serilmiyorum ve erkenden uyuyakalmıyorum. Bazen film izlerken uyuyor ama hemen ayılıp devam ediyorum. Haftada birkaç gece eşimle oturup geceyarısına kadar film izliyoruz. Dışarı çıktığımızda sürekli insanların yüzüne bakıp esnemiyorum.
Biliyorum ki artık kendi yarattığım ve içinden çıkamadığım bir kurgunun esiri değilim.
Kendimi daha iyi hissediyorum.
2 Ekim 2013
Mutluluk bir seçimdir. Gerçekten. Çocuklarıma öğretmem gereken en önemli ders bu işte.
Dün sabah, güneşli, neşeli, denizli - plajlı harika bir pazar gününün ardından, karanlık, yağmurlu, bulutlu, -bence- iç karartıcı bir pazartesiye uyanınca, sosyal medyada dedim ki:
"Bugün iç karartıcı harika bir gün! İç karartıcı (bulutlu, karanlık, yağmurlu, kapalı) olması kendi seçimi. Harika bir gün (verimli, mutlu, kahkahalı) olması ise bizim seçimimiz."
Bunu inanarak söylemiştim.
Ardından, evren bana bir sürpriz hazırladı.
Karşıma, sabah sabah çayımı içerken okuduğum bir kitapta, şu cümle çıktı:
"Derin bir nefes alın, yüzünüze bir gülümseme yerleştirin ve bugünü harika bir güne çevirin."
Ben artık tesadüf diye birşey olmadığını bildiğimden, şaşırmadım. Çok açık, basit ve net olan bir gerçeği, biz nasıl olmuş da bunca yıl ıskalamıştık ki! Evrene bir mesaj veriyordun ve evren sana karşılığını veriyordu. İyi mesaja iyi karşılık. Kötü mesaja kötü karşılık.
Bunu ıskalamıştık ve bu yaşımıza kadar (kendim için konuşuyorum) mutsuzluğu sıkça seçmiş, evrene mutsuz mesajlar yollamış ve karşılığını da aynı tonda almıştık.
Demek ki neydi, hayat seçimlerden ibaretti. Hayatta mutlu olmayı istiyorsak seçimlerimizi ona göre yapmalıydık. Ve ayrıca, sevgilimin deyimiyle, "Dün dünde kaldı, yarın ise yaşanmadı. Gerçek olan sadece an. Bu nedenle an'da mutlu olmayı başarmalıyız. Anın tadını çıkarmalıyız."
Bütün bunlar ele alındığında, ben bunu başarabiliryor muyum acaba? Son zamanlarda, biraz daha fazla başarabiliyorum. Bunda en büyük pay, okuduğum yüzlerce kitapla birlikte, Esra'nın (yaşam koçum :) ve psikoloğum), kardeşim Begüş'ün ve eşimin. Ne yapabilyorum mesela? Gelecek için daha az kaygılanıyorum. Canımı sıkacak şeyleri daha az dikkate alıyorum. Daha az üzülüyorum. Anın daha çok tadını çıkarıyorum. Bazı şeylerin üzerine basıp daha kolay geçiyorum. Bazen üzülüyorum ama inanın ki sabah uyandığımda hiç ama hiç birşey kalmamış oluyor.
Bu bence hayatımda katettiğim en büyük adım: Artık gülümseyebiliyorum! Benim için en zoru buydu. Ama şimdi bunun üzerimdeki mucizevi etkisini yaşıyorum. Önce zorla gülümsüyorum (Aykut Oğut'un gülümseme egzersizlerindeki gibi), sonrasında bu gülümseme içimdeki gerginliği eritip azaltıyor.
Şimdi gelelim bu yazının en can alıcı mesajına: Çocuklarıma mutlu olmayı nasıl öğretebilirim? Oğlum zaten doğuştan mutlu bir çocuk. Güler yüzlü, neşeli. Daha avantajlı başlıyor yani. Kızımsa (benim teorime göre geçirdiğim zor ve depresif hamilelik sürecinin eseri olabilir, bu bloğun eski okurları süreci yakından bilir zaten), mutsuzluğu ve olumsuzluğu yaşam sürecinin parçası haline getirmiş bir tip. Geçenlerde yaşadığımız bir olayda o kadar çileden çıktım ki, sinir krizi geçirdim diyebilirim. Sürekli olarak şikayet eden, hiçbir şeyden memnun olmayan, yaşadıklarından keyif almak yerine yaşayamadıklarını kafaya takıp üzülen, ağlayan bir tip. Benim o yaştayken sahip olduklarımın kat be kat fazlasına sahip olduğu halde memnunsuzluk yaptı ve bende hatlar koptu. Araba kullanıyordum ve sanırım yaklaşık yarım saat boyunca arabada bağırdım.. Mutlu olmayı seçeceksin bundan sonra diye. Artık oyuncak - kitap - kıyafet alınmaması (ki hakikaten hiçbirşeye ihtiyaçları yok), i-pad - televizyon sınırlaması, herşeylerini iki kardeş ortak kullanmaları gibi birçok radikal kararla beraber, ona mutluluğu seçmesini bağırdım!!
Gülümseme egzersini öğrettim ona. Sürekli ağlamak yerine gülümsemeye çalışmasını, ben ya da babası geldiğinde yanımıza gelip birşeylerden şikayet etmek yerine (tv açalım Tuna şöyle yaptı bunu istiyorum mızmızmız), yanımıza gülümseyerek koşmasını, sabahları suratı asık uyanmak yerine gülümseyerek uyanmasını, vs.. Daha neler söylediğimi hatırlamıyorum. Zavallı Tuna bağırtılarımdan korkup uyudu.. Damla dinlemiyor gibi göründü. Ama algıları çok açık bir çocuk, çok akıllı ve kavrayışı oldukça yüksek. Her kelimeyi dinleyip hafızaya yazmış.. Her noktayı.
Bu olay olalı yaklaşık on gün oldu. On günde gözle görülür değişim oldu kızımda.
Ara ara ben mutsuz göründüğümde bana o hatırlatıyor, anne gülümseme nerde diye! Ya da geçen baktım ciddi ciddi gülümseme egzersizi yapıyor. Oyunda vs ağladığında daha çabuk sakinleşip oyuna dönüyor, mutsuzluğu da uzatmıyor. Bir de nedenini bilmem ama kardeşiyle daha az itişiyor.
Bakalım mutluluğu seçme projemizi proje olmaktan çıkarıp hayata geçirebilecek miyiz?
Sevgiler, saygılar, bu uzun yazıyı okuyup bitirdiyseniz teşekkürler.
Dilaram sen okuduysan ara bi zahmet de bi görüşelim! :)))
"Bugün iç karartıcı harika bir gün! İç karartıcı (bulutlu, karanlık, yağmurlu, kapalı) olması kendi seçimi. Harika bir gün (verimli, mutlu, kahkahalı) olması ise bizim seçimimiz."
Bunu inanarak söylemiştim.
Ardından, evren bana bir sürpriz hazırladı.
Karşıma, sabah sabah çayımı içerken okuduğum bir kitapta, şu cümle çıktı:
"Derin bir nefes alın, yüzünüze bir gülümseme yerleştirin ve bugünü harika bir güne çevirin."
Ben artık tesadüf diye birşey olmadığını bildiğimden, şaşırmadım. Çok açık, basit ve net olan bir gerçeği, biz nasıl olmuş da bunca yıl ıskalamıştık ki! Evrene bir mesaj veriyordun ve evren sana karşılığını veriyordu. İyi mesaja iyi karşılık. Kötü mesaja kötü karşılık.
Bunu ıskalamıştık ve bu yaşımıza kadar (kendim için konuşuyorum) mutsuzluğu sıkça seçmiş, evrene mutsuz mesajlar yollamış ve karşılığını da aynı tonda almıştık.
Demek ki neydi, hayat seçimlerden ibaretti. Hayatta mutlu olmayı istiyorsak seçimlerimizi ona göre yapmalıydık. Ve ayrıca, sevgilimin deyimiyle, "Dün dünde kaldı, yarın ise yaşanmadı. Gerçek olan sadece an. Bu nedenle an'da mutlu olmayı başarmalıyız. Anın tadını çıkarmalıyız."
Bütün bunlar ele alındığında, ben bunu başarabiliryor muyum acaba? Son zamanlarda, biraz daha fazla başarabiliyorum. Bunda en büyük pay, okuduğum yüzlerce kitapla birlikte, Esra'nın (yaşam koçum :) ve psikoloğum), kardeşim Begüş'ün ve eşimin. Ne yapabilyorum mesela? Gelecek için daha az kaygılanıyorum. Canımı sıkacak şeyleri daha az dikkate alıyorum. Daha az üzülüyorum. Anın daha çok tadını çıkarıyorum. Bazı şeylerin üzerine basıp daha kolay geçiyorum. Bazen üzülüyorum ama inanın ki sabah uyandığımda hiç ama hiç birşey kalmamış oluyor.
Bu bence hayatımda katettiğim en büyük adım: Artık gülümseyebiliyorum! Benim için en zoru buydu. Ama şimdi bunun üzerimdeki mucizevi etkisini yaşıyorum. Önce zorla gülümsüyorum (Aykut Oğut'un gülümseme egzersizlerindeki gibi), sonrasında bu gülümseme içimdeki gerginliği eritip azaltıyor.
Şimdi gelelim bu yazının en can alıcı mesajına: Çocuklarıma mutlu olmayı nasıl öğretebilirim? Oğlum zaten doğuştan mutlu bir çocuk. Güler yüzlü, neşeli. Daha avantajlı başlıyor yani. Kızımsa (benim teorime göre geçirdiğim zor ve depresif hamilelik sürecinin eseri olabilir, bu bloğun eski okurları süreci yakından bilir zaten), mutsuzluğu ve olumsuzluğu yaşam sürecinin parçası haline getirmiş bir tip. Geçenlerde yaşadığımız bir olayda o kadar çileden çıktım ki, sinir krizi geçirdim diyebilirim. Sürekli olarak şikayet eden, hiçbir şeyden memnun olmayan, yaşadıklarından keyif almak yerine yaşayamadıklarını kafaya takıp üzülen, ağlayan bir tip. Benim o yaştayken sahip olduklarımın kat be kat fazlasına sahip olduğu halde memnunsuzluk yaptı ve bende hatlar koptu. Araba kullanıyordum ve sanırım yaklaşık yarım saat boyunca arabada bağırdım.. Mutlu olmayı seçeceksin bundan sonra diye. Artık oyuncak - kitap - kıyafet alınmaması (ki hakikaten hiçbirşeye ihtiyaçları yok), i-pad - televizyon sınırlaması, herşeylerini iki kardeş ortak kullanmaları gibi birçok radikal kararla beraber, ona mutluluğu seçmesini bağırdım!!
Gülümseme egzersini öğrettim ona. Sürekli ağlamak yerine gülümsemeye çalışmasını, ben ya da babası geldiğinde yanımıza gelip birşeylerden şikayet etmek yerine (tv açalım Tuna şöyle yaptı bunu istiyorum mızmızmız), yanımıza gülümseyerek koşmasını, sabahları suratı asık uyanmak yerine gülümseyerek uyanmasını, vs.. Daha neler söylediğimi hatırlamıyorum. Zavallı Tuna bağırtılarımdan korkup uyudu.. Damla dinlemiyor gibi göründü. Ama algıları çok açık bir çocuk, çok akıllı ve kavrayışı oldukça yüksek. Her kelimeyi dinleyip hafızaya yazmış.. Her noktayı.
Bu olay olalı yaklaşık on gün oldu. On günde gözle görülür değişim oldu kızımda.
Ara ara ben mutsuz göründüğümde bana o hatırlatıyor, anne gülümseme nerde diye! Ya da geçen baktım ciddi ciddi gülümseme egzersizi yapıyor. Oyunda vs ağladığında daha çabuk sakinleşip oyuna dönüyor, mutsuzluğu da uzatmıyor. Bir de nedenini bilmem ama kardeşiyle daha az itişiyor.
Bakalım mutluluğu seçme projemizi proje olmaktan çıkarıp hayata geçirebilecek miyiz?
Sevgiler, saygılar, bu uzun yazıyı okuyup bitirdiyseniz teşekkürler.
Dilaram sen okuduysan ara bi zahmet de bi görüşelim! :)))
1 Ekim 2013
Söylediklerime inanmak o kadar kolay mı
Kişi kendi (hep) söylediklerine bile inanamıyor bazen. Bazı an geliyor, kendine saçmalama diyesi geliyor. Bazı an geliyor, söylediklerine o kadar inanıyor ki, herkesi de inandırası geliyor. Bu uğurda çalışası, dövüşesi, inanmayanları aptallıkla suçlayası oluyor.
Ama bazen.. Hakkaten kişi kendi söylediklerine kendi de inanamıyor.
Zor oluyor o zaman.
Ama bazen.. Hakkaten kişi kendi söylediklerine kendi de inanamıyor.
Zor oluyor o zaman.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)